Burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. Yoğun yaşayıp, ölebilmek de güzel.
Mektubunu alalı epey oluyor, soğuk, sıcak, yağmur derken, mektubunun tarihine bakıyorum da, 5 Haziran. Bildiğin gibi, Berlin’e geçmedim, Zürih’te kaldım. Bir durumun verdiği olguları, diğer durum alıp götürüyor. Herhangi bir mutluluğu elde etmek için (mutluluk derken, hiç de mutluluktan söz etmiyorum) birçok şeyden feda etmek gerekiyor. Şimdilik buradayız. Her İsviçreli gibi balkonumuzda petunya ve sardunyalar açıyor. Evimizin koridoru 19 metre. Camlar aydınlık, zaman zaman güneş var ya, küveti doldurup, güneşe karşı banyo yapabiliyorsun. Biraz, beş dakika kadar yürüyünce, kabinleri, duşları, kahvesi olan, çiçekler içinde bir plaj, Limmat’ın serin ve temiz suyu… bir kuruş ödemeden evin bahçesinde gibi. Ben zaten yeryüzünün neresini benimsedim ki? Zaman zaman kendimi çok iyi, zaman zaman da kötü duyuyorum. İki durum da uzun sürmüyor, böylece bir denge kuruluyor. Başta seni, birkaç dostumu çok özlüyorum. Ama biraz para kazanırsam, benim de daha sık gelmem mümkün olabilir. Seni de ilk fırsatta bekliyorum. Burada istediğin kadar yürüyüş yapar, gözlerimizi yeşile, çiçeklere, sessizliğe doyururuz.
Bir ara beş gün Tektaş’la geçirdik. Ezel, Cenevre’ye bir pano sattı, arabayla onu götürdük, sonra İtalya sınırındaki Hans Peter’in babasının evinde kaldık. Gölde yüzdük, kahvelerde oturduk, Tektaş ve Hans Peter bir gün Milano’ya gitti, dağlarda yürüdük, defne topladık, satılık arsalardan vişne toplayıp güzel günler geçirdik. Ortada insanı rahatsız eden ne yeni zengin var, ne de arabesk. Bu durum beni memnun ediyor. Tabii buna karşın büyük bir kopukluk da var. Aslında insanın temelinden uzaklaşması hiç de kolay bir olgu değil. Mehmet’in “özlersin kız, özlersin buraları kız” deyişi sık sık kulaklarımda çınlıyor.
Sevgili güzel kızın gelmiş. Tuzla’ya gitmişsiniz, Sezer yazdı. Fatoş temelli mi döndü? O da mutlak büyük bir adapte olma güçlüğü geçirecek. Kafası çalışan insanlarla bir arada olur, arzu ettiği düzeyde bir erkekle de olursa, bu adapte olma dönemi tabii kolaylaşır. Ben de belki Deniz buraya geldiğinde onun sorumluluklarıyla karışık, kendimi daha iyi duyarım.
İstanbul’un müthiş sıcak olduğunu duyuyorum. Burası üç gün sıcak oldu, onun dışında pardösü giydiğimiz bile oluyor. Yaz günleri uzun, ama bildiğin gibi burada gece 11.30’da hemen her yer kapanıyor, ancak sokaklarda yürünecek çok yer var.
Bu günlerde Tektaş’ın oğlu da gelecek. Ezel, Ağustos’ta güneyde bir sergi açacak, Ekim’de de burada, çok çalışıyor, bütün ailenin yükü onun üzerinde, ama güçlü bir kadına benziyor, inançları büyük. Bizim gibi şüpheci değil. Onun da kızı şimdilik epey yalnız kaldı, dil öğreninceye kadar böyle oluyor. Bizim de burada bir iki tane arkadaşımız var, ama İsviçre bildiğin gibi çok kapalı bir toplum, sokaklarda gözlenecek bir yaşam, yaşayan insanlar yok. Sanatçılar da kim bilir nerede, kendi kabuklarına çekilmiş. Bu açıdan Berlin’i, dostlar nedeniyle de İstanbul’u arıyorum, seni, Harald’ı, ya da Asmalımescit’te çocukluğumdan beri rastladığım ayyaşları. Latin Amerikalı yazarlarla zaman zaman uzun röportajlar yayımlanıyor, sorunları bize çok benziyor. Ama Latin Amerika’da birkaç ülkede sorunların birbirine benzemesi, dillerinin İspanyolca, Portekizce oluşu belki bir anlamda sorunu daha geniş çaplı kılıyor. Biz, Türkiye olarak gerçekten yalnız kalmış, Batılılaşma sürecinin de artık içinde boğulmuş bir durumdayız, ama bu durumdan belki sıyrılırız.
Tektaş’a Cumhuriyet gazetesi geliyor, şu sırada festival var, bilmem senin açından da ilginç şeyler oluyor mu…
Sonbaharda kitabın mutlak çıkar, bana hemen gönderirsin, biliyorum. Kitabını dikkatle ve zevkle okuyacağım.
Dün benim kitabın ikinci kez basılmış olanı geldi. Zorla kitap bastırırken, bu kez kitap iki kere basıldı… Eylül ortasında piyasaya çıkacakmış. Şimdilik hiçbir şey yazmıyorum, not bile almıyorum, biliyorsun, bizim içimizde bir kitabın oluşması yıllar sürer… Öyle A. gibi her yaz bir (… ) attıramayız.
Ö’nün kitabı ve aydınlar için söylediklerine aynen katılıyorum. Hele… bunamışına… yıllar önce onun bunamışlığını fark etmiştim… ama bana kalırsa artık bu takımlar yüzdüler, yüzdüler, sonuna geldiler… onlar da, köy yazarları da… eğer hâlâ okumak isteyecek dar bir kesim varsa, onlar mutlak seni, beni okumak isteyecektir… hele onlar kadar duyurulsak…
Senin teşhisin çok doğru. Ben büyük bir yorgunluktan yeni yeni çıktım. Gerçekten müthiş yorularak yaşamaya ne denli alışmışım dinlenerek, sakin yaşamak, yorulmamak sanki anormal bir durummuş gibi geliyor bana.
20 Temmuz
Biraz önce Sezer’le telefonda konuştum. Cem Kabaağaç’ın, Hayalet Oğuz gibi akciğer kanserinden öldüğünü öğrendim… ben genç kızken, benimle çok yatmak istemişti, hattâ Büyükada’da o müthiş köşkte, harabe haline gelmiş, içinde ağaçların yetiştiği köşkte, fırtınanın pencereleri açtığı köşkte bir gece geçirmiştik… sanıyorum ben bakire olduğum için, pek yatamamıştık. Yalnız köşk mü, rüzgâr mı… müthiş sinirlerimi bozmuş, eve gelip hep ağlamıştım… Genç kız anıları hep öteki tarafa göçüyor. Burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. Yoğun yaşayıp, ölebilmek de güzel.
Dün bazı fotoğraflar aldık, son gün bizim evde Harald ve seninle çekilmiş resimler çıktı, nasıl sevindim, bilemezsin, biraz seni görmüş kadar oldum.
Mutlaka buralara gel, birlikte Berlin’e gidelim.
Kahvelerde oturup, tüm öfkemizi dökelim.
Seni, Fatoş’u, Mehmet’i özlemle öperim.
Tezer
Şimdilik Zürih’ten kıpırdamıyorum. Aile, bir araya gelecekse, sonra da gelir… Düşüncemde tabii aile bir arada.
Sevdiğimiz dostlara da selamlar.
Zürih, 16 Temmuz 1984
Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar