Düşkünler, batakçılar, bağımlılar ve iradesizler dünyasında sıradan bir kelimeye dönüşmüştür bu kelime.
Koca ülke, orta çapta bir öğrenci yurduna döndü. Sokaklarda dolaşmaları için yaş gruplarına saatler veriliyor, marketler yurt kantini misali belli saatlerde açılıp kapanıyorlar ve sosyalleşmenin yeni adresleri konumuna geliyorlar. Ergenliklerini evlerde, hem de tüm ev ahalisi evdeyken yapmak zorunda kalanlar, cumaları dışarı çıkıp birer birey olduklarını bir kez daha anlarlarken, 65 yaş üstü olanlar pazar günleri belli saatlerde ellerini arkalarında bağlayıp kaldırımlarda şenlikli bir köşe arıyorlar. Gençlerle yaşlıların bir araya gelememesi, aynı sokaklarda temas halinde olamamasının sosyo-kültürel etkileri, ilerleyen zamanlarda yavaş yavaş ortaya çıkacaktır ama en azından “yeni kuşak çok bozdu” kalıbının bir süreliğine ağızlarda dolaşmadığı ve gençlerin kendilerinin de yaşlanacaklarını unuttukları ve çok şımardıkları fark edilebiliyor.
Direklere hoparlör bağlanıp tüm ülkeye aynı anda anons yapılsa kimse şaşırmayacak neredeyse: “Kütahya, lütfen! Nereden geliyor bu rahatlık? Artık evinize girer misiniz? Saat geçti..Lütfen!” gibi bir anons tüm illeri hizaya getirir miydi dersiniz? Ya da “Urfa! Şanlıurfa! Sıcak virüsü öldürür mü emin değiliz. Hele isotun etkisi hakkında hiç bilgimiz yok. Lütfen, rica ediyoruz, lütfen evinize girin!” tipi bir anons, ahâliyi ne kadar etkilerdi acaba?
Olan ve olacak olan bi’çok şeye artık şaşırmıyoruz. Bunların hepsi, bir kırılma noktasından geçtiğimizi gösteriyor ve sonraki zamanı tarif ederken hep aynı kelime kullanılıyor: “artık”. Yukarıdaki cümlelerin çoğunun uygun yerlerine “artık” kelimesini koyduğunuzda hiç de garip olmayacağını hatta hepsine uyduğunu görebilirsiniz.
“Artık”, keskin bir kelime. Bıçak gibi değil ama, ağır metalden yapılma keskin bir balta gibi. Zaman çizgisini kesen bu keskinlik, etkisini göstermesi için bıçak gibi ileri geri gidip gelmektense, balta gibi tek vuruşta bitirir işi. Zaman, yani yaşanmışlıklar, kesilen yerden öncesi ve bundan sonrası diye ikiye ayrılır. Tamamen yanılsamadır belki ama kelimenin ses yapısı da bu balta hissini güçlendirir: ilk hecenin sesli harfi “a” olabildiğince geniş bir ünlü iken, ikinci hecenin ünlüsü “ı” dar ve keskin bir hava yaratır. “T” ve “k”nin sertliği de cabası. “Ar-tık” dediğinizde sanki baltayı yukarı kaldırıp sonra tek seferde aşağı indirmişsiniz gibi olur.
“Sana güvenmiyorum artık” cümlesi gibi bir cümle, ister sindirim sistemimizin giriş kapısından çıkmış olsun, isterse yazı yazılabilen herhangi bir nesneye yazılmış olsun, duyulduğunda ya da okunduğunda kalp tökezler, beyin buruşmasına müteakip ağızda bir büzüşme peyda olur. Önceden yapılmış olanlar, gözlerin önünden bir şerit misali geçer. Cümlede yıkım vardır. Sonraya dair büyük bir değişim iddiası söz konusudur ve tüm marifet, başroldeki kelimemiz “artık”a aittir. Kendisini cümleden çıkartınca geriye neredeyse bir şaka kalır: “Sana güvenmiyorum”. Bu söyleme karşı pekâla “hadi ya, niyeymiş o” diye yayvan yayvan cevap verilebilecekken, “sana güvenmiyorum artık” denilmişse iş gerçekten ciddidir. Çünkü ya her şey düzgün giderken bir olay meydana gelmiş olmalıdır ya da eskiden beri tahammül edilmiş olan bazı durumlar, artık bir tarafın dayanma uzuvlarında şişme yapmış ve sonunda “artık”la patlamıştır. “Artık” kelimesini kullanan da bunun farkındadır. Karşımızda düşünülmüş ve gerçekten samimice sarf edilmiş bir “artık” varsa bu, bir kez kullanılabilir. İkincisi olmaz. İkinci kez kullanıldıysa birinci kullanımı tu kaka ilan edilmiş olur ve karşı tarafta şımarma yapar. Şöyle ki: birisi, bir diğerine “artık seninle görüşmek istemiyorum” deyip de zamanla tekrar iletişim kurup görüşmeye devam ettiyse, görüşülmek istenmeyen karşı taraf, içten içe “n’oldu, n’oldu, ha n’oldu? Hani artık görüşmeyecektik?” diye geçirmiyorsa ilerde ya ak sakallı dedeye ya da beyaz entarili nineye dönüşecek uhrevi bir kişiliktir.
Tabii ki her kullanımı bu kadar ciddi olmayabilir.
Düşkünler, batakçılar, bağımlılar ve iradesizler dünyasında sıradan bir kelimeye dönüşmüştür bu kelime. Kimse kelimeyi duymaz bile. Yazılmışsa biraz dikkat çekebilir. Ama bu saydığımız tayfa, pek yazmaz. Sözün uçup yazının kalıcı olduğunu ve ileride sözlerini tutmayınca, tüm yazılanların aleyhlerinde delil olarak kullanılacağını bilirler çünkü. Bazen içlerindeki bazı dikkatsizler, kısa mesajlarda uzun deklerasyonlar döktürürlerken kullanırlar “artık” kelimesini. Misal, içme alışkanlığını tahammül sınırlarının sıfır noktasına taşımış bir ayyaş abimiz, “üstüne gül koklamadığı, herkesten çok sevdiği sırdaşına, yoldaşına” bundan sonra her şeyin farklı olacağına ve dolayısıyla bunun ilk hamlesi olarak da içmeyeceğine dair “artık içmeyeceğim” diye bir mesaj atmışsa, çok da uzun olmayan bir süre sonra malûm sona gelindiğinde, “hani artık içmeyecektin, ayyaş herif” diye kendisine insan sesi şeklinde trafo elektriği gönderilirse bunun karşısında paratoner kesilip tüm yüksek gerilimi istifini bozmadan yer kabuğuna postalar. O sırada düşündüğü tek şey, bir daha böyle iddialı kelimeler içeren mesajlar yazmaması gerektiğidir. Bu durum, başına belâ olmaktadır.
Düşkünlerle başlayıp batakçılarla devam eden tayfanın üyeleri, “artık” kelimesini ister sözlü, ister yazılı kullanmış olsun, her bir kullanım ve sonrasındaki her bir hezimette daha bir düşkün daha bir batakçı durumuna düşerler. Ara ara inandırıcı bazı ataklar gerçekleşir ama bu “yeni başlangıç”, o kadar dışavurumcu bir hâl alır ki, görenleri hayrete düşüren bazı manzaralar oluşur. Aylakçı bir abimiz, artık çalışacağını ve evine ekmek götüreceğini söyledikten sonra bir çay ocağında çalışıyorsa mesela, takım elbise-kravatla esnafa çay dağıtır, etrafındaki tüm canlılara gülücükler saçarak ve sekerek yürür. Çiçekleri koklar, kedilerin başını okşar. Gören de kendisini bir bankanın ihtiyaç kredisi reklam çekiminde zanneder. Bu bir kasıntı hâlidir ve süreç son bir “artık farklı olacağım” cümlesiyle başlamıştır.
Aynı kadere mahkûm olmak için ortalama bir halk kesiminden olmanıza gerek yoktur. Verilen değişim sözlerinin fos çıkmasıyla nice entelektüel concona, nice yazar kitapsevere dönüşmüştür. Sinemacıları konu etmeye bile gerek yok. Bu altında ezilinen “artık” kelimesinin başrolde olduğu değişim vaatlerinde bir de kelimemizin başına ya da sonuna “bu sefer” diye bir ek yapılıyorsa, hastadan umudu kesmemiz gerekir. “Abi bu sefer yazıcam ya” dedikten sonra bunu duyan dost, sessizleşerek arkadaşının entelektüel kişiliğinin ölümü için bir dakikalık saygı duruşuna geçer ve bu saygı duruşu yazma iddiasındaki arkadaşın “gerçekten!” sözüyle yarıda kesilir.
Değişim isteğiyle yanıp tutuşan bir çok insan için bu kelimemiz, ilk kullanımında bir güç kaynağı işlevi görür. Değişim isteği bir başka kişiye “artık” kelimesiyle birlikte deklare edildiğinde adeta bir sözleşme imzalanmış olur ve bu değişecek kişiyi zorlama görevi görür. “Artık düzgün bir ilişkim olsun istiyorum, emek vermek istiyorum” diyen bir kişi, karşısındaki kişiye “bak sen de şahitsin, n’olur denetle beni” demektedir aslında ve bu iyi bir sosyalliktir. Fakat bu isteğin karşısında dost bildiklerimiz bize “e hadi bakalım” gibi bir tepki verirse “valla ben yokum, sana da güvenmiyorum” anlamı kendini dayatır. Ama her zaman böyle olmaz. Gerçek dostlar, böyle yapmaz.
Durduğu yere göre nasıl anlamlar kazanırsa kazansın “artık” kelimesinde tuhaf bir yan vardır. Bu tuhaf yan, kelimenin kökünde gizli. “Art”, geri, arka anlamına geliyor malûm. “Artık” da “arta kalan, geriye kalan” anlamında kullanılıyor çoğu zaman. Fakat “artık” kelimesi kullanıldığı her durumda geriyi silip ileriye bakma anlamını yaratıyor. “Artık daha az uyuyacağım”, “artık senden hoşlanmıyorum” gibi birçok cümlede, geçmişte olanların etkisiyle ileriye dönük bir değişim, geriyi işaret eden bir kelimeyle hayat buluyor. Aslında bu tuhaf durum, şu şekilde açıklanırsa belki daha kolay anlaşılabilir: insan hayat çizgisinde önünü geleceğe değil geçmişe, arkasını geleceğe dönmüş gibi ilerler gibidir. Dolayısıyla ölüm de önümüzde değil arkamızda kalır ve “artık” derken aslında “ölene kadar” demek isteriz ve “geriye kalan zaman”ı kast ederiz. Geriye kalan zaman, ölümle şu anımız arasında kalan zamandır ve “ardımızda” geçmiş değil gelecek durmaktadır. Bunca açıklama çabasına rağmen geleceği anlatmak için geri yani “art” kelimesini kullanmak hâlâ tuhaftır.
Nerde ne anlama gelirse gelsin, en güçlü yanı, bir kopuşu ilan etmesi, geçmişin birikimini içermesi ve onun verdiği enerjiyle zaman çizgisine bir kesik atarak geleceği kurgulamasıdır. Binlerce yıldır yaşanan bunca saçmalığın, eşitsizliğin, sömürünün ve kıyımların verdiği güçle ölümle aramızda kalan zamanı yeniden kurgulamak için kullanılan ve gereği yapılan bir “artık”, en değerli ânımız, en cesaretli adımımız olabilir.
Aykut Emre