Daldığım anılardan birden uyanıyorum. Beni uyandıran denizin sesi. İsla Negra’da yazıyorum. Valparaiso yakınlarında bir ada; kara ada. Kıyı şeridini kamçılayan sert güneybatı rüzgârları kısa süre önce sona ermişti. Pencereden her bakışımda, köpükten binlerce gözünü üstüme diken okyanusta direnen fırtınanın oluşturduğu dalgaları görüyordum.
Ne kadar geride kalmış yıllar! Şimdi duymakta olduğum bazen bana uyku veren, bazen de bir kılıcın parlayan ucu gibi gözlerimi kamaştıran bu ses; hiç durmadan birbiri arkasına ruhuma nasıl doluyorsa, anılarımı da öyle biçimlendirmeliyim. Sırasız gelip giden o dalgalar gibi anılarımdaki resimleri de bir araya getirmeliyim. Belki çok defa sırasız, karmakarışık.
1929. Akşam. Caddede toplanmış insanlar görüyorum. Bir kenarda toprağa kazılmış bir çukur ve içinde ateş. İnsanlara yaklaşıyorum. Ateşin üzerini ince bir kül tabakası kaplamış. Sıcaklığı yüzüme vuruyor. Birden ilginç kişiler ortaya fırlıyor. Kırmızılar giymiş dört erkek, yüzünü beyaz ve kırmızıya boyamış birini taşıyor. Ateşin yanında omuzlarından indiriyorlar onu. Adam korların üzerinde koşuyor:
“Allah! Allah!” diye bağırıyor.
Toplanmış olan yüzlerce insan, ses çıkarmadan seyrediyor. Yüzü kırmızı ve beyaz boyalı adam yalınayak ateşin üzerinde koşuyor. Birden topluluktan biri daha fırlıyor. Ayağından sandaletlerini çıkardığı gibi ateşin üzerinde koşmaya başlıyor. Onu başkaları izliyor. “Allah, Allah” sesleri ortalığı kaplıyor. Bazıları kucaklarında çocuklarıyla ateşte yürüyor. Hiç kimsenin ayağı yanmıyor. Belki de yanıyordur, bunu bilmiyorum.
Kutsal nehrin kıyısında tapınak var. Ölüm Tanrıçası’nın tapınağı. Taşranın en uzak köşelerinden gelmiş olan ve inayet bekleyen binlerce hacının arasına biz de karışıyoruz. Her adım başı bir şey için paralarını alan Brahmanlar onları korkutuyor. Brahmanlar, Tanrıça’nın yedi peçesini sırayla açıyor. Her defasında korkunç bir gonk sesi duyuluyor, dünyanın sonu gelmiş gibi! Hacı adayları hemen diz çöküyor, el ele tutuşup alınlarını toprağa değdiriyor ve sonra kalkıp öteki peçeye yürüyorlar. Rahipler onları iç avluda bir araya getiriyor. Burada bir balta vuruşuyla keçiler kurban ediliyor. Kireç badanalı duvarlara kan sıçrıyor. Tanrıça, kara yüzlü ve beyaz gözlü. Ağzından çıkan iki metre uzunluğunda kıpkırmızı bir dil yere sarkıyor. Kulaklarında ve boynunda, kafataslarından ve ölüm sembollerinden yapılmış zincirler takılı. Hacı adayları dışarı çıkmadan önce ceplerindeki son kuruşu da veriyorlar.
Çevremi saran ve bana şarkılarını, şiirlerini okumak isteyenler, bu alçakgönüllü hacılardan çok daha başkaydı. Tamburlarına eşlik ederek, dalgalanan beyaz elbiseleriyle, tabanları üzerine çimene çömelerek, içlerinden birinin boğuk bir sesle haykırışını duyuyoruz. Sonra dudakları arasından yükselen şarkı, biçim ve mısra ölçüsü bakımından binlerce yıl önceki şarkılardan etkilenmişti. Yalnızca şarkıların anlamı değişmişti. Şehvetin ya da aşkın şarkıları değildi artık. Protestoyu simgeleyen şarkılar, açlığa karşı şarkılar, hapishane köşelerinde yazılmış şarkılar… Hindistan’ın birçok şehrinde rastladığım genç ve hüzünlü bakışlarını unutamayacağım bu şairlerin çoğu hapisten yeni çıkmıştı ve belki yarın yine o duvarların arasına girecekti. Çünkü yoksulluğa karşı savaşmaya kararlıydılar. Bizim yaşamamız gereken zamandı bu. Dünya edebiyatının altın zamanı. Ortaya çıkan yeni şairler izlenirken, Bombay’da ve başka kentlerde her gece bir milyon insan sokaklarda uyuyordu.
