“Asla iki kez göremeyeceğiniz bir şeyi sevin”
Aşkın yeniden icat edilmesi ve savunulması gerektiği konusuna dönmek istiyorum. De quoi Sarkozy est-il le nom? adlı kitabınızda, aşkın yeniden icat edilmesinin ticari müstehcenliğe ve günümüzde solun yaşadığı bozguna karşı olası bir direniş noktası olduğunu ileri sürüyorsunuz. Aşk Fransız başkanının simgelediği dünyaya karşı nasıl bir direniş oluşturabilir?
Bence Fransa’nın hem bir devrimciler ülkesi, hem de gericiliğin etkisi altındaki bir ülke olduğunu anlamak çok önemli. Yabancı arkadaşlarımla sık sık tartıştığım bir şey bu, çünkü onlar hâlâ ha bire devrimci icatlar ardında koşan, olağanüstü Fransa söylencesine takılmış kalmışlar. Dolayısıyla, adı devrimle birlikte pek de anılamayacak Sarkozy’nin seçilmesine biraz şaşırdılar… Onlara yanıt olarak, Fransa’nın tarihini Aydınlanma Çağı felsefecilerinin, Rousseau’nun, Fransız Devrimi’nin, Haziran 48’in, Paris Komünü’nün, Halk Cephesi’nin, Direniş’in, Kurtuluş’un ve Mayıs 68’in birbiri ardına dizildiği bir tarih olarak gördüklerini söyledim.
Asıl sorun başka bir tarihin de olması: 1815 Restorasyonu, Versailles’cılar, 14 Savaşı sırasında Kutsal Birlik, Pétain, korkunç sömürge savaşları… ve Sarkozy. Demek istediğim şu ki, Fransa’nın iç içe geçmiş iki tarihi vardır. Aslında büyük devrimci isterilerin zincirinden boşandığı noktada, takıntılı gericilikler karşılık verir onlara. Bu açıdan bakıldığında, aşk da işin içine karışıyor. Zaten tarihsel olaylara her zaman sıkı sıkıya bağlı olmuştur. Âşık Romantizm XIX. yüzyıldaki devrimlerle bağlantılıdır. André Breton aynı zamanda Halk Cephesi’ni, Direniş’i, faşizm-karşıtı mücadeleyi temsil eder. Mayıs 68’de yeni cinsellik ve aşk anlayışları konusunda büyük bir patlama yaşanmıştır. Ama bağlam bunaltıcı ve gerici olduğunda, kimlik moda olur. Farklı biçimlere bürünebilse de, her zaman kimlik ileri sürülür. Sarkozy de bundan geri kalmamıştır.
Birinci hedef: yabancı kökenli işçiler. Araç: acımasız ve baskıcı yasalar. Daha İçişleri Bakanı’yken bu konu üstünde çalışıyordu. Yürürlükteki söylem Fransız kimliğiyle Batı kimliğini birbirine katıyor. “Afrikalılar” üstünde sömürgeci numaralan yapmaktan çekinmiyor. Gerici önermeye göre, her zaman “değerlerimiz”i korumalı, olası tek kimlik olarak dünya çapındaki genel kapitalizmin kalıbına uymalıyız. Gericilikte ana konu, her zaman şu ya da bu biçimde, kimlikle ilgili yontulmamış bir söylem olmuştur. Kaldı ki, kimlik mantığı üstün geldiğinde, aşk tanımı gereği tehdit altında demektir. Farka eğilimi, toplumdışı niteliği, yabanıl, yeri geldiğinde şiddet içeren tarafı tartışmaya açılacaktır. Tam güvenlikli, öteki güvenliği sağlama yöntemlerine bütünüyle uygun bir “aşk”ın propagandası yapılacaktır. Dolayısıyla, aşkı aykırılığıyla, yasaya uymazlığıyla savunmak bugün bir görevdir. Aşkta, en azından, farktan kuşkulanmak yerine farka güven duyulur.
Gericilikteyse, kimlik adına farktan kuşkulanılır; gericiliğin genel felsefi özdeyişi bunu buyurur. Bunun tersine, kapılarımızı farka ve içerdiklerine açmak istiyorsak, dolayısıyla ortaklaşa yaşamın tüm dünyayı kapsamasını istiyorsak, olası bireysel deneyim noktalarından biri de aşkın savunulmasıdır. Yinelemedeki kimlik tapmanın karşısına farklı, biricik olanın, hiçbir şeyi yinelemeyenin, bellisiz ve yabancı olanın aşkını koymak gerekir. 1982’de, Théorie du sujet’de (Özne Kuramı) şöyle yazmıştım: “Asla iki kez göremeyeceğiniz bir şeyi sevin.”
Bu anlamda Jean-Luc Godard’ın konuşmamızın başlığına esin kaynağı oluşturan, kantat biçimli Aşka Övgü filmi de aşkla Direniş arasında bir ilişki kuruyor…
Kesinlikle! Godard her zaman tarihsel olaylarda direniş noktaları, aynı zamanda yaratım noktalan olarak değerlendirdiği ve daha genel anlamda, görüntülerin kompozisyonuna katılmayı hak ettiğini düşündüğü her şeyi filmlerine almıştır. Onun için büyük önem taşıyan aşkı, bence güçlü ve katı bir cinsellikle temel olarak kadınların üstlendiği bir aşk gerilimi arasında bir anlayışa yayar, o kadar ki o cinsellikle o gerilimi birleştirmek ya da şu noktada onlann etkisini kabullenmek, herkes için bir deneyimdir. Kısa bir süre önce, bir sonraki filmi için kendisiyle çalıştım, filmde lüks bir yolcu gemisindeki konuşmacı-felsefeci rolünde görünebilirim, belki de görünmem, o sanatçının çektiklerinden sonra ne yapacağını kim bilebilir?
Yaikından görünce, ondaki o eşsiz özene, titizliğe hayran kaldım. Söz konusu olan, aşağı yukan her zaman aşk. Bununla birlikte, bence onunla aramdaki fark aşkla direniş arasındaki bağı değerlendirişimizden kaynaklanıyor, Godard’da her şeyde bir hüzün tadı var. Bense hüzünden çok uzak dururum, adına aşk denen o öznel renkteki hüzün için de geçerlidir bu.
Meşhurların, televizyon Olympos’unun o yeni tanrılanna duyulan hayranlık sizce sadece siyasal aldatmacadan mı ileri geliyor, yoksa genel anlamda aşkın yoğunluğunun bilinmesinden kaynaklanan, aşk öykülerine düşkünlüğü mü yansıtıyor?
Bu olay bence iki farklı şekilde okunabilir. Siyasal şemada, söz konusu olanın bir dolap olduğunu kolayca anlıyorsunuz. İnsanlar bu öykülerle eğlendiriliyor, büyüleniyor, bu da onları işin özünden uzaklaştırıyor. Siyasette, Carla’nın Cecilia’nın yerini almasının ne önemi olabilir? Tabii ki hiçbir önemi yok. Ama kendi kendinize “Neden işe yanyor bu?” diye sorarak, bu olaylann tanıtımını başka türlü okumaya da çalışabilirsiniz. İşe yarıyor, çünkü aşk öykülerine özel bir ilgi var. Üst düzey insanların aşkları her zaman daha alt düzeydeki insanlar için sahneye taşınmıştır. Peki neden? Bu sorunun da iki yanıtı var. Doğrudan aşkın evrenselliği ileri sürülebilir. Sarkozy bile acı çekebilir, cep telefonuna bir türlü gelmek bilmeyen bir mesajı bekleyebilir. Ölçeği değiştirirsek, siyasal gerçeklerden aşkla ilgili gerçeklere geçersek, siyasal düşman her şeye karşın size benzemeye başlar, bu gurur verici bir şey olmasa da dinlendiricidir. Bir kralın aşk acısı çekebilecek olması bir şekilde onu köylüyle ilişkilendirir. O ölçekte, köylü de kraldır. Bu işin duygusal yanıdır, aşk her zaman her yerdedir. Ama ikinci okumaya göre, görünüşteki bu tutku ortaklığı aynı zamanda kralda, başkanda, Führer’de, halkların babasında olağanüstü bir yan olmadığını gösterir. O halde, onlara saygı göstermenin, onlardan korkmanın pek bir anlamı yoktur. Buradan da yine siyasete ya da en azından siyasetin temel, öznel alt- katmanına geçilir.
Siyasette, söylediğimiz gibi, düşmanlar vardır. Dolayısıyla, onların aşk acısıyla ilgilenilmeyecektir. İfadeyi bağışlayın ama yutmayacağız bunu! Siyasal anlamda aklımız başımızdaysa, karısının Sarkozy’yi aldatıp aldatmaması kesinlikle bizim sorunumuz değil diyeceğiz. Ama başka bir açıdan, aşkın özellikleriyle ilgili yaygın bilgi açısından, bir yandan da Hıristiyanlığın pekiştirdiği bir bakış açısından bakıldığında, insanların aşkın görünürlüğüyle ilgilendikleri açıktır. Sonuç olarak, bu görünürlük, içinde uygunsuz malzemelerle siyasal cesaretin biçimlendiği o sınırsız alanın parçasıdır, bu anlayışa göre düşmanların doğaüstü bir anlamı, üstün bir gücü yoktur. -Sarközy’nin anlamsız serüvenlerine takılıp kalmamak için- tarihimizden yoğun, yüce bir aşkı düşünüyorum: Fronde döneminde naibe Anne d’Autriche’le çok zeki, kokuşmuş ve kurnaz siyasetçi Mazarin arasındaki aşkı. Onlara karşı ayaklananların bakış açısından, o aşk kesinkes korkunç bir engel (naibe erkeğini asla bırakmayacaktır) ve halk arasında Mazarin’i sapkın, rezil bir adam olarak gösteren söz dalaşının temel öğelerinden biri olmuştur. Olsa olsa siyasetle aşk arasında yalnızca ikircikli ilişkiler, geçirgen bir ayrım ya da yasaklı bir geçiş noktası olduğu söylenebilir, bunu ancak tiyatro terimleri açıklayabilir. Bu güldürü müdür? Yoksa tragedya mı? İkisi birden. Sevmek demek her türlü yalnızlığın ötesinde, dünyada yaşamı hareketlendiren her şeyle mücadele etmek demektir. Bu dünyayı doğrudan, ötekiyle birlikte olmanın bana kazandırdığı mutluğun kaynağı olarak görüyorum ben. “Seni seviyorum” sözü şuna dönüşür: Senin benim yaşamım için oluşturduğun kaynak bu dünyada var. Bu kaynağın sularında, sevincimizi, öncelikle seninkini görüyorum. Mallarmé’nin şu şiirindeki gibi görüyorum onu:
Döndün dalga içinde
Çıplak sevincine.
Alain Badiou & Nicolas Truong – Aşka Övgü