“O, bizi aldatmaz…” Yağmurlu Havalar – Anton Çehov

İri iri yağmur damlaları karanlık camları kamçılıyordu. Bu yağmur, bir defa başladıktan sonra, nihayet soğuktan donan sayfiyeli alışıp büsbütün kayıtsız kalıncaya kadar günlerce, haftalarca sürüp giden sayfiye yağmurlarındandı. Soğuktu. Havada keskin, hoşa gitmeyen bir rutubet kokusu vardı. Avukat Kvaşin’in kaynanasıyla karısı, ikisi de hırkalarını giyip şallara sarılmışlar, yemek odasında, masanın başında oturuyorlardı, ihtiyar kadının yüzünde: çok şükür karnım tok, sağlığım yerinde, biricik kızımı da iyi bir erkeğe verdim, şimdi artık müsterih bir vicdanla iskambil falı açmaya hakkım var, ifadesi okunuyordu. Orta boylu, tombul, yirmi yaşlarında, uysal yüzlü, solgun benizli bir kadın olan kızı, dirseklerini masaya dayamış kitap okuyordu; ama gözlerine bakınca kitapla değil de kitapta yazılı olmayan kendi düşünceleriyle ilgilendiği anlaşılabilirdi. Kadınlar susuyorlardı. Yağmurun gürültüsü, aşçı kadının derinlerden, mutfaktan gelen sesi onlara kadar geliyordu.

Kvaşin evde yoktu. O, yağmurlu havalarda sayfiyeye gelmez, şehirde kalırdı; rutubetli sayfiye havası bronşitine pek fena tesir ettiği için çalışmasına engel oluyordu. Kanaatince boz renkli havanın soğuk manzarası, yağmurun pencerelerde bıraktığı gözyaşı izleri, kuvvetini alıyor, ona can sıkıntısı veriyordu. Rahat yaşamaya daha elverişli olan şehirdeyse, yağmurlu günler hemen hemen fark edilmeden geçiyordu.

İhtiyar kadın iki defa fal açtıktan sonra, iskambil kâğıtlarını karıştırdı, kızına:

— Yarın hava iyi olacak mı, bizim Aleksey Stepanoviç gelecek mi, diye fal açtım. Gelmeyeli bugün tam beş gün oluyor… dedi. Ne hava, Yarabbi…

Nadejda Filipovna kayıtsız gözlerle annesini süzerek yerinden kalktı, oda içinde bir köşeden bir köşeye gidip gelmeye başladı. Kendi düşüncelerine devam ederek:

— Barometre dün yükseliyordu, dedi, bugünse gene düşüyormuş!

İhtiyar kadın iskambil kâğıtlarını uzun sıralar halinde dizdikten sonra başını salladı.

Kızına bakarak:

— Göreceğin mi geldi? diye sordu.

— Elbette.

— Nasıl göreceğin gelmez? Buraya uğramayalı bugün beş gün oluyor. Mayısta en çok iki, bazen üç gün gelmezdi, şimdiyse, dile kolay, tam beş gün! Benim bile karısı olmadığım halde, göreceğim geldi. Dün bana, barometre düşüyor, dediler, ben de sırf Aleksey Stepanoviç için piliç keserek, balıkları temizlemelerini söylemiştim. O, pilici, balığı sever. Rahmetli baban, balığı görmeye bile tahammül edemezdi, ama Aleks Stepanoviç seviyor. Her zaman iştahla yiyor.

Kızı:

— Onu düşünürken kalbim sızlıyor, dedi. Bizim bile canımız sıkılıyor, onun elbette daha çok sıkılır, anneciğim!

— Sıkılmaz olur mu? Bütün gününü mahkemede geçiriyor, gece de yapayalnız baykuş gibi boş evde yatıyor.

— Beni en çok korkutan nedir biliyor musunuz, anne, orada yapayalnız, hizmetçisiz kalışı. Ne semaver koyacak, ne su verecek kimsesi var. Yaz ayları için neden bir uşak tutmamalı? Hem de o sevmedikten sonra bu sayfiyeye ne lüzum var? Ona, istemez demiştim, ama dinletemedim. “Senin sağlığın için lâzım,” dedi. Ama bende sağlık ne gezer? Zaten hastalığımın başlıca sebebi onun bu cefalara benim için katlanmış olmasıdır.

Annesinin arkasından durup bakan Nadejda Filipovna, açılan falda bir yanlışlık gördü, masaya eğilip düzeltmeye başladı. Ortalığa gene bir sessizlik çöktü. İkisi de kâğıtlara bakarken sevgili Aleksey Stepanoviç’in şu dakikada şehirde karanlık, boş odada yapayalnız oturduğunu; aç, yorgun bir halde aile hasretiyle yanıp tutuşarak, masası başında çalıştığını düşünüyorlardı.

Nadejda Filipovna’nın birdenbire gözleri parladı:

— Biliyor musun, anne? dedi. Hava yarın da böyle olursa sabah treniyle şehre, onu ziyaret etmeye gideceğim! Hiç olmazsa sağlık durumunu öğrenir, yüzüne doya doya bakar, çayını içiririm.

Bu kadar basit, yerine getirilmesi de pek kolay olan bir düşüncenin o ana kadar akıllarına gelmediğine ikisi de şaşakaldılar.

Şehir, sayfiyeden yarım saat kadar uzaktaydı, trenden indikten sonra da yirmi dakika kadar arabayla gitmek gerekiyordu. Ana kız biraz daha konuştuktan sonra ikisi de memnun, aynı odada uykuya yattılar.

Salondaki saat gecenin ikisini vurduğu zaman ihtiyar kadın:

— Of-of… Yarabbi, biz günahkâr kullarını bağışla! diyerek içini çekti. Hiç uykum yok!

Kızı, fısıltıyla:

— Uyumuyor musun, anne? diye sordu. Ben de hep Alyoşa’yı düşünüyorum. Şehirde sağlığı bozulmasa bari! Kim bilir ne biçim lokantalarda, aşçı dükkânlarında yemek yiyordur.

İhtiyar kadın içini çekti:

— Ben de bunları düşünüyordum. Yarabbi, sen onu koru. Ya bu yağmura ne buyrulur?

Sabahleyin yağmur, artık pencereleri dövmüyordu. Ağaçlar hüzünlü hüzünlü duruyor, rüzgârın her esişinde yapraklarında biriken yağmur damlalarını yere serpiyorlardı. Çamurlu yollarda insanların ayak izleri, araba tekerleklerinin oyduğu yollar, hendekler, çukurlar su doluyor. Nadejda Filipovna yola çıkmaya karar verdi.

İhtiyar kadın, kızını şallarla sarıp sarmalarken:

— Benden selâm götür, diyordu. Hem de söyle, ona pek öyle mahkeme mahkeme dolaşmasın… İnsana dinlenme de lâzım. Sokağa çıkarken boynuna atkı sarmayı unutmasın: havaların durumu belli. Tanrı korusun! Pilici de al, ona götür; ev yemeği soğuk da olsa gene aşçı yemeğinden iyidir.

Kızı, akşam treniyle yahut sabahleyin döneceğini söyleyerek gitti.

Ama söylediğinden çok daha erken, öğle yemeğine doğru geri döndü. O geldiği sırada ihtiyar kadın, kendi odasında, sandığın üstünde uyuklarken, akşam yemeği için damat beye acaba ne kızartsam? diye düşünüyordu.

Kızı, solgun bir yüzle, darmadağınık saçlarla annesinin odasına girdi, hiçbir şey söylemeden şapkasını çıkarmadan yatağa yığıldı, başını yastıklar arasına gömdü.

İhtiyar kadın şaşırıp kalmıştı:

— Ne oldun? diye söylendi. Niçin bu kadar çabuk döndün? Aleksey Stepanoviç nerede?

Nadejda Filipovna başını kaldırdı, kuru, yalvaran gözlerle annesinin yüzüne baktı.

Nihayet:

— O, bizi aldatıyor, anne! diyebildi.

İhtiyar kadın korku dolu bir sesle:

— Ne diyorsun, Tanrı lâyığını versin! dedi, gecelik hotozu başından yana kaydı. Bizi kim aldatmaya kalkışır? Allah’ım, sen bizi koru!

Kızı:

— Bizi aldatıyor, anne! diye tekrarlarken çenesi titredi.

İhtiyar kadın sarardı:

— Bunu da nereden çıkardın? diye bağırdı.

— Şehre gidince dairemizi kapalı buldum. Kapıcı, Alyoşa’nın bu beş gün içinde bir defa bile eve gelmediğini söyledi. Evde oturmuyor! Oturmuyor! Oturmuyor!

Nadejda Filipovna ellerini salladı, hıçkırarak ağlamaya başladı. Hem ağlıyor, hem de:

— Oturmuyor! Oturmuyor! diye tekrar ediyordu.

Sinir buhranları başladı. İhtiyar kadın korku içinde kalarak:

— Bu nasıl şey? diye mırıldanıyordu. Daha üç gün önce gönderdiği mektupta evden dışarı çıkmadığını yazıyordu! Peki geceleri nerede yatıyor? Yarabbi sen bilirsin!

Nadejda Filipovna halsiz düşmüştü, hatta şapkasını bile çıkaramıyordu. Afyon yutmuş gibi manasız gözlerle etrafına bakınıyor, sinirden gerilen parmaklarıyla annesinin eline yapışıyordu.

İhtiyar kadın, kızının yanında telâşlı telâşlı dolaşıyordu:

— Tam inanacak adamı bulmuşsun, insan kapıcının sözlerine inanır mı? diye ağlamaklı bir sesle söylendi. Ne kadar kıskanç şeymişsin! O, bizi aldatmaz… Hem de bizi aldatmaya nasıl cesaret eder? Biz şöyle böyle insanlardan mıyız? Tüccar soyundan olsak bile gene böyle bir şey yapmaya hakkı yoktur, çünkü sen nikâhlı karısısın! Biz gereken yere şikâyet de edebiliriz! Seninle evlendiği zaman çeyiz olarak tam yirmi bin altın verdim! Sen çeyizsizin biri değilsin ki!

Bu sözleri söyler söylemez, kendisi de ağlamaya başladı, sonra kolunu silkti; kendisi de halsiz düştü, sandığın üstüne yattı. Bu sırada gökyüzünde mavi lekeler görünmüş bahçede ıslak otlar üzerinden ilk güneş ışığı yavaşça kaymış, neşelenen serçeler, gökyüzünde koşuşan bulutların gölgelerinin aksettiği su birikintileri etrafında cıvıldaşarak, zıplamaya başlamışlardı, ama ana kız, hiçbir şeyin farkında değillerdi.

Akşamüzeri Kvaşin geldi. Şehirden ayrılmadan önce eve uğramış, kapıcıdan, kendisi yokken karısının geldiğini öğrenmişti.

Neşeli neşeli kaynanasının odasına girdi, onların yaşlarla dolu gözlerini, somurtkan yüzlerini görmüyormuş gibi davranarak:

— İşte, ben de geldim! dedi. İşte ben de geldim! Tam beş gündür görülmedik!

Aceleyle karısının, kaynanasının ellerini öptü, ağır bir işi başardığı için memnunluk duyan bir insan tavrıyla kendisini koltuğa attı.

Ciğerlerindeki bütün havayı dışarı çıkararak:

— Of! dedi. O kadar bitkinim ki, sormayın, zorla oturuyorum! Hemen hemen beş gün… geceli gündüzlü sanki iğne üzerinde oturuyormuşum gibi yaşadım! Bu zaman içinde eve bir kere bile uğramadım! Hep Şipunov ile İvançikov’un müsabakasıyla uğraştım. Galdeyev’in mağazasının üstündeki büroda çalışmak zorunda kaldım… Yemedim, içmedim, bir sıranın üstünde yattım, dondum, bittim… Bir dakika bile boş durmadım, eve gitmeye bile vakit bulamadım. İşte Nadyuşa bu yüzden eve uğrayamadım…

Bu sözleri söyledikten sonra Kvaşin, fazla çalışmaktan belkemiği ağrıyormuş gibi ellerini kalçasına dayadı, yalanının yahut kendisinin dediği gibi, diplomatlığının nasıl bir tesir bıraktığını anlamak için yan gözle karısının, sonra kaynananın yüzüne baktı. Kaynanasıyla karısı, kaybettikleri kıymetli bir şeyi hiç beklemedikleri, ummadıkları bir zamanda bulan insanlar gibi sevinçle birbirlerine bakıştılar… Yüzleri parlıyor, gözleri yanıyordu…

Kaynanası, yerinden fırlayarak:

— Aziz yavrum, diye bağırdı. Ah, Yarabbi, ben ne diye burada oturuyorum? Çabuk çay hazırlasınlar! Belki karnın da açtır?

Karısı, sirkeyle ıslatılan mendili başından çekip atarak:

— Elbette açtır! dedi. Anne, çabuk şarapla mezeleri getirin! Natalya, sofrayı hazırla! Ah, Yarabbi hiçbir şey hazır değil!

İkisi de mesut, bahtiyar, odalarda telâşla koşuşmaya, uğraşmaya başladılar…

Biraz sonra masa hazırlanmıştı. İçi dışı Madera şarabı, likör kokan, tokluktan güçlükle nefes alan Kvaşin, durmadan açlıktan şikâyet ediyor, yemekleri zorla çiğniyor, durmadan Şipunov ile İvançikov’un müsabakasından söz ediyordu.

Karısı da, kaynanası da gözlerini onun yüzünden ayırmayarak düşünüyorlardı:

“Ne akıllı, ne nezaketli adam! Hem de ne güzel erkek!”

Akşam yemeğinden sonra Kvaşin kocaman, yumuşacık kuş tüyü yatağına yatarken:

“Bu pek önemli! diye düşünüyordu. Gerçi tüccar soyundan, cehalet kokan insanlardır, ama kendilerine göre ayrı bir güzellikleri olduğu da inkâr edilmez. İnsan haftanın bir iki gününü burada zevkle geçirebilir.”

Yorganı başından aşağı çekti, ısındı, uykuya dalarken:

“Bu pek önemli!” diye mırıldandı.

Anton Çehov
Kaynak: Hikayeler 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz