“Ağaçları sevme yeteneğinde çok fazla insanlık vardır. İlk büyülenmelerimize duyduğumuz özlem vardır. Doğanın bağrında kendini bunca anlamsız hissetmenin büyük gücü vardır… Evet, bu işte: Ağaçların çağrısı, onların ilgisiz ululuğundan ve onlara olan sevgimizden dolayı bize hem dünyanın yüzeyinde kaynaşan gülünç ve aşağılık parazitler olduğumuzu öğretir, hem de bizi yaşamaya layık kılar, çünkü bize hiçbir borcu olmayan bir güzelliği tanıyabiliriz.”
Muriel barbery
Bir ağacın gövdesine
Sevinç içinde bir genç kız
Adını kazıdı
Sensin benim kabuğumu bıçağıyla çizen…
Ağaçlar canlı ama hayvanlar kadar canlı değil. Ayrım ne? Bir kere, ağaç daha uysaldır. İkincisi, ağaç daha gizemlidir. Üçüncüsü, ağaç yerinden oynamaz. Dördüncüsü, ağaç onu gizleyebilir. Kabuğunu oyduğunda ağacın acı duyduğuna inanmıyor. Koca bir dal kesildiğinde ne bir acı çığlığı duyuluyor ne bir acı kokusu. Yine de sıkıca sarıldığında ağaç, bu sınıflandırmadan çok daha kolay anlaşılır ölçüde canlı geliyor tenine. Hayvana dokunduğunda, hayvanın iradesi aralarına giriyor. Cesaret edip de tepesine tırmandığında öptüğü bir ağaç var. Hep aynı yerden…
Ağaçların birer varlığı vardır. Her birinde türüne göre değişen, hareket ve durağanlık, eylem ve eylemsizlik arasında gidip gelen olağanüstü bir denge vardır. Ağaçların varlığı bu denge kurulurken duyulur hale gelir. Uzun süre evlerin çatılarını taşımış olmaları pek şaşırtıcı değildir. Bir dostluk sunarlar. Kayıtsızlıktan pek ayırt edilemeyen bir uzaklığın dostluğudur bu. Yalnız evlerin değil sarayların, vergi tahsil dairelerinin, hapishanelerin, karargahların çatılarını da ayakta tutan onlar olmuştur. Ağaçların varlığı bir dostluk sunuyorsa, bu varoluş adalet ya da kayıtsızlık kavramından önce geliyordur. Sundukları dostluk uzamsaldır ve bu da bir tür ölçme, sayma yöntemidir. Sayılardan ya da matematikten çok zaman önce, insan dili yeryüzünü henüz yeni yeni adlandırıyorken, ağaçlar kendi ölçütlerini – uzaklık, yükseklik, çap ve hacim ölçütlerini sunuyorlardı. Canlı her tür yaratıktan daha uzundular, kökleri herhangi bir canlının ulaşabileceğinden çok daha derinlere iniyordu. Direk ya da sütun fikri onlardan doğdu. Ağaçlar insanoğluna yukarısındaki uzayı ölçmeyi öğretti ve bu öğretide – şimdi motorlu hızara benzin doldururken bile gizemli bir- şekilde hala varlığını hissediyorum – yeryüzü insana en dolaylı bir dille şu güveni verir: asla büsbütün yalnız değiliz.
…
“Ormanarası”ndan söz eder Jitka; zira köyünde olduğu gibi iki orman birleşmektedir aynı vadide. Lâkin bu “ara” edatı genel anlamda bütün ormanlara aittir, zira tam da bundan ibarettir ormanlar: Ağaçlarının arasında, ağaç altlarındaki sık çalılıkların ve açıklıkların arasında, güneş enerjisinden bir günlük ömrü olan böceklere kadar, tüm yaşam döngüleri ve birbirinden farklı zaman kıstasları arasında var olanlardır. Orman aynı zamanda, derinliklerine dalanlarla, bir ağacın arkasında ya da bir çalının içinde bekleyen, adı sanı belirsiz bir yaratık arasında bir buluşma yeridir. Elle tutulamayan ama ulaşılabilir uzaklıktaki bir şey. Ne sessiz ne de işitilebilir. Bu türden bir refakatçinin varlığını hisseden sadece ziyaretçiler olmayıp, yazılı olmayan işaretleri okuyabilen avcılar ve ormancılar da kesinlikle farkındadır onun.
John Berger