1969 yılının hemen hemen bütününü İsla Negra’da geçirdim. Sabahın daha erken saatlerinde deniz inanılmaz derecede büyüyordu. Ucu bucağı belirsiz upuzun bir ekmeğin yoğrulması gibi. Derinliklerin bu gibi mayasıyla saçılmış köpükler ak un gibiydi.
Kış durgun ve sisli. Taşra kışlarının büyülü yanına her gün ocak ateşini de katıyoruz. Kumsalın ak kumları buralarda kimsenin yaşamadığı ya da yaz konuklarının gelmemiş olduğu zamanları anımsatan bir yalnızlık ve ıssızlık armağan ediyor bizlere… Bu sözlerime bakıp da insan kalabalığından hoşlanmadığımı sanmayın. Yazın yaklaşmasıyla genç kızlar, erkekler ve çocuklar büyük bir dikkatle dalgalara sokuluyorlar ve tehlike karşısında geri sıçrıyorlar. İnsanların deniz karşısında binlerce yıldır yaptığı dansı yapıyorlar, belki de insanlığın bu ilk dansını tekrarlıyorlar.
Kışları gecenin karanlığı sarar İsla Negra’da evleri. Sadece benim evim aydınlıktır. Kimi zaman karşı evde biri vardır sanırım, pencerelerinden birini aydınlık görünce. Oysa bu sadece bir ışık oyunudur. Kaptanın evinde kimse yoktur. Benim penceremin ışığı vurur kaptanın penceresine.
Yılın her günü yazılarımı çalışma köşemde yazarım. Oraya ulaşmam da, orada kalmam da kolay olmaz. Çünkü orada iki köpeğim Panda ve Çun Tu’yu çeken bir şey vardır. Bir Bengal kaplanı postu benim o küçük çalışma odamda serilidir. Yıllarca önce Çin’den getirmiştim. Pençeleri ve tüyleri döküldü. Ben ve Matilda, güve yeniklerini boşuna onarmaya çabalıyoruz.
Bizim köpekler eski düşmanlarının postu üstüne uzanmaktan pek hoşlanıyor. Bir boğuşmada yengiye ulaşmış gibi uzanıp hemen uyuyorlar. Çalışmayı bırakıp, odadan uzaklaşmamı önlemek isterlermiş gibi.
Bizim evde her an bir şeyler olur. Telefon uzaklardan bir haber getirir. Ne söylemeli? Ben evde değilim. Az sonra bir başka telefon. Ne yanıt vermeli? Evdeyim.
Evde değilim. Evdeyim. Evdeyim. Evde değilim. Böylesine ıssız İsla Negra’nın bile dünyadan uzak kılamadığı bir şairin günlük yaşamı.
Özellikle gazeteciler hemen hep aynı şeyi sorar: Şu sırada ne üzerine çalışıyorsunuz? Bu düzeyde bir soruya hep şaşırmışımdır. Çünkü işin doğrusu, ben hep aynı şey üzerine çalışırım. Aynı şeyi yapmaya hiç ara vermeden. Şiir yazarım.
Bunca yıldır yaptığım tek şeyin şiir yazmak olduğunu çok sonraları fark ettim. Ben hiçbir zaman tanımlamalara ve etkilere ilgi duymadım. Estetik tartışmalar beni ölesiye sıkar. Bunları savunanları, bunlardan hoşlananları küçümsemiyorum. Ben edebiyat yaratıcılığında doğum belgelerine de, birisinin arkasından saygı yüceltmelerine de yabancılık duyarım. Walt Whitman: “Aşırılığın her çeşidinden kaçınırım,” demiştir. Edebiyatta ayrıntılar ne denli değerli olsalar da, arınmış yaratıcılığın yerini almamalıdır.
Yazı defterimi bir yılda birçok kez değiştirdim. Güzel el yazımla doldurulmuş yeşil ipli defterler üst üste yığılıdır. Bu defterlerin pek çoğunu doldurdum. Sonra bunlar kitaplar oldu. Bir değişimden ötekine geçer gibi. Hareketsizlikten hareketliliğe geçer gibi. Böceklerin ateş böceği olması gibi.
Politika yaşamı beni gök gürültüsü gibi çekip aldı çalışmalarımdan. Bir kez daha döndüm insanların yanına.
İnsan kalabalığı yaşamımın öğretisi olmuştur. İnsanlara şairin doğuştan ürkek ve çekingen davranışı ile yaklaşırım. Fakat insanların ortasında kendimi bulunca değişiverdiğimi hissederim. O zaman kendimi büyük insanlık ağacının bir yaprağı bilirim.
Yalnızlık ve insan kalabalığı günümüz şairinin temel görevi olacaktır her zaman. Şili kıyılarının dalgalar savaşı İsla Negra’nın ıssızlığında hayatıma canlılık kattı. Suların saldırısı, kayaların saldırıya karşı koyuşu, okyanus hayatının çok yönlülüğü. ‘Süzülen kuşlar’ın eşsiz biçimleri ve köpük köpük dalgaların parıltısı beni her zaman şiddetle kendine çekmiştir.
Fakat yaşam dediğimiz şeyi o yüce su yükselmesinden öğrendim daha çok. Aynı anda üstüme çevrilmiş binlerce gözün sevgiyle bakışından. Belki de bütün şairler bunu hissedemez. Fakat bunu hisseden şair yüreğinde saklar ve şiirlerinde geliştirir.
Birçok insanı bir dakikacık umutlandırabilmek bir şair için heyecanlandırıcı ve ölümsüzleştiricidir.
Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum