Güç Dengesi*
Bizim amacımız, sadece bir halkın başına gelebilecek en büyük kötülük olarak savaşa karşı çıkmak değil, Türkiye’nin statükosunu muhafaza etmesinin bizi ilgilendirmediğine, Rusya’ya gösteriş yaparcasına barış zamanı muazzam bir maliyete katlanarak bu ülke lehine yapageldiğimiz silah satışının azaltılabileceğine ve bu tasarrufun İngiliz imparatorluğunun vergi mükelleflerine yönlendirilebileceğine işaret etmektir.
Bunu söylerken, “Kıta Avrupası devletleri arasındaki yerimizi korumak” olarak ifade bulan bir önyargıyla karşılaşacağımızın bilincindeyiz. Ne var ki bunu, borçtan münezzeh bir ülke olmak veya ülkemiz insanlarının zenginliğiyle, eğitimiyle vesair erdemleriyle diğer ülkelere örnek teşkil etmesi için değil, birtakım ülkeler birbiriyle savaşmaya kalkmadan önce İngiltere’ye danışsınlar, İngiltere bu gibi durumlarda bir arabulucu, şahit ya da önder olarak rol alsın, buna hazır olsun diye söylüyoruz. Bu egoist ruh o kadar yaygın ve o kadar az sorgulanır oldu ki, parlamentoda saygıdeğer bir üye ayağa kalkıp tacın bir bakanını, İspanya, Portekiz veya Türkiye’deki siyasi gelişmelere dair açıklama yapmaya davet edince -bu soru Meclis üyeleri tarafından kahkahalarla karşılanacağına (böyle bir soru, muhtemelen Washington’da seçmenlerine hizmet amacıyla bir araya gelmiş olan basit temsilcilerden gelir) veya soruyu sorana, Cain’in, “Ben İspanyol’un bakıcısı mıyım?” gibi bir cevap verileceğine- dışişleri sekreterimizin bu ulusların kaderi bize bağlıymışçasına yaptığı ciddi açıklamalar ve öne sürdüğü bahaneler sessizce ve dikkatle dinlenir. (…)
Son yüzyıl içinde tarihimiz, “Avrupa politikasına İngiliz müdahalesi” trajedisi olarak tanımlanabilir ki, müellifi ve oyuncuları prensler, diplomatlar, soylular ve generaller, kurbanı ise halk ve kendisine sekiz yüz milyon borç bırakılan gelecek nesillerdir.
Silahlanmayı azaltma önerimize de Avrupa ülkeleri arasındaki yerimizi muhafaza etme bahanesiyle karşı çıkılacağını söyledik. Kıta Avrupası’nın devlet politikasına İngiliz müdahalesi, Avrupa’nın mevcut güç dengesini sürdürmek ve ticareti korumak gibi iki beylik laflarla mazur gösterilir. Bu iki konuya dair gözlemlerimizi, söz konusu meseleyle dolaylı ilgisi olduğu için sunacağız.
Bir kralın ağzından çıkan ilk “güç dengesi” ifadesi, III. William’ın 31 Aralık 1701’de parlamentoya hitaben yaptığı son konuşmada üstü kapalı olarak geçer: “Sadece şunu ekleyeceğim,” der kral son olarak, “eğer İngiltere’nin Avrupa’nın güç dengesini elinde tuttuğunu görmeyi cidden istiyorsanız, bu sizin mevcut fırsatları doğru değerlendirebilmenize bağlıdır.” Ogün bugün (son zamanlarda iyice eskimiş ve içi iyice boşalmış olsa da) hemen hemen her kral “Avrupa’nın dengesi”nden söz etmiş ve her ne kadar bunu sözde “Kıta güvenliği” ile izah etmişse de, daima dengeyi İngiltere’nin elinde tutması gerektiğine işaret etmiştir. Bu ifadenin halkın kulağına hoş geldiği varsayılıyor; bir tür özsermaye veya hakkaniyet ima ettiği, İngiltere Avrupa’nın dengesini elinde tutarken dünyanın yarısının adalet makamını işgal ettiği düşünülüyordu. Oysa, böylesine onurlu bir makam, onu savunacak ve bir görev olarak benimseyecek uygun insanlar olmaksızın elbette sürdürülemezdi. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, tarihimizin şu döneminde her daim hazır bir ordunun göreve çağrıldığını görmekteyiz. Hükümet, Avrupa’nın özgürlüğünü koruma bahanesiyle, zaman zaman bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, (artık her yıl meclisten geçtiği haliyle) ordunun yıllık bütçesini meclisten, yıllık İsyan Yasa Tasarısı’nın dibacesine “Avrupa’da güç dengesini korumak amacıyla” ifadesini eklemek suretiyle geçirmiştir. O halde, “güç dengesi” incelemeye değer, önemli bir konudur, çünkü her bir kuruşu vergi olarak okurlarımızın ceplerinden çıkacak ve dolayısıyla onların işlerini, yaşamlarını etkileyecek olan, on iki milyonun üstünde bir kamu harcamasını ima etmektedir.
Okurlarımızdan bu konuyu incelememiş olanlar, “güç dengesi”nin muhtelif tanımlar altında ama aslında neyi ifade ettiğini görünce epeyce şaşıracaklardır. Kuram -zira bugüne dek uygulamaya konulmamıştır- bilinen yüz yıllık varlığıyla, bugün her zamankinden anlamsızdır. Mesele, son zamanlarda akıllı siyaset adamlarının gündeminden, tıpkı “ticaret dengesinin” çıktığı gibi çıkmıştır ki, biz bunun en az diğeri kadar önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yüzlerce yıl kralların konuşmalarının zorunlu bir parçası, devlet adamlarının başlıca konusu, dinsel antlaşmaların temeli ve savaşların nedeni olan “güç dengesi” -ki karada ve denizde hazır bekleyen muazzam ordunun bahanesi olarak bugüne dek hizmet etmiş ve gelecek yıllarda da hizmet edecek olan bir kavramdır ve yüzlerce milyonluk hazine değerindedir- güç bir hayaldir! Bu bir safsata, bir hata, bir aldatmaca değildir. Bu tarif edilemez, anlatılamaz, anlaşılmaz bir hiçliktir; akla fikre değil, atalarımızın bize kendilerini hatırlatmak amacıyla yazdığı, Prester John ya da felsefe taşı kadar boştur. Ne var ki, bizler bu kuramın en iyi tanımının ne olduğunu görmek zorundayız.
“Bu dengeden,” diyor Vattel, “hiçbir hükümdar ya da devletin diğerlerine egemen olamayacağı ya da onlara yasa koyamayacağı bir düzen anlaşılmalıdır.”
“Güç dengesi olarak adlandırılan şey,” diyor Gentz, “birbirine komşu ve birbirine az çok bağlı devletlerin arasındaki, kimsenin etkili bir dirençle karşılaşmaksızın, yani kendisini tehlikeye atmaksızın diğerinin bağımsızlığı ya da temel haklarına müdahale edemeyeceği bir yapısal düzenlemedir.”
“Dengeleyici sistemin başlıca ve en belirleyici özelliği,” diyor Brougham, “ülkelerin dış işlerince telkin edilen itidal ve birbirini gözetim; milli duyguların veya tutkuların olası çıkarcılığı itibariyle ihtiyat; hiçbir ilişkinin söz konusu olmadığı uzak ülkelere aynı bağlamda özen; tüm Avrupalı güçleri etkileyen yasalara saygı gösteren ve ortak bir ilke çerçevesinde hareket eden birlik; kısaca, medenileşmiş devletlerin, evrensel olarak kabul gören büyükelçi ve diplomatları aracılığıyla karşılıklı denetim hakkıdır.”
Bunlar “güç dengesi” olarak adlandırılan sisteme bulabildiğimiz en iyi tanımlardır. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu tanımlardan her biri tek başına ele alınınca yazarının maksadına hizmet etmeyecek kadar muğlak, birlikte ele alınırsa akıl karıştırıcıdır, çünkü birbiriyle çelişmektedir: Gentz, “birbirine komşu ve birbirine az çok bağlı devletlerin arasındaki yapısal düzenleme” olarak tanımlarken, Brougham, “hiçbir ilişkinin söz konusu olmadığı uzak ülkelere de aynı bağlamda özen göstermek” olarak tanımlar… Bu yazarların güç dengesi lehine konuşan diğer birçok yazar ve konuşmacıyla tek ortak yönü, Avrupalı ulusların bugüne kadar böyle bir sisteme rıza göstermediğini göz ardı ediyor olmalarıdır. Brougham’ın “ortak bir ilke çerçevesinde hareket eden birlik” varsayımından, Gentz’in “yapısal düzenleme” ya da Vattel’in “düzen” referansından hareketle bir hükme varacak olursak, Avrupa’da son yüz yıldır çeşitli krallıkların, Amerika’dakine benzer bir federal birlik çerçevesinde mutlu mesut yaşamakta olduklarını söylemek yanlış olmaz! Sorarım size, Kıta Avrupası ülkeleri tarihin hangi döneminde aralarında böyle bir anlaşma yapmıştır? Utrecht barışından önce mi? Avusturya veraset savaşından önce mi? Yedi yıl ya da Amerikan savaşından önce mi? Yoksa Fransa’nın devrimci mücadelesi sırasında mı vardı? Yoksa Avrupa’nın sürekli savaş alanı olduğu ve sadece enerji toplamak için ara verdiği dönemlerde mi oldu?
Kıta Avrupası ülkeleri hangi çağda, Gentz’in dediği gibi, “kimsenin etkili bir dirençle karşılaşmaksızın, yani kendisini tehlikeye atmaksızın, diğerinin bağımsızlığı ya da temel haklarına müdahale edemeyeceği” bir düzenlemeye taraftar oldu? İngilizler Cape’de veya Doğu’da Hollandalıyı bozguna uğratırken ya da Fransa’nın elinden Kanada’yı alırken böyle bir düzenleme var mıydı? Daha da kötüsü, anavatanının bir kısmına zorla ve canice el koymak suretiyle, İspanya’nın “temel hakları”nı ihlal ettiğinde var mıydı? Rusya, Prusya ve Avusturya, Polonya’nın paylaşımını imzaladıkları sırada, böyle bir düzenlemeye taraftar mıydı? Ya da Fransa İsviçre’nin bir kısmıyla birleştiğinde, Avusturya Lombardiya’nın ele geçirilmesinde ve İsveç, Türkiye ve İran’ı bölerken Rusya veya Silezya’yı kendisine katarken, Prusya böyle bir düzenlemeye taraftar mıydı?
Avrupalı güçler hiçbir zaman sözlü ya da zımni anlaşma yoluyla, “yasalara saygı gösteren ve ortak bir ilke çerçevesinde hareket eden birlik” olmadı; inanıyoruz ki, “güç dengesi” kuramı buna ihtiyaç duyanlara hizmet etmek üzere icat edilmiş olan ve her çağda papağan gibi tekrarlanarak yorumlanan bir sistemin ifadesidir. Bir an için bu bakış açısıyla değerlendirirsek, “dengeleyici sistem”in modern tarihin bir döneminde, tüm Kıta Avrupası devletlerince tanındığını ve kabul edildiğini; bu sayede, güçlü ve zayıf devletlerin aynı/eşit güvenlik tabanında buluştuğunu ve hiçbir hükümdar ya da devletin “diğerlerine baskın çıkamadığı”, karşılıklı bir taviz ve teminat ruhu yaratmış olması beklenirdi. Oysa, görüyoruz ki, Avrupa’nın dengesi (eğer bir anlamı varsa) Hollanda’nın açık sözlü kralının parlamentoda itiraf ettiği üzere, büyük güçlerin “Avrupa’nın dengesini elinde tutma” isteğinden başka bir şey değildir. İngiltere, Avrupa terazisini hemen hemen yüz yıldır, karşıt çıkarları dengelemek amacıyla ve gözü bağlı bir hukuk ilahesi olarak değil, büyüme amacıyla tuttu. İngiltere’nin bu fetih tutkusu, yetenekleri oranında diğer büyük güçleri de harekete geçirdi. Eğer bazı küçük devletler bağımsızlıklarını hâlâ koruyorlarsa, bu, “dengeleyici sistem”in vesayetinden dolayı değil, anlamsız teritoryal genişlemeye doğanın izin vermemiş olmasındandır: sadece çeşitli ülkelerin fiziksel sınırları vasıtasıyla değil, istilacının daha da korkunç ahlaksızlıklarını engellemek üzere dil, yasa, örf, âdet birliği; yurtseverlik ve özgürlük insiyakı; yöneticilerin miras yoluyla edindikleri imtiyaz ve en önemlisi, bütün bunları göz ardı etmek üzere uluslar ve devletlerin her çağda bir bahane öne sürmesi…
Ancak, parlamentonun doksan bin kişilik daimi bir ordu oluşturmak amacıyla yıllık yasanın dibacesinde yer verdiği “güç dengesi” ifadesinin anlamını keşfetmeden geçemeyiz. Bu kuram, tarihçi Robertson’a göre, ilk kez Floransa Cumhuriyeti’nin müreffeh çağında İtalya’nın Makyavelci devlet adamları tarafından icat edildi; On Altıncı yüzyılın erken dönemlerinde Batı Avrupa’ya ithal edildi ve aynı dönemde ticari ve medeni uluslardan ödünç alınan diğerleriyle birlikte -V. Charles’ın tarihçisinin ifadesiyle- “moda” oldu. Bu açıklama, diğer bazı yazarların açıklamalarıyla uyuşmaz ama “güç dengesi”nin ignis-fatuus (aldatıcı-ümit) özelliği itibariyle tutarlı olduğu için, sistemin doğası ya da kökeni konusunda sadece iki yazar hemfikir olur. Lord Brougham, kuramın kökeninin Atinalılar kadar eski olduğunu savunur; Hume, “dengeleyici sistem”in ilk savunucusunun Demosthenes olduğunu söyler; antik dönem tarihinin takviminde savaştan başka bir şey olmadığını hatırlarsak, bunu ne kadar yerinde bir tespit olduğunu anlarız! Ne var ki, “güç dengesi” kavramı her kim tarafından ya da her ne devirde icat edilmiş olursa olsun, bunun korkudan kaynaklandığı (ki, içgüdüsel, doğal bir duygudur) ve aslında bir devletin tehlikeli biçimde büyümesini engellemeyi amaçlayan bir çare olarak görüldüğü muhakkaktır. Bu, bize gücün sadece fethin ve büyümenin ürünü olarak görüldüğünü hatırlatır. Oysa, bu risalede önceden değinildiği üzere, İngiltere ve Birleşik Devletler için olduğu gibi, insanlığın en büyük gücü, emek, gelişme ve keşiflerdir, fatihin kılıcı değil, çünkü uluslar en üstün güce ve görkeme bunlar sayesinde yükselmeyi umut edebilirler. Vattel’in, sayesinde “hiçbir hükümdar ya da devletin diğerlerine baskın olamayacağını” söylediği ya da Gentz’in “kimsenin etkili bir dirençle karşılaşmaksızın, yani kendisini tehlikeye atmaksızın, diğerinin bağımsızlığı ya da temel haklarına müdahale edemeyeceği”, Brougham’ın, “ülkelerin dış işlerince telkin edilen itidal ve birbirini gözetim” olduğunu söylediği bir “güç dengesi” ortamına uymayı kabul eden bir sistem -böyle bir dengeleyici sistem- mekanik ve kimya biliminde, sanayide, eğitimde, ahlakta ve özgürlükte atılan hızlı adımlar sayesinde elde edilen gücü göz ardı edemeyeceği açıktır.
Lort Bacon,{132} imparatorluğa dair denemesinde, söz konusu soruna daha geniş bir açıdan bakarak der ki: “Komşu ülkeler için işe yarayabilir nitelikli sadece tek bir kural vardır. Şöyle ki, prensler komşuları kendisine eskisinden daha çok sıkıntı verecek kadar büyümesin diye (topraklarını büyüterek, ticareti benimseyerek vb. yoluyla) gözcüler tutarlar. Bu durumu tespit ve engellemek, daimi konseylerin işidir.” Bu görüş, bize, “güç dengesi” kavramının genel kabul bulan tek sağlam ve doğru ilkesi olarak görünmektedir. Ne ki, öyle bir adaletsizlik ve insafsızlık barındırır ki, konu hakkında sonradan yazı yazan yazarlar, bu ilkeyi benimsemek suretiyle ticaretin ve medeniyetin gelişmesini sağlayacak tüm diğer faaliyeti engellemeye cesaret edememişlerdir; insanlığın en akıllı, en büyük, en acımasızları tarafından başka türlü değerlendirilmesi, bütün bir sistemi aşağılanmaya ve sağlıksız, yetersiz ve hayal mahsulü olarak damgalanmaya mahkûm etmek demektir. Lord Bacon’ın kuralına gelince, insanlığın büyük düşmanı -yani kendisi- bir konsey oluşturarak bu güzelim dünyayı tüm potansiyeliyle kendi cehenneminden daha kasvetli, büyük bir ölüm ve mutsuzluk tiyatrosuna çevirecek bir uluslararası yasa icat etmek isteseydi, filozofun tam da bu sözlerinden yararlanır, bizi vahşi hayvan düzeyine indirgerdi! Onlar kendi içgüdülerine rağmen savaşmazlar ama bu “kural”, şayet evrensel olarak uygulanırsa, bizi entelektüel insanın ayırt edici özelliği olan gelişme içgüdüsüyle birlikte yok eder. Büyük yazarlara güç ve otorite kazandıran tüm bilgi artışını yasaklar; ahlak ve özgürlüğün yükselişini, ki bunlar da birer güçtür, men ederdi. Şayet Lord Bacon’ın “kuralı” uygulansaydı, cahil Ruslar buhar makinelerimize ve becerikli zanaatkârlarımıza savaş açmakla kalmaz, onlardan daha da barbar olan Türkleri, Petersburg medeniyetini ve ticaretini yerle bir etmeye çağırmak zorunda kalırdık…
O halde, “güç dengesi”nden öncelikle bir kuruntu olarak kurtulabiliriz, çünkü Vattel, Gentz ve Brougham’ın sistemin temeli olarak Kıta Avrupası için savunduğu “düzen”, “yapılanma” ya da “birlik” asla var olmamıştır. İkincisi, bu kuram temelsiz olduğu için göz ardı edilebilir, çünkü güçleri dengeleyebilmek için söz konusu ülkelerin hangi itibarla (toprakların büyüklüğü, nüfus, zenginlik vb.) değerlendirileceğine açıklık getirmemiştir. Ve son olarak, gelişmenin ve emeğin büyüttüğü sessiz ve huzurlu itibarın gücünü göremediği için eksikli ve etkisizdir.
Batıya Yön Veren Metinler [Cilt 3] Milliyetçilik
* Richard Cobden, Political Writings The Balance of Power William Ridgway, 1878.
Bir İngiliz imalatçısı, siyaset adamı ve risale yazarı olan Richard Cobden (18041865), Manchester Ekolü diye bilinen “Barış, Tasarruf ve Reform” ideallerine adanmış oluşumun sözcüsüdür. Bu ekolün reformdan anladığı, esas olarak ticarette merkantalist{121} engellerin kaldırılmasıdır ve nitekim 1846’da Mısır Yasası’nı yürürlükten kaldırarak büyük başarı kazanmıştır. Yine bu ekolün tasarruftan anladığı, hükümetin harcamalarda genel olarak kısıtlama yapması, özellikle de silah harcamalarını azaltmasıdır. Cobden’in serbest ticaret ve tasarrufa önem vermesinin nedeni, ulusun menfaati kadar, bu durumun uluslararası barışa hizmet edeceğine olan inancıdır. Ekonomik milliyetçilik ve güç dengesi ilkesini savaş nedeni olarak değerlendirir ve her ikisine de karşı çıkar. Cobden’in bu görüşleri, 1836’da yayımlanan Rusya, Türkiye ve İngiltere adlı risalesinde yer almaktadır.