KAYITSIZLIK
Uzun marşandiz treni, çoktan beri istasyonda duruyor, lokomotiften, sanki sönmüş gibi, hiçbir ses çıkmıyor. Trenin yanında, istasyon kapılarında kimsecikler görünmüyor.
Bir vagondan solgun bir ışık şeridi çıkıyor, manevra rayları üzerine kayıyor. Vagon içinde, yere serilmiş bir keçe üzerinde iki kişi oturuyor, biri geniş kır sakallı, kalpağı andıran uzun bir kürk şapka, kürklü kısa palto giymiş ihtiyar bir adam; öbürü, daha bıyıkları terlememiş bir genç. Üstünde yünlü kumaştan lime lime bir ceket, ayağında çamurlu çizmeler var. İkisi de marşandiz ile hayvan götürüyorlar. İhtiyar ayaklarını öne doğru uzatmış, susarak oturuyor, bir şeyler düşünüyor. Genç ise yarı uzanmış, elindeki armonikle oynuyor, hafif hafif, işitilir işitilmez, sesler çıkarıyor. Yanlarında, içinde bir yağ mumu olan bir fener asılı duruyor.
Vagon, tıka basa dolu. İnsan fenerin donuk ışığı altında, vagon içindeki şeylere dikkatli dikkatli bakmaya başlarsa ilk ağızda gözleri önünde canlı, olduğu belli ama çok acayip, biçimsiz şeyler belirir. Bu mahlûklar, birbiriyle itişip kakışan, sessizce kaygan duvardan yukarıya, tavana doğru tırmanan dev yengeçleri andırıyor.
Yalnız, biraz daha dikkatli bakılınca karanlık içinde boynuzlar, boynuz gölgeleri, upuzun, kemikleri çıkmış sırtlar, kirli deriler, kuyruklar, gözler görülüyor. Bu şekiller, öküzlerle gölgeleridir. Bazıları başlarını çevirip insanlara bakıyor, kuyruklarını sallıyor, bazıları yatmaya yahut ayakta daha rahat durmaya çalışıyorlar. Yerleri dar. Bazıları yatınca, öbürleri ayakta durmak, birbirlerini sıkıştırmak zorunda kalıyor. Ne yemlikleri, ne saman döşekleri, ne de bir tutam otları var. [Rusya’da o zaman birçok demiryollarında yangın çıkmasın diye vagonlarda ot bulundurulmazdı. Bunun için yollanan hayvanlar bütün yol boyunca yiyeceksiz kalırlardı.]
Uzun bir susuştan sonra ihtiyar, cebinden kapaklı bir saat çıkarır; saat ikiyi çeyrek geçiyor:
— Aşağı yukarı iki saattir bekleyip duruyoruz. Gidip biraz dürtüklemeli, yoksa sabaha kadar burada kalırız. Uykuya mı daldılar, nedir, Allah bilir.
İhtiyar, ayağa kalkıyor, uzun gölgesiyle vagondan dikkatli dikkatli aşağıya, karanlığın içine iniyor. Tren boyunca lokomotife doğru yürüyor. Yirmi kadar vagon geçtikten sonra kızıl bir ocak görüyor. Ocağın önüne biri oturmuş, hiç kımıldamadan duruyor, kasketinin güneşliği, burnu, dizleri, kırmızı bir renkle aydınlanmış. Geri kalan tarafları kapkara; karanlıkta zor fark ediliyor.
İhtiyar:
— Daha çok mu bekleyeceğiz? diye soruyor.
Ses yok. Hiç kımıldamayan adam herhalde uyuyor. İhtiyar, sabırsızca gırtlağını temizliyor. İnsanın iliklerine kadar işleyen nemli hava altında büzülüyor. Lokomotif etrafında dönüyor. Bu sırada da iki fenerin kuvvetli ışığı, bir an gözlerini kamaştırıyor. Bu yüzden gece ona daha da karanlık geliyor.
Küçük istasyon binasına doğru gidiyor.
Peron basamakları ıslaktır, şurada burada yeni düşmüş eriyen karlar, beyaz beyaz, küme küme görülüyor.
İstasyon binasının içiyse aydınlıktır, bir hamam gibi sıcaktır, içerde gaz kokusu vardır. Bir baskülden, üstünde bir kondüktör üniforması duran sarı bir kanepeden başka bir şey yok. Solunda ardına kadar açık iki kapı vardır. Birinde telgraf masası, yeşil kalpaklı bir lâmba görülür, öbürü, koyu renge boyalı kocaman bir dolapla yarı yarıya dolmuş bir odaya açılır. İçerde başlı kondüktörle makinist, pencere pervazı üzerine oturmuşlar, ellerinde bir şapka, boyuna tartışıyorlar. Makinist:
— Sahici kunduz değil, Polonya kunduzu, diyor. Sahici kunduz böyle olmaz. Ne kadar eder öğrenmek ister misiniz, beş rubleden fazla etmez.
Başkondüktör öfkeli öfkeli:
— Bu işlerden pek de çakarsınız ya, diye cevap verir. Beş ruble olur mu hiç? Durun şu tüccardan soralım. (İhtiyara dönerek) Bay Malahin, siz ne dersiniz, sahici kunduz mu bu, yoksa Lehistan kunduzu mu?
İhtiyar Malahin, kalpağını eline alır, tam bir uzman tavrıyla kürkü yoklar, üzerine üfler, koklar, öfkeli yüzünde birden küçümseyen bir gülümseme belirir, keyifli keyifli:
— Evet, Lehistan kunduzu bu, Lehistan kunduzu, der.
Gene bir tartışmadır başlar. Başkondüktör şapkanın sahici kunduz olduğunda direnir, makinistle Malahin böyle olmadığına onu kandırmayı çalışırlar. Tartışma sırasında ihtiyar, birdenbire buraya niçin geldiğini hatırlar:
— Kunduz, kunduz, şapka şapka ama tren de duruyor, baylar; nedir, ne bekliyoruz, gidelim artık.
Başkondüktör:
— Gidelim, der. Bir sigara daha içelim de gidelim. Ama aceleye de lüzum yok. Nasıl olsa bizi istasyonda durdururlar.
— Ne münasebet, neye durdursunlar?
— E, öyle işte. Bir istasyonda geç kalıncı öbür istasyonlarda da durdururlar. Karşıdan gelen trenlere yol vermek için. Şimdi gitsek de bir, sabahleyin gitsek de. Ne yapsak artık 14 numarayı alamayız; herhalde 23 numarayı verirler.
— O, sizin diliniz de ne biçim dil bu canımç
E— h, böyle işte, bizim dilimiz.
Malahin, başkondüktörü dikkatli dikkatli süzer. Bir düşünür, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldanır:
— Allah belâsını versin yalan söylüyorsam. Hesap ettim, not defterime bile yazdım. Bütün yol boyunca tam otuz saat kaybettik. İşi öyle bir hale sokuyorsunuz ki, baylar, bu gidişle ya öküzler geberir, yahut da yerine varınca etleri iki ruble bile etmez. Bu, yolculuk değil, batak işi.
Başkondüktör kaşlarını kaldırır, doğru ama elden ne gelir der gibi derin bir ah çeker. Makinist susar, düşünceli düşünceli kalpağa bakar. İkisinin yüzünde de gizli bir düşünce okunur. Açığa vurmazlar ama gizlenmek istendiğinden değil, bu gibi düşünceleri sessizlik, sözden daha iyi anlattığı içindir, ihtiyar anlar. Elini cebine atar. Bir on rublelik çıkarır. Hiçbir giriş yapmadan, sesinin perdesini, yüzünün ifadesini asla değiştirmeden, rüşvet alıp verirken ancak Ruslarda görülen bir güvenle, açıklıkla parayı başkondüktöre uzatır. O da sessizce alır, dörde katlar, ağır ağır cebine kor. Sonra üçü de odadan çıkarlar, yolda, uyuyan kondüktörü uyandırıp perona giderler. Başkondüktör elini silkerek:
— Püf, amma da hava, göz gözü görmüyor. Kurt havası diye söylenir.
Pencereden yeşil lâmba, telgraf masası başında telgrafçının sarı saçlı başı görülür. Onun yanı başında başka biri daha vardır: sakallı, kırmızı saçlı bir adam, istasyon şefi. İstasyon şefi, masaya eğilmiş mavi kâğıtta bir şeyler okuyor, sigarasıyla satırları çabuk çabuk güder… Malahin vagonuna doğru yürür. Yol arkadaşı olan genç, gene eskisi gibi yan uzanmıştır, armonikten, güç işitilir sesler çıkarır. Bıyıkları henüz terlememiştir, çocuk denecek kadar gençtir. Geniş sakallı beyaz yüzünde bir çocuk düşünceliliği vardır. Gözleri, büyüklerde olduğu gibi değil, uysal, tasalı bakışlarla bakarlar. Ama o da ihtiyar gibi iri, sağlam yapılı, ağır, kaba vücutludur. Sanki ağır vücudunu oynatmak elinden gelmiyormuş gibi kımıldamaz, duruşunu değiştirmez. İnsana, kımıldayınca üzerinde bir şey patlayacak, öküzleri de, kendisini de ürkütecek kadar bir gürültü çıkaracak gibi gelir. Kalın iri parmakları armonik düğmeleri üzerinde beceriksizce oynar, aletten birtakım hafif, pes sesler çıkar, biteviye, basit bir motif içinde birleşir. Kendisi dikkatle dinler, herhalde çalgısından pek memnundur.
Bir kampana sesi işitilir ama o kadar boğuk gelir ki, sanki yakında değil, pek uzaklardadır. Arkasından ikinci, üçüncü zil işitilir, sonra baskondüktörün düdük sesi duyulur. Bir dakika kadar derin bir sessizlik içinde geçer. Vagon hareket etmez, yerinde durur, ama altından birtakım belirsiz sesler, ayak altında çiğnenen kar gıcırtısını andıran sesler gelir. Vagon birden ürperir, sesler durur. Tekrar bir sessizlik çöker.
Ama birdenbire kuvvetli bir itişten dolayı vagon sanki zıplayacakmış gibi sarsılır, bütün öküzler birbiri üzerine düşer. İhtiyar, bu itiliş yüzünden ensesine düşen yüksek şapkasını düzelterek
— Öbür dünyada da inşallah senin başına böylesi gelir, diye homurdanır. Bütün hayvanlarımı gebertecek.
Yaşa, sessizce ayağa kalkar, yere düşen bir öküzü boynuzundan tutar, ayağa kalkmasına yardım eder. Bu itilişten sonra tekrar sessizlik çöker. Vagon altında gıcırdayan karın sesi işitilir. İnsana öyle gelir ki, tren geriye doğru hafifçe kımıldamıştır. İhtiyar:
— Şimdi gene çeker, der.
Gerçekte bütün tren bir çırpınış geçirir, bir çatırtı işitilir. Vagon, tekrar sarsılır, öküzler birbiri üzerine düşer. Yaşa kulağını dikerek:
— Kolay değil, der. Herhalde tren pek yüklü. Lokomotif çekemiyor.
— Eskiden ağır değildi de şimdi mi oldu? Yok kardeş, bu, şu demektir, başkondüktör, makiniste paradan bir pay ayırmamış. Git şunu götür, yoksa sabaha kadar treni çekiştirir, durur.
Yaşa, ihtiyardan bir üç rublelik alır, vagondan atlar. Ağır adımları vagonun dışında tok sesler çıkarır, sonra yavaş yavaş kesilmeye yüz tutar. Sessizlik… Bitişik vagonda bir öküz uzun uzun, yavaş yavaş, sanki şarkı söylüyormuş gibi, böğürür. Yaşa, döner. Vagon içine nemli, soğuk bir rüzgâr girer. İhtiyar:
— Yaşa, kapıyı kapa da yatalım, der. Mum, boşuna yanmasın.
Yaşa, ağır kapıyı iter, kapatır… Lokomotifin düdüğü işitilir, tren yola koyulur, ihtiyar, uzanır, başını çıkını üzerine koyarak:
— Soğuk, diye mırıldanır. Evin hali başka. Her şey sıcacık, tertemiz, yumuşacıktır, ibadet edilecek yerler de vardır. Burada ise insan domuzdan daha kötü bir durumda. Dört gün oldu, çizmelerimizi çıkarmadık.
Yaşa, vagonun sallantısından sağa sola yalpa vurarak feneri açar, ıslak parmaklarıyla fitile bastırır, mum parlar, bir tava gibi cızırdar, sonra söner. Malahin, Yaşa’nın yanına yattığını, kocaman sırtıyla sırtına yaslandığını duyarak:
— Ya, kardeş, der. Soğuk. Her aralıktan rüzgâr işliyor. Annenle kardeşin burada bir gece kalsalar, sabahleyin kıkırdayıp giderler. Böyle işte kardeş, sen kardeşlerin gibi okumak istemediğin için babamla birlikte öküz götüreceksin. Kabahat sende kendi kendinden şikâyet et. Kardeşlerin şimdi yataklarında yatıyorlar, üzerleri yorganla örtülü. Sen ise, haylaz, zavallı bir çocuksun. Öküzlerle bir durumdasın.
Tren gürültüsünden ihtiyarın sözleri işitilmez, ama o daha uzun zaman bir şeyler mırıldanır, ah çeker, homurdanır. Vagondaki soğuk hava, gittikçe daha çok ağırlaşır, bozulur. Taze gübre kokusuyla mumun isi, havayı öyle berbat, öyle keskin bir hale getirir ki, uykuya dalmak üzere olan Yaşa’nın boğazı, göğsü yanar, öksürmeye, hapşırmaya başlar. Böyle şeylere alışmış olan ihtiyar ise —bir şey olmamış gibi— bütün göğsüyle nefes alır, gene horuldar. Vagonun sallanmasına, tekerleklerin vuruşuna bakılırsa, tren değişen bir hızla, ama gene de çabuk gider. Lokomotif, ağır ağır soluk alır, trenin gürültüsünden farklı bir şekilde pıslar, kısacası bir gürültü patırtıdır gider. Öküzler sinirli sinirli birbirine sokulup, boynuzlarını duvarlara vururlar. İhtiyar uyandığı zaman vagonun açık küçük penceresinden, aralıklarından erken bir sabahın mavi göğünü görür. Dayanılmaz bir soğuk vardır. İnsanın en çok sırtını, ayaklarını dondurur. Tren durur. Uykulu, asık suratlı Yaşa, öküzlerin yanında durup etrafına bakar.
İhtiyar, uyandığı zaman keyfi pek yerinde değildir. Suratı asık, kaşları çatıktır. Sert sert geğirir. Yaşa’ya göz altından bakar. Yaşa ise kocaman omzunu öküzlerin karnı altına dayamış, onu hafifçe kaldırarak, ayaklarını çözmeye çalışır. İhtiyar homurdanır:
— Dün ipler uzun demiştim, hayır babacığım değil, dedin. Bir türlü söz dinlemiyorsun ki, hep kendi bildiğini okuyorsun. Budala!
Kapıyı öfkeli öfkeli iter. Vagon içine birden ışık yayılır. Kapının tam önünde bir yolcu treni durur. Arkada da evin çatısı olan kırmızı bir bina vardır. Burası da büfeli büyük bir istasyondur. Vagonların damları, peronlar, toprak, raylar, her şey, incecik, yeni düşmüş tuz gibi bir karla örtülüdür.
Yolcu treninin vagonlarında yolcuların nasıl uyukladıkları, kırmızı yüzlü, kızıl saçlı bir jandarmanın nasıl gezindiği görülür. Frak ve kar gibi beyaz bir gömlek giymiş bir uşak perondan koşar, bir tepsi üzerinde iki peksimetle bir çay bardağı götürür. Uşağın iyi uyumadığı, üşüdüğü, hayatından da pek memnun olmadığı bellidir.
İhtiyar, ayağa kalkar, doğuya doğru bakarak dua etmeye başlar. Yaşa, öküzle işini bitirince küreği vagonun bir köşesine kor, ihtiyarın yanında yer alır, dua etmeye başlar. Sadece dudaklarını kıpırdatır, haç çıkarır. Babası ise yüksek sesle mırıldanır. Duanın sonunda yüksek sesle, gayet açık olarak:
—… Allah uzun ömürler versin, amin der.
Derin nefes alır, hemen başka bir duaya başlar. Son cümleyi de açık, belirli bir şekilde söyler: Mihrabına kurbanlar sunalım!
Yaşa, duasını bitirdikten sonra acele acele haç çıkararak:
— Lütfen beş kapik verir misiniz? der.
Beş kapiği aldıktan sonra kırmızı bakır çaydanlığı alır, sıcak su almak üzere istasyona koşar. Traversler, raylar üzerinden geniş adımlarla atlayarak taze kar üzerinde koca izler bırakarak yürür. Yolda çaydanlıktan dünkü çayı döker, büfeye varır, beş kapikle çaydanlığa gürültülü gürültülü vurur, vagondan, büfecinin eliyle büyük çaydanlığı ittiğini, semaverin hemen hemen yarısını beş kapiğe doldurmak istediği fark edilebilir. Ama Yaşa, kendi eliyle musluğu açar, işine engel olmamaları için dirseklerini gerer, sıcak suyla çaydanlığı iyice doldurur. Koşa koşa vagona dönerken büfeci:
— Allah belânı versin melun, diye bağırır.
Çay içerken ihtiyar Malahin’in asık yüzü biraz açılır:
— Yiyip içmeyi biliriz, ama işlerimizi unutuyoruz. Dün bütün gün yedik içtik, başka bir şey yapmadık. Gel gelelim, masrafları yazmayı unuttuk. Yarabbi ne kafa.
İhtiyar dünkü masrafları yüksek sesle hatırlamaya çalışır, kullanıla kullanıla eskimiş bir not defterine kondüktöre, makiniste, yağcılara ne kadar para verdiğini yazar. Bu sırada yolcu treni çoktan gitmiş, açılan yolda bir aşağı bir yukarı hiç maksatsız, sanki yalnız hürriyetine seviniyormuş gibi, servis lokomotifi gelir gider.
Güneş doğmuş kar üzerinde oynamaktadır: istasyonun ön saçağından, vagonların damlarından berrak damlalar düşer.
İhtiyar, çayını içtikten sonra vagondan istasyona doğru tembel tembel yürür. Birinci sınıf bekleme salonu ortasında daha önce tanıdığımız başkondüktörle istasyon müdürü durur. Müdür, güzel, küçük bir sakal bırakmış, pek şık, hışır hışır bir palto giymiştir. Genç adam herhalde hep bir yerde durmaya alışık olmadığından, iyi bir yarış atı gibi, ince bir hareketle boyuna ayak değiştirir, dört bir yanına bakınır, yanından geçenleri askerce selâmlar, gülümser, gözlerini bir kısıp bir açar. Kırmızı benizli, sapsağlam, neşeli bir adamdır. Yüzünden sanki biraz önce taze karla beraber gökten düşmüş gibi canlı bir tazelik taşar. Başkondüktör, Malahin’i görünce kabahatli kabahatli ah çeker, ellerini açar:
— Artık 14 üncü numara ile gitmek bize kısmet değil. Pek geç kaldık. Başka bir tren bu numara ile şimdi yerine varmıştır bile.
İstasyon şefi, birtakım evrakı çabuk çabuk gözden geçirir. Gök mavisi gözlerini Malahin’e heyecanla diker, gülümseyerek, yüzünün bütün tazeliğini üzerine üfleyerek ona birtakım sualler sormaya başlar:
— Aa, siz misiniz, bay Malahin, Sizin öküzleriniz var değil mi? Sekiz vagon kadar ha! Ne yapsak acaba? Geç kaldınız. 14 üncü numara ise geceleyin bir trene verilmiş. Şimdi ne yapabiliriz?
Genç adam, iki pembe parmağıyla Malahin’in kısa kürkünden tutar, boyuna ayak değiştirerek kandırıcı, nazik bir şekilde anlatmaya başlar:
— Şu numaralar gitti, şu numaralar daha gidecek.
Kendisini ise Malahin’e elinden geleni yapacağına söz vermiştir.
Gerçekten yüzünde yalnız Malahin’e değil, bütün dünyaya iyilik etmek isteği okunur. Öyle bahtiyar, öyle memnun, sevinçli bir hali vardır ki, ihtiyar, dinler, marşandiz trenlerinin biraz karışık gidip gelişlerinden bir şey anlamadığı halde, doğru der gibi baş sallar. Kendisi de iki parmağıyla sık paltosunun havını yoklar. Kibar, tatlı sözlü bir genci dinlemek hoşuna gider. Ona olan sevgisini göstermek için cebinden bir on rublelik çıkarır, yanına iki ruble daha kor, istasyon şefine verir, öteki de askerce selâmlar, ince bir hareketle parayı cebine atar. Kafasında birdenbire parlak bir fikir doğan istasyon şefi:
— Baylar, der, şöyle bir şey yapsak mı acaba? Asker treni geç kaldı. Bakın, hâlâ görünürde yok. Sizi şu asker treninin numarasıyla mı göndersek dersiniz. Askerî treni de 28 numara ile göndeririz. Ne dersiniz?
Başkondüktör:
— Olabilir, diye kabul eder.
İstasyon şefi de memnun memnun:
— Mükemmel, âlâ… öyle ise burada beklemeye lüzum yok. Sizi hemen yollatırım. Mükemmel oldu.
Malahin’i askerce selâmlar. Yolda evrakı okuyarak dairesine koşar. İhtiyar, sona eren bu konuşmalardan pek memnundur, gülümser, sanki burada başka hoş bir şey yok mu diye aranır gibi etrafına bakar, başkondüktörü kolundan tutarak:
— Ama bir şeyler içsek, der.
— İçmek için biraz erken değil mi?
— Yok, dostluğumuza dayanarak size ikram etmeme müsaade edin.
Büfeye giderler. Biraz içtikten sonra bir şeyler yemek için uzun uzun seçerler. Kondüktör, oldukça ihtiyar, şişman mı şişman, rengini kaybetmiş şiş yüzlü bir adamdır. Hantal bir şişmanlığı vardır, çok içen, vaktinde yatıp uyumayan insanlarda olduğu gibi rengi sapsarıdır.
Malahin:
— Şimdi ikinci kadehi de yuvarlayabiliriz, der. Hava soğuk, içmek günah sayılmaz. Lütfen bir şey alsanıza. Demek ki başkondüktör, artık size güvenebilirim. İnşallah yolda bir düzensizlik olmaz. Bilirsiniz bizim sığır işlerinde bir saatin bile önemi vardır. Bugün bir bakarsın başka, yarın başka. Bir iki gün geç kaldın mı, fiyatlar değişir, pantolonsuz dönersiniz. Lütfen bir şey alır mısınız?… Artık size güveniyorum bay kondüktör. İkrama gelince yahut başka bir arzunuz varsa her zaman emrinize amadeyim.
Başkondüktörü ağırladıktan sonra Malahin vagona döner:
Ş— imdi bir askerî numara aldık, artık çabuk gideriz. Kondüktör, hep bu numara ile gidersek, yarın akşam sekizde varırız, dedi. İnsan çalışmazsa bir şey elde edemez. Bak da ibret al.
Birinci kampanadan sonra vagon kapısına vücudu isle kapkara kesilmiş, gömlekli, pis, lime lime pantolonlu bir adam yaklaşır; bu adam biraz önce vagonların altına giren, çekiciyle tekerleklere vuran yağcıdır.
— Baylar, bu öküz vagonları sizin mi?
— Ne olacak?
— İki vagon hasta da. İşleyemez. Burada tamir etmek lâzım.
— Hadi uydurma canım. Canın içmek istiyor, bahşiş alacaksın. Şunun doğrusunu söylesene.
— Siz bilirsiniz, ama benim de rapor etmem lâzım…
Malahin, hiç öfkelenmeden, itiraz etmeden, gayet sakin, sanki içinden gelmiş gibi cebinden yirmi kapik çıkarır, yağcıya verir. O da sessizce alır, ihtiyara tatlı tatlı bakarak, konuşmaya başlar:
— Demek et işi için gidiyorsunuz. İş herhalde yolunda olsa gerek.
Malahin, içini çeker, sükûnetle yağcının siyah yüzüne bakar, öküz ticaretinin gerçekten bir zamanlar kârlı bir iş olduğunu anlatır, şimdi ise tehlikeli, zararlı bir iş olduğunu söyler. Yağcı onun sözünü keserek:
— Burada arkadaşım var, bay tüccarlar ona da bir şeyler ikram etseniz…
Malahin, arkadaşı için de bir şeyler verir. Askeri tren çabuk gider. İstasyonlarda oldukça az kalır. İhtiyar memnundur. Şık paltolu adam onun üzerinde kuvvetli bir tesir bırakmıştır, içtiği votka başını hafifçe döndürmüştür. Hava, pek güzeldir. Kısacası her şey yolunda gider. İhtiyar, durmadan konuşur. Trenin her duruşunda büfeye koşar. Dinletecek adam arayan Malahin, büfeye kimi başkondüktörü, kimi makinisti götürür. İçerken birden içmez, uzun uzun kadeh tokuşturarak, şerefe sözler söyleyerek içer. Tatlı tatlı gülümser:
— Sizin işiniz başka, bizimki başka, der. Allah size de, bize de kısmetimizi versin. İstediğimiz gibi, Allah’ın istediği gibi olsun.
Votkanın tesiriyle yavaş yavaş heyecanlanır. İş hırsına kapılır. Didinmek, bir şeylerle uğraşmak, acele ettirmek, birtakım bilgiler edinmek, durmadan konuşmak ister. Kâh ceplerinde, kâh çıkınlarında evraklar arar, kâh bir şeyler hatırlamak ister, bir türlü hatırlayamaz, kâh cüzdanını çıkartır, hiç lüzum yokken parasını sayar. Çırpınır durur, ah çeker, müthiş telâşlanır, ellerini şaplatır. Başkentin et tüccarlarının mektuplarını, telgraflarını, hesaplarını, posta, telefon makbuzlarını, evrakları, not defterini önüne koyarak yüksek sesle düşünmeye başlar, sözlerini Yaşa’nın da dinlemesini ister. Evrak okumaktan, fiyatlardan bahsetmekten usanınca, istasyonlarda öküz vagonundan çıkar, hiçbir şey yapmadan ellerini kavuşturur, dehşetle heyecanlanır. Sızlanan bir sesle:
— Hey Allah’ım, der, hey aziz Vlasiy! Doğru, sığırdır, hayvandır, ama o da insan gibi yiyip içmek ister. Tam dört gün oluyor, ağızlarına bir şey koymadılar. Hey Allah’ım, Allah’ım,
Uysal bir oğlan olan Yaşa, onun ardından giderek, emirlerini yerine getirir. Babasının ikide bir büfeye koşması, hoşuna gitmez. Babasından korkarsa da, bunu işaret etmekten de kendini alamaz. İhtiyarı sert sert süzerek:
— Ah, başladınız gene, der. Nereden geliyor bu neşe? Bugün isim gününüz mü acaba?
— Sen öz babana öyle dil uzatmaya kalkışma!
— Amma da moda tutturdunuz ha!
Yaşa, babasının arkasından gitmeye lüzum yoksa hiç kımıldamadan keçesinin üstünde oturur, armoniği dımbırdatır. Bazen vagondan çıkar, tren yolunda tembel tembel dolaşır. Lokomotif önünde durur. Uzun uzun, hareketsizce kâh tekerleklere, kâh kömür vagonuna odun atan işçilere bakar. Sıcak lokomotif tıslar, atılan odunlar, vagon içine düşer gibi sağlam, yaş odunların sesini çıkarırlar; pek soğukkanlı, vurdumduymaz bir insan olan makinistle yardımcısı birtakım anlaşılmaz hareketler yaparlar, hiç acele etmezler. Yaşa, lokomotif önünde biraz durakladıktan sonra tembel tembel istasyona gider, büfede duran yiyeceklere bir bakar, hiç de merak edilecek bir tarafı olmayan bir ilânı kendi kendine yüksek sesle okur, sonra yavaş yavaş vagonuna döner. Yüzünde ne can sıkıntısı, ne de herhangi bir arzu okunmaz. Onca ha evde olmuş, ha vagonda, ha lokomotif yanında durmuş fark etmez.
Akşama doğru tren büyük bir istasyonda durur. Işıklar raylar üzerinde yeni yanmıştır. Mavileşen zemin üzerinde serin, şeffaf hava içinde ışıklar, yıldız gibi soluk renkli görülürler, ama açıkça seçilirler. Artık iyice kararan istasyon çatısı altındaki fenerler, kırmızı, bol ışıklıdır. Bütün yollar vagonlarla doludur. İnsana, yeni bir tren gelse yer bulamayacak gibi gelir. Yaşa, akşam çayı için sıcak su almak üzere istasyona koşar, peronda güzel giyinmiş bayanlar, öğrenciler gezinir. Perondan bakılınca istasyonun iki yanında akşam karanlığı içinde, uzaklarda ışıklar görünür, görülen yer şehirdir. Hangi şehir? Yaşa bunu merak etmez. O yalnız donuk renkli ışıklar görür, istasyon arkasında zavallı binalar görür, arabacıların seslerini işitir, yüzünde soğuk, keskin rüzgârı duyar, bu şehir rahat değildir, sıcaktır diye düşünür.
Çay içerken karanlık tamamıyla basıp vagon duvarına gene fener asılınca, tren hafif bir itilişle sarsılır, yavaş yavaş geriye doğru gider, biraz sonra durur; birtakım belirsiz sesler işitilir. Birisi vagonları birbirine bağlamaya uğraşır: “tamam” diye bağırır. Tren hareket eder, tekrar ilerler. On dakika sonra tekrar geriye döner.
Vagondan çıkan Malahin trenini tanıyamaz, öküz dolu sekiz vagon eskiden trende olmayan platform vagonlarıyla yan yana durur. İki üç platformda yük vardır, öbürleri ise boştur. Trenin yanında birtakım yabancı kondüktörler görülür. Suallere isteksiz isteksiz karşılık verirler. Onların da pek Malahin’le uğraşacak vakitleri yoktur. Treni çabucak hazırlayıp bir an önce sıcak bir yere dönmek isterler.
Malahin:
— Bu trenin numarası kaç? diye sorar.
— 18.
— Peki askeri tren nerede? Bizi ne diye askerî trenden ayırdılar?
Cevap alamayınca istasyona girer. İlk tanıdığı başkondüktörü arar, bulamayınca istasyon şefine koşar. Şef masası başına oturmuş, parmaklarıyla birtakım evrakı karıştırır, işi vardır. Gireni fark etmemiş gibi davranır. Görünüşü pek heybetlidir. Siyah saçları kesik, kepçe kulaklıdır, burnu uzun ve kemerlidir; sanki hakarete uğramış gibi suratı asıktır. Malahin, uzun uzun şikâyetlerini anlatmaya başlar. İstasyon şefi:
— Ne, ne, der.
Sonra sandalyesine yaslanarak, öfkeli öfkeli:
— Ne, der, neye 18 numara ile gidemezmişsiniz? Açık konuşun, sözlerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Ne dediniz? Her işe ben bakabilir miyim?
Durmadan sualler sorar, belli bir sebep olmadığı halde boyuna sertleşir.
Malahin, artık çantasını çıkarmak için cebine el atar, ama istasyon şefi, neye kırıldığı anlaşılmadan sandalyesinden sıçrayıp odasından dışarı fırlar. Malahin, omuzlarını silkip dışarı çıkar. Konuşacak birini arar.
Can sıkıntısından mı, kaygılı bir güne yeni bir kaygı daha katmak düşüncesiyle mi, yoksa üstünde “Telgraf” sözü yazılı pencereyi gördüğünden mi nedir pencereye yaklaşır, telgraf çekmek istediğini söyler. Kalemi eline aldıktan sonra düşünür, mavi bir kâğıt üzerine şu sözleri yazar: “Acele, Hareket Müdürlüğüne. Sekiz vagon canlı mal. Her istasyonda durduruyorlar. Süratle gidecek bir numara vermenizi rica ederim. Cevaplı. Malahin.” Telgrafı gönderdikten sonra tekrar istasyon şefinin odasına girer. Burada kurşuni bir kumaşla kaplı bir kanepe üzerinde, yakışıklı, favorili, gözlüklü şapkalı bir adam oturur. Sırtında acayip bir kürk vardır, kadın kürklerine benzer, kordonları da kürklüdür, şeritlidir, kolları yırtmaçlıdır. Karşısında kontrolör üniforması giymiş, kuru yüzlü, iri kemikli biri vardır. Kontrolör, şu acayip kürklü baya dönerek:
— Bakın size öyle bir vaka anlatacağım ki, şaşırıp kalacaksınız, der. “Z” demiryolu kumpanyası, “N” demiryolu kumpanyasından kaşla göz arasında üç yüz marşandiz vagonu aşırır. Yemin ederim ki, olmuş bu. Vagonları kendi hattına alır, boyar, üstlerine kendi markasını kor. İşi böyle düzenler. “N” kumpanyası, her yana adamlarını gönderir, arar, tarar, bir gün “Z” kumpanyasının bozuk bir vagonu eline düşer. Vagonu kendi atölyelerinde tamir eder. Birden, tekerleklerin mihverinde kendi markasını görür. E, ne dersiniz, buna? Ben böyle bir şey yapsaydım Sibirya’ya gönderirlerdi. Ama demiryolu kumpanyası yapınca bir şey olmuyor.
Kültürlü, aydın adamlarla konuşmaktan hoşlanan Malahin, sakalını yavaşça sıvazlar, ağır ağır konuşmaya karışır:
— Meselâ, der, şu meseleyi ele alalım: iste ben öküz götürüyorum, sekiz vagon. Kabul. Benden her vagon için, içinde altı yüz pud ağırlığında mal varmış gibi ücret alıyorlar. Halbuki her vagonda sekiz öküz var, altı yüz pud gelmez, daha azdır, ama demiryolu idaresi, buna hiç dikkat etmez.
Bu sırada odaya, babasını arayan Yaşa girer, konuşmayı dinler, sandalyeye oturmak ister. Ama herhalde vücudunun ağırlığını hatırlayarak, pencereye doğru ilerler, pencere kenarına ilişir.
Malahin, devamla:
— Buna asla dikkat etmezler, der. Üstelik de oğlumla benden öküzlerle birlikte yolculuk ettiğimiz için üçüncü mevkide gidiyormuşuz gibi ücret alırlar. İşte oğlum Yako. Evde iki oğlum daha var ama onlar bilim yolu tuttular. Demiryollarının hayvan tüccarlarını nasıl batırdıklarını şimdi anlıyorum. Eskiden hayvanlar kara yolundan götürülürdü.
İhtiyar, uzun uzun, yavaş yavaş konuşur. Her cümleden sonra, bak, zeki insanlarla nasıl konuşuyorum, demek istermiş gibi Yaşa’ya bakar. Kontrolör sözlerini keserek:
— Düşünün, hiç kimse bu işlere kızmıyor, hiç kimse tenkit etmiyor, der. Neye? Sebep gayet basit: çünkü kepazelik, ancak düzeni bozduğu zamandır ki, rastgele gözlerine çarpar, öfke uyandırır. Burada ise çoktan beri programa girmiş, düzenin ta kendisi olmuştur. Her travers, onun izini taşır, kokusunu verir. Bunun içindir ki, kolayca alışkanlık haline gelir. Evet öyle.
İkinci kampana çalar, acayip kürklü adam, ayağa kalkar, kontrolör koluna girer. Heyecanlı heyecanlı konuşmaya devam ederek, onunla beraber plâtforma çıkar. Üçüncü kampanadan sonra odaya koşa koşa istasyon şefi girer. Malahin:
— Söyleyin, hangi numara ile gideyim? der.
İstasyon şefi, evraka bakar, öfkeli öfkeli:
— Siz Malahin misiniz? diye sorar. Sekiz vagon öyle mi? Pulunuz yok değil mi? Vagon başına bir ruble, ayrıca pul için altı ruble yirmi kapik, demek on dört ruble yirmi kapik vereceksiniz.
Parayı aldıktan sonra bir şeyler yazar, üstüne kum serper. Masadan bir evrak tomarını öfkeli öfkeli çekip alarak, odadan hızlı hızlı çıkar.
Gece saat onda Malahin, hareket müdürünün cevabını alır. Ona önce gitmek hakkı verilir. Telgrafı okuduktan sonra ihtiyar, gözlerini kırpar, büyük bir memnunlukla cebine kor, Yaşa’ya:
— Bak da öğren, der.
Gece yarısı tren, yoluna devam eder. Gece, bir gün önceki gibi, karanlıktır, soğuktur, duruşlar daha uzundur. Yaşa, keçe üzerinde oturur, durmadan, rahat rahat armonikasını çalar, ihtiyar ise hâlâ birtakım işler görmek ister. İstasyonların birinde bir tutanak yazdırmak lüzumunu duyar. Dileği üzerine jandarma oturup şunu yazar: 188. yılının 10 Kasım günü demiryolunun Z kısmı gediklisi llya Çered, 18 Mayıs 1871 yılı kanununun 11 inci maddesi gereğince x istasyonunda şu zaptı tuttum. “Söyleyin daha ne yazayım? der. Malahin onun önüne birtakım yazılar, posta, telgraf makbuzları, hesaplan kor. Jandarmadan ne istediğini kendisi de pek iyi bilmez. O, tutanakta ayrı bir olay değil, bütün yolculuğunu, bütün zararlarını, istasyon şefleriyle konuşmalarını anlatmak, hem de uzun uzun, iğneli bir dille anlatmak ister:
— “Z” istasyonu için lütfen şunu yazın: istasyon şefi, yüzüm hoşuna gitmediği için beni asker treninden ayırdı, der.
Malahin, jandarmanın mutlaka bu yüz meselesinden bahsetmesini ister. Jandarma ise yorgun yorgun dinler. Daha söz bitmeden yazmaya devam eder. Tutanağını da şöylece bitirir: “Yukarda yazılı olan şeyleri ben gedikli Çered yazıp tutanağı “Z” kısım şefine vermek üzere aldım, bir suretini de tüccar Gavrila Malahin’e verdim.” ihtiyar, sureti alır, yan cebini dolduran evraka ekler, pek memnun olarak vagonuna döner.
Sabahleyin, Malahin tekrar canı sıkkın uyanır, şuna bu defa öfkesini Yaşa’dan değil, öküzlerden çıkarır. Homurdanarak:
— Mahvoldu bu öküzler, mahvoldu, Allah belâsını versin, hepsi geberecek, hepsi. Pfüü.
Çoktan beri su içmeyen öküzler, duvarlardaki kırağı damlalarını yalarlar. Malahin yanlarına yaklaşınca onun soğuk kısa kürkünü de yalamaya başlarlar. Susuzluktan, vagon sarsıntısından bitkin düştükleri, açık renkli, yaşlı gözlerinden bellidir. Karınları açtır, üzüntü içindedirler. Malahin homurdanarak:
— Şu melunları taşımak yok mu? Bir an önce geberseler bari. Size bakmak insanın içine dokunuyor.
Öğleyin tren, büyük bir istasyonda durur. Orada, yönetmelik gereğince Malahin’in öküzlerine su verilir. Ama öküzler içmez. Su onlara çok soğuk gelir…
Aradan iki gün, iki gece daha geçer. Nihayet uzaktan kara bir sis içinde başkent görünür.
Yolculuk, sona erer. Tren asıl istasyona varmadan yük istasyonunda durur. Vagonlardan çıkan öküzler, sanki buz üzerinde yürüyorlarmış gibi sağa sola yalpa vurarak kayarlar. Malahin ile Yaşa, yük boşaltma, veteriner muayenesi işlerini bitirdikten sonra, şehir kenarında pis, ucuz bir han odasına yerleşirler. Han, öküz pazarının tam üstündedir. Orada pislik içinde otururlar. Evlerinde hiç yemedikleri kötü yemekleri yerler. Gece gündüz otelin altındaki meyhanede çalan bir orkestranın çığırtkan sesleri arasında uyurlar. İhtiyar, sabahleyin erken erken bir yerlere gidip alıcı arar. Yaşa ise bütün gün otelde odasında kalır yahut sokağa çıkıp başkenti gezer. Pis, tezekle dolu meydanı, meyhane tabelâlarını, sis içinde manastırın dış duvarlarını görür. Arada bir sokağın öte tarafına geçer. Bir bakkalın penceresine bakar. Renk renk kuru pasta dolu kavanozları alık alık süzer, esner, tembel tembel odasına yürür. Başkent onun ilgisini çekmez.
Nihayet öküzler bir tüccara satılır. Malahin, sürücüler tutar. Bütün öküzleri onar onar gruplara ayırır. Şehrin öte tarafına geçilir. Öküzler, başlarını indirip, yorgun yorgun gürültülü sokaklardan geçer, hayatlarında ilk ve son defa olarak görecekleri şeylere, kayıtsızca bakarlar. Üstleri başları yırtık pırtık sürücüler, başlarını eğip arkadan yürürler, onların da canı sıkılır. Arada bir sürücülerden biri düşüncelerinden ayılır, önünde kendisine emanet edilen öküzlerin gittiğini hatırlar, işi olan bir adam olduğunu göstermek için var gücüyle bir öküzün sırtına vurur, öküz acıdan, düşer gibi olur. On adım kadar koşar, sanki yabancılar önünde dövülmekten utanıyormuş gibi her yanına bakınır. Malahin’le Yaşa, öküzleri satıp, aile için kendi kasabalarında da alabilecekleri şekerleri aldıktan sonra dönmeye hazırlanırlar.
Trenin hareketinden üç saat önce alıcı ile beraber içmiş, bundan dolayı da bir şeyler yapmak isteyen ihtiyar, Yaşa ile birlikte aşağıya, hanın gazinosuna iner. Çay içmeye koyulur. Bütün taşralılar gibi tek başına yemek yiyip, içki içemez. Yanında arkadaş ister. Kendisi kadar tez canlı, konuşmayı seven arkadaşlar ister. Garsona:
— Patronu çağırsana, der. Nezaket icabı ona bir şey ikram etmek istediğimi söyle.
Gazino sahibi, tokgözlü, müşterilerine karşı tamamıyla kayıtsız olan bir adamdır, gelip masaya oturur, Malahin gülerek:
— Eh, işi yaptık, der. Keçi verdik, şahin aldık. Buraya hareket ettiğimiz zaman etin fiyatı 3,90’dı, geldiğimiz zaman 3,25’e indi. Geç kaldınız, dediler. Üç gün önce olsaydı olurdu, şimdi et için pek istek yok. Filip perhizi başladı. Olur, şey değil, öküz başına on dört ruble kaybım var. Bir öküzün nakliyesi kaça gelir, artık siz düşünün. Tarife on beş ruble. Ayrıca da her öküz için rüşvet, ikramlar, türlü dalavereler için altı ruble. Yani…
Gazino sahibi, nezaketle dinler, isteksiz isteksiz çayını içer, Malahin, oflayıp puflar, ellerini şaplatır. Başarısızlığıyla alay eder. Ama kaybının onu pek heyecanlandırmadığı bellidir. Onun için, ister kâr olsun ister zarar, fark yoktur. Yeter ki, karşısında bir dinleyicisi olsun. Uğraşacak işi olsun, bir de treni kaçırmış olmasın.
Bir saat sonra Malahin’le Yaşa bavullarını, çuvallarını alarak odalarından inerler. Arabaya binip istasyona gideceklerdir. Otel sahibi, garsonlar, birtakım kadınlar, onlarla birlikte gelir. İhtiyar, pek heyecanlıdır. Her yana ufaklık paralar savurur. Sözleri uzata uzata:
— Allah’a ısmarladık, der. Sağlıcakla kalın. Allah size yardım etsin. İnşallah sağ kalırsak tekrar Büyük Perhizde buraya geliriz. Allah’a ısmarladık… İnşallah…
Kızağa oturduktan sonra ihtiyar, şapkasını çıkarır. Uzun zaman sis içinde manastır duvarlarının karardığı tarafa doğru haç çıkarır. Yaşa, onun yanında, oturacak yerin kenarında oturur. Ayaklarını yan tarafa sarkıtır. Yüzü, eski gibi heyecansızdır, ne can sıkıntısı, ne bir arzu gösterir. Eve gitmekten sevinç duyar, başkenti gezmediğine pişman değildir.
— Sür!
Arabacı, atları kırbaçlar, başını arkaya çevirerek, ağır, havaleli bagaj için söylenir.
Anton Çehov
Kaynak: Hikayeler
Çeviri: Servet Lünel