Orada uyumak, orada doğmak ve orada ölmek zorundaydı bu insanlar. Evleri yoktu, ekmek yoktu, ilaç yoktu. İşte medeni ve gururlu İngiltere, sömürgesini bu durumda bıraktı. Bir zamanlar hükmettiği o insanları, okulsuz, endüstrisiz, evsiz, hastanesiz bıraktı; hapishaneler ve boş viski şişelerinden oluşmuş tepelerle.
Dalgaların arasından çıkan bir başka anı, Rango adlı orangutanla olan dostluğumdur. Sumatra’nın Medan kentinde yıkık durumda botanik bahçesinin kapısını ne zaman çalsam, karşımda onu buluyordum. Sonra bana elini uzatıyor ve birlikte yürüyerek, bir masaya gidiyorduk. Masaya elleriyle ve ayaklarıyla vuruyordu. Biraz sonra bir garson gelerek, büyük bir bardak bira getiriyordu. Bu bardakta orangutanla şaire yetecek kadar bira vardı.
Singapur hayvanat bahçesinde gördüğümüz o muhteşem görünüşlü renk renk kuş sanki biraz önce cennetten kaçmıştı. Az ilerde kafesinde bir aşağı, bir yukarı yürüyen kara panter, gelmiş olduğu ormanlar gibi kokuyordu. Yıldızlı bir gecenin ilginç bir bölümüydü, çekici ve hiç durmadan hareket eden bir bant, ateş kaynayan ve yeryüzünü toprakla bir etmek isteyen kara bir volkan. Ve hançer gibi saplanan sarı iki gözden fışkıran ateş, soru doluydu; ne bu hapsi, ne de insanları anlıyordu.
Penang şehri yakınlarındaki o ilginç yılanlı tapınağa geldik.
Bu tapınaktan birçok gezginin ve gazetecinin söz ettiğini duymuştum. Bütün savaşlardan, zamanın ve yağmurların verdiği zararlardan sonra hâlâ ayakta mıdır bilmiyorum. Kiremit bir damın altında alçak, siyah ve tropik yağmurların kurtlar gibi duvarlarını yediği bir bina. İri yapraklı çınar ağaçları arasında. Nemli bir koku. Yasemin kokusu. Tapınağa girerken, yarı karanlıkta hiçbir şey görmedik. Her tarafta günlük kokuları. Hareket eden bir şey. Kıvrılan bir yılan bu. Yavaş yavaş burada daha bir sürü yılan olduğunu görüyoruz. Düzinelerce yılan var burada. Gözlerimiz tapınağın içindeki ışığa alışınca, her tarafta yılanlar seçiyoruz; belki yüzlerce yılan. Küçük yılanlar; şamdanlara, sütunlara sarılmış koyu renk yılanlar; yorgun, karnı tok, metal rengi yılanlar. Hepsi uyuyor sanki. Yerlerde bir sürü ince, porselen kap. İçlerinde süt ve yumurta var. Yılanlar bizimle ilgilenmiyor. Tapınağın karmakarışık, dar koridorlarından süzülerek geçiyoruz. Altın kaplı duvarlardan, tavandan aşağı sarkıyorlar. Oyuklarda, duvar üstlerinde uyukluyorlar. Şurada korkunç bir yılan yumurta yiyor. Yanı başında bir sürü zehirli yılan, sırtındaki kıpkırmızı halkalar, öldürücü zehrinin habercisi. Bazı yılanları tanıyorum: Mızrak yılanı, boyunduruklu yılan, kızıl yılan. Yeşil yılanlar, gri, mavi, siyah yılanlar doldurmuş her yanı. Ve büyük bir sessizlik. Arada sırada sapsarı cüppesiyle bir Budist rahip görünüp kayboluyor. Cüppesinin parlak sarısı yumurta ya da süt kabına doğru sürünen bir yılana benzetiyor onu.
Bu hayvanları kim getirmiş buraya? Nasıl alışmışlar burada yaşamaya? Sorularımıza gülümseyerek cevap veriliyor. Yılanlar kendiliklerinden gelmişler, yine kendiliklerinden gideceklerdir, eğer canları isterse. Bütün kapılar açıktır, onları tapınağın içinde kalmaya zorlayan kafes ve camlar yoktur.
Otobüs Penang’ı terk etti. Saygon’a varmak için balta girmemiş ormanın içinden ve Çinhindi’nin köylerinden geçecektik. Kimse benim dilimi anlamıyordu, tabii ben de kimsenin dilini. Bu sonsuz yolculukta sık sık orman kenarında, yolun bir başka yolla kesiştiği kavşak noktalarında duruyor, yolcular indiriyor, yeni yolcular alıyorduk. Benimle birlikte bu otobüste yolculuk edenler, ilginç giysileri, suskun soylulukları ve çekik gözleriyle köylülerdi. Bir süre sonra eski otobüste üç ya da dört kişi kaldı. Tuhaf sesler çıkararak ilerliyorduk. Bu sıcak gecede otobüsün her an sağı solu dökülecekmiş gibi geliyordu.
Birden içimi büyük bir korku kapladı. Paniğe kapıldım. Neredeydim ben? Nereye gidiyorduk? Bu sonsuz geceyi niçin hiç tanımadığım insanlarla geçiriyordum? Laos ve Kamboçya’dan geçtik. Otobüste son kalan yolcuların anlaşılmaz suratlarına baktım. Hareketsiz oturuyorlardı. Cellattan farkı yoktu benim için bu adamların. Bir doğu hikâyesinin tipik haydutları arasında kalmıştım, ne yapacağımı bilmez bir haldeydim.
Arada sırada birbirlerine bakıyorlar, sonra bana dönüyorlardı. Ve birden otobüs balta girmemiş ormanın en sık yerinde duruverdi. Kendime ölecek bir yer seçmeliydim. Sık dallarından gökyüzünün görünmediği o esrarengiz ağaçların altında beni öldürmelerine izin veremezdim. Müzelik şu otobüste oturmakta olduğum sırada, şu dehşetli anda, sebze sepetleri ve tavuk kafesleri arasında öleceksem burada ölecektim. Kararlı ve cesur, çevreme bakındım, celladımı aradım. Fakat otobüsün içinde hiç kimse kalmamıştı.
Uzun süre, tek başıma, yabancı gecenin karanlığında yüreğim atarak bekledim. Ölecektim ve bundan hiç kimsenin haberi olmayacaktı. Benim sevgili küçük anavatanımdan bu kadar uzakta! Bütün sevdiklerimden ve kitaplarımdan ayrı.
Birden ışıklar gördüm. Bütün yolu ışıklar doldurdu. Davul sesleri ve haykırışlar arasından Kamboçya şarkıları duydum. Flütler, tefler ve meşalelerle her yan gürültü ve ışıkla doldu. Otobüse giren bir adam bana İngilizce hitap etti:
“Otobüs bozuldu. Tamiri uzun sürer, belki de sabaha kadar, yolcular vakit geçirmek amacıyla gidip bir dans ve müzik topluluğu getirdiler.”
Artık beni korkutmayan yüksek ağaçların altında saatlerce oturdum ve çok ilginç geleneksel danslar seyrettim, bütün ormanı dolduran o güzel müziği dinledim. Güneş doğana kadar.
Şair, halktan korkmamalıdır. Sanırım o gece bana bir ihtar verilmişti, hayat yolumda bir öğreti. Saklı namusun, kardeşliğin, güzelliğin öğretisi. Biz bunları tanımıyorduk.
Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum