Gerçek saydığımız bir şeyin kökünde yatan bir korkudan doğar aşk: dünyaya olan güvensizlik duygusundan. Kendi mahallesi dışında kendini her yerde huzursuz hisseden modern çağın kuşkulu, paronayak insanı, güveni ve tamamlanmışlık duygusunu, ten, tin ve kader birliğinde arar. Sadece yalnızlığa ve acıya karşı köklü ve kesin bir kayıtsızlıkla direnenlerin aşka ihtiyacı yoktur. Tüm inançlar bir acı çekme ve imtihan edilme paradigması üzerine kuruludur. Çarmıhta acı çeken İsa’dan günümüze kadar uzanan acının tarihinde aşk, acı çekmenin en nadide başka bir kaynağıdır.
Eski sevgililerinden vazgeçmeden yeni hayatlara yatay geçişler yapan insanlar, birbirlerine adeta evrensel bir çekim yasası ile çekilirler. Geniş değerler dünyasından kendine yaşantı zenginleştiren bu “yatay tipoloji”, aşkı bir deneyimler yolculuğu olarak görür.
Aşk toplumsal algıda neredeyse deliliğe tekabül eden bir ruh hali. Aşkın mecnunumsu içeriği sayesinde gerçekliğin cehennemsi dünyasıyla aramıza bir mesafe koymaya çalışırız.
Kendimizi acımasızca itip kaktığımız bu hayat serüveninde bir teneffüstür aşk. Bir bitki gibi yaşadığımız gerçeklikten kaçırıp bir yanılsamalar ülkesine götürür bizi. Gerçeklerle yanılsamaların aynı düzlemde birbirinin alternatifi gibi algılanıp muğlaklığa neden oldukları yerde, bize yalanlara inanmayı öğretir.
Derinliğini önceden ölçemediğimiz bir uçuruma suskun inmek gibi, zorlu yaşama uğraşından vazgeçerek kendimizi derin bir uykuya bıraktığımız, anestezik bir durumdur, bizi dünyanın tasalarından kurtaran.
Hani olur ya, bu zalim ve ruhsuz gerçeklik karşısında bunaltıya benzer varoluşçu bir duyguya kapılırsınız; aşk olmadan işte bu duyguya katlanmak mümkün değildir.
Gerçek saydığımız bir şeyin kökünde yatan bir korkudan doğar aşk: dünyaya olan güvensizlik duygusundan. Kendi mahallesi dışında kendini her yerde huzursuz hisseden modern çağın kuşkulu, paronayak insanı, güveni ve tamamlanmışlık duygusunu, ten, tin ve kader birliğinde arar. Sadece yalnızlığa ve acıya karşı köklü ve kesin bir kayıtsızlıkla direnenlerin aşka ihtiyacı yoktur.
Tüm inançlar bir acı çekme ve imtihan edilme paradigması üzerine kuruludur. Çarmıhta acı çeken İsa’dan günümüze kadar uzanan acının tarihinde aşk, acı çekmenin en nadide başka bir kaynağıdır. Fuzulivari mazoşist kavuşmamayı temel alan narrasyon ve hikayelerde acı adeta umutsuz aşk aracılığıyla yeniden üretilir.
Kelimenin en kılgın anlamıyla hiçbir şey olduğumuzu hatırlatan ölüm gerçeğini tevekkülle ve gösterişsizce kabul etmeye başladığımız yaşlılık, ömrümüzün hüzün durağıdır. Hayatı lezzetli bir yemeğe benzetecek olursak, bayatlamaya yakın o yemeğin tencerenin dibindeki son kalıntılarını sıyırmaya benzer yaşlılık merhalesi.
Şehirler, isimler, bizi etkilyen sesler ve gürültülerin kocaman bir gerçekliğin içine sığdığı mikro bir evren, içimizde izler bırakarak, bir daha dönmemecesine geçip gider yanımızdan. Geriye derin yalnızlığımız kalır, sadece aynaların bozduğu.
Hatalarımızdan ders alabilmemiz için illa da ölülerin dirilip konuşması gerekircesine uslanmayız ve ısrarla sadakat ve vefanın aşkın en önemli erdemlerinden olduğunu kabul etmek istemeyiz. Hatta“erdemli aşk” mı olur canım, diye burun kıvırırız. çünkü modern zaman bize, ateşli tutkular ve aldatma geriliminin olmadığı ilişkilerin aşktan sayılmaması gerektiğini öğretir.
Bazen sıkılgan katillerdir aşık olduklarımız, zira bir süre sonra bırakıp giderler ve en kötüsü giderken sefilliğimizi ve düşkünlüğümüzü açığa vururlar; günler değil yıllar hiç değil, sadece güzel anlar kalır gidenlerden geriye.
Tek bir şey yıkıma karşı ayakta kalır, o da aşktır.
Rüzgardan koruduğum
sağır ve eskil bir suskunluktun Anna
Senden sonra öğrenemedim yalnızlığı
bu yüzden hep konuştum…
Tüm gelincik tarlaları ve tüm yıldızlı göklerin
çok ama çok uzağındayım artık
hala yaşıyor olmamın saçmalığına tutunmaya çalışıyorum…
Hazar’ın günden güne kuruması gibi
bir kıyım ve yıkım yaşıyorum içimde
bir insan yıkıntısıyım şimdi…
Oysa hayatımın
düşle us’tan oluşan iki kutbu arasına gerdiğim kuşaktın…
Gökyüzü, yapraklar ve sadece rüzgar Anna
hepsi bir hiçin içinde
en uzak gümüşe soluklaşırken
sensiz geceler öldürüyor beni…
Söyler misin anna
Birikmiş onca cesedi ne yaparım ben şimdi…
Josef Kılçıksız
(PhL)