MİNA URGAN: BEBEKLER, TIPKI KEDİLER GİBİDİR ONLARI KİMİN SEVDİĞİNİ DAKİKASINDA ANLARLAR

İki çocuk doğurdum. Ama kendim doğurmak değil, evlat edinmek istiyordum aslında. Kan bağlarına hiç inanmadığım için, dünyaya nasıl olsa gelmiş olan kimsesiz bir çocuğu büyütmek, yeni bir çocuğu dünyaya getirmekten çok daha olumlu bir davranıştı benim açımdan.

O zavallı annesiz çocuklar, koruma yurtlarında mutsuzdular; bir kadının gelip, onları almasını, onları sevmesini bekliyorlardı. Bir çocuğu küçükken evlat alırsanız onu ha doğurmuş, ha doğurmamışsınız hiç farketmez bence. Çünkü çocuğu benim etimdir, benim kanımdır diye değil, ona emek verdiğiniz için, onun kahrını çektiğiniz için seversiniz aslında. Bertolt Brecht, Kafkas Tebeşir Dairesinde, gerçek ananın, bir çocuğu doğuran kadın değil, ona bakan, onu sevgiyle koruyan kadın olduğunu, yadsınamayacak bir mantıkla kanıtlar. Eğer sekiz dokuz yaşında bir çocuğu alırsanız, bir kadınla bir bebeği birleştiren o inanılmaz sevgi oluşamaz belki de. Ben az kalsın bu yanılgıya düşüyordum: Eski bir kazı yerini bulup incelemek isteyen arkadaşım Halet Çambel ile birlikte, 1941 ya da 1942’de Kırkağaç’ın bir köyüne gitmiştik. Orada kırlarda dolanırken gördüğüm küçük çobanı hiç unutamadım. Sırtını bir kayaya dayamış Pollyanna’yı okuyordu. Açık havada kitap okuyanlara ister büyük, ister küçük olsunlar yakınlık duyarım hemen. Yanma gittim; konuşmaya başladık. Dokuz yaşındaymış; babası ölmüş; sadece üç sınıfı olan ilkokulu bitirmiş. Okumak istemiş; ama gidebileceği başka bir okul yokmuş oralarda. Her haliyle küçük bir prens izlenimini veren bu çocuğun zekâsı ve güzelliği karşısında aklım başımdan gitti. Annemle dadımın eve bir köylü çocuğuyla geri dönünce, ne gibi tepkilerde bulunacaklarını hiç düşünmeden, “Benimle İstanbul’a gel” dedim. “Evimde oturursun, oğlum olursun, senin okumanı sağlarım.” Küçük oğlan; o güzel kara gözlerinde sevinç ışıldayarak bana baktı. Sonra yüzü karardı. “Gelemem, garılara kim bakacak ben gidersem?” dedi. “Garılar” dediği, annesi ve iki ablasıymış. O küçük çocukta büyük bir sorumluluk duygusu vardı. Evinin erkeği olarak “garılan” ellere bırakamazdı. Küçük çobanın ne olduğunu hep düşünürüm. O zekâsını, o güzelliğini nasıl kullanmıştı acaba? Belki bunları hiç kullanamamış, ezilip yoksulluklar içinde namussuzun teki olmuştu bunlardan yararlanarak.

Otuzuna doğru çocuk sahibi olmak isteyişimin fena halde yoğunlaştığını söylemiştim. Doğurmak değil, evlat edinmek istiyordum. Ortada bunca kimsesiz çocuk olduğuna göre, bu işin kolay olacağını sanmıştım. Giderim bir koruma yurduna, bir bebek alırım diye düşündüm. İstediğimi seçerim. Aralarında yere oturur, kollarımı açar, emekleyen bir bebeğin bana yaklaşmasını, beni seçmesini beklerim belki de. Çünkü çok yakın dostum olan bir çift bunu yaşadılar. Evlat edindikleri çocuk onları seçti: Belirli bir kız bebeği almaya karar vermişler. Muameleler başlamış, küçük kızı görmeye gitmişler. Ama o sırada bir erkek bebek, emekleye emekleye yanlarına gelmiş. Bacaklarına öyle bir sarılmış ki, fena halde duygulanan arkadaşlarım, küçük kızdan vazgeçmişler, onu evlat edinmişler. “Biz onu seçmedik; o bizi seçti” derlerdi her zaman. Ben de seçeceğim ya da beni seçen bebeğe, “seni doğurmadım; ama sen çocuğumsun, seni seviyorum” derim. Psikologlara göre, çocuğu aldatmak doğru değilmiş. Çok küçükken ona söylemeliymişsiniz biyolojik annesi olmadığınızı. O bilgiyle büyümesi çok daha sağlıklıymış. Çünkü çocuk, “beni doğurmadığı halde, bana baktı, beni büyüttü” diye düşünerek, yalnız sevgi değil, gönül borcu da duyarmış onu evlat edinene. (Beni de dört yaşımdan sonra bir üvey baba büyüttüğü için, çok iyi bilirim bunu.) Üstelik evlat edinildiğini bilen çocuk, büyüyüp de size kızınca, “beni keyfin için doğurdun, ne yapalım, doğurmasaydın!” diyemez günün birinde.

Evlat edinme işini kolay sanıyordum. Birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da yanılıyormuşum. Meğer ne kadar güçmüş kimsesiz bir çocuğu evlat edinmek! Ben bekârdım. Oysa evli çiftleri her zaman tercih ederlermiş. Ekonomik ve ahlaksal durumunuzla ilgili uzun soruşturmalar yapılırmış. Üstelik 40 yaşından önce evlat edinmek yasakmış. (O yaş sınırı şimdi otuz sekize indi galiba.) Bunları öğrenince “sorun yok” dedim kendi kendime. Çocuğu ya da çocukları (çünkü bir oğlan bir de kız iki çocuk istiyordum) hemen alırım; kırk yaşıma basınca da nüfusuma geçiririm.” Danıştığım avukat arkadaşlarım, “bunu sakın yapma” dediler. Koruyucu anne olarak bir çocuğu büyütmek, yasal açıdan hiçbir hak vermezmiş insana. O çocuğun her an ortaya çıkabilecek bir yakın akrabası, onu dakikasında elinizden alabilirmiş. Ben de perişan olurmuşum, çocuk da. Kırk yaşına kadar beklemekten başka çarem yokmuş. Bense bekleyemedim. İşin kolayına gidip, biri oğlan biri kız iki çocuk doğurdum.

(…)
Çocuklar sokaklarda sürünüyor. Ama ben bunlardan bir iki tanesini evlat edinemiyorum. Çünkü bizim medeni kanunumuzda ancak hiç çocuğu olmayanların evlat edinme hakkı varmış. Başka ülkelerde, üç çocuğu olan bir kişi üç tanesini daha nüfusuna geçirebiliyor. Oysa bizde, kutsal bilinen aile servetini korumak amacıyla, malının mülkünün ancak kendi kanından olanlara miras kalması gerekiyormuş.

Yasalar izin verseydi ya da mutlu bir evlilik yapsaydım, en azından beş çocuğum olurdu. Torunlar gelmeye başlayıncaya kadar, evimde her zaman bir bebek bulunmasını isterdim. Çünkü küçük çocuklar, özellikle üç yaşma kadar, inanılmaz bir mucize, bir sevinç kaynağıdır benim gözümde. O küçücük ellerine ayaklarına, başlarındaki tüy gibi saçlara, ipeğimsi tenlerine hep dokunmak isterim.

(…)
Bence yüzde yüz sevgi, sevgilerin en katıksızı, bir annenin ya da anne durumda bir kadının bir bebeğe duyduğu sevgidir. Çünkü o bebeğin henüz bir kişiliği olmadığı için, bir kusuru da yoktur. Dağ selleri gibi gürül gürül akan bir aşk duyarsınız bu dünya güzeli et parçasına. Bebekler, bebek kaldıkları sürece, salt mutluluk verirler annelerine.

Ne var ki bebeklerin kendileri sevinç içinde değildirler her zaman. Ana karnından çıkar çıkmaz ağlamaya başlarlar. Bir insan yavrusunun ilk tepkisi ağlamaktır dünyaya gelince. Ama iki aylık oluncaya kadar gözyaşları yoktur. Ancak üçüncü ayda gözyaşları akar.
(…)
Sıfır-beş yaş arasında bir küçük çocuğun çevresini algılaması, dünyanın en ilginç olaylarından biridir. Beş yılda, inanılmaz bir hızla her şeyi öğrenir. Altı aylık bir bebeği kucağınıza alıp bir aynanın önünde durunuz. Bir size bakar, bir aynaya. Sizi tanır, ama kendisini tanımaz. Annesinin başka bir bebeği tuttuğunu sanır, basar acı bir feryat. Aynalarda kendisini tanır daha sonraları. Kendisine baka baka komiklikler yapar.

(…)
Çocukların konuşmayı öğrenmeleri de inanılmaz bir olaydır. Onlarla ne kadar çok konuşursanız, konuşmayı o kadar çabuk öğrenirler. Annem, kızımı karşısına oturtup sürekli nutuklar attığı için, Zeynep çok erken konuşmuştu. Bebekler önce tek tek sözcükleri, sonra bunların arasındaki bağlantıları kurarlar. Bu bağlantıyı kurmadan önce konuşmaya yanaşmayan çocuklar da vardır. Örneğin oğlum Mustafa’nın geç konuşacağını san dım. Sonra bir sabah, kapının zili çaldığında, sözcükler arasında hiç duraksamadan, kararlı bir sesle “Anne, kapıyı aç, sütçü geldi” deyince, bir mucize olmuşcasına afallayıp kaldım. Bundan önce, “bu ne? Bu ne?” diye sorup dururdu ancak. Bir gün ona yemek yedirirken, oyalansın diye, önüne bir dergi koymuştum. Aldığım çoğu dergiler gibi bu da solcu bir dergiydi elbette. Stalin’in bir fotoğrafı vardı orada. Mustafa, Stalin’in ünlü bıyığını göstererek “bu ne?” dedi. “Bıyık” dedim. Sonra “benim bıyığım nerede?” diye sordum. (Gerçi Ece Ayhan beni “bıyıklı kadınlar” arasına sokarak onurlandırdı ama, Stalin’in bıyığı yanında benimkisi solda sıfır sayılır.) Bir buçuk yaşında Mustafa annesine güvenini henüz yitirmediği için, bunu sorduğuma göre, benim de mutlaka bir bıyığımın olacağını düşündü. Yüzümü dikkatle uzun uzun inceledi. Sonra, işaret parmağını cımbız değmemiş kalın kaşlarımın üstüne koyarak, “işte bıyık bu” dedi.

Mina Urgan
Bir Dinozorun Anıları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz