Pazartesi sabahı, henüz kentin üzerinde pus var, iki gün biraz yağmur yağdı. Deniz, 13 Ağustos’tan beri okula gidiyor. O nedenle ben de erkenden kalkıyorum. Okul, 8’de başlıyor, cumartesi de. Üç gün öğleden sonra okul yok. Deniz, Ezel’in kızı ile de bol bol arkadaşlık ediyor. Bazen ikisi yüzmeye, bazen de şehir merkezine gidiyorlar, birbirlerini seviyorlar.
Cuma gecesi Tektaş’ın 50. yaşgününü kutladık. Ezel büyük bir yemek hazırladı. Uzun süredir Tektaş’ın oğlu da burada. O 22 yaşında, çok yakışıklı bir genç olmuş, böyle çok modern bir çocuk. Annesi ona Londra’da bir ev bırakmış, kendisi de sıkı Katolik olup, Büyükada’ya yerleşmiş. Ahmet de Londra’da arkeoloji okumak istiyor. Bol bol seyahat eden, gününü gün etmeye çalışan, anne baba çelişkisinin oldukça acısını çeken bir çocuk. Dünyanın çelişkileri de tabii ki her bireye yansıyor. Yaşam doğal gidişinden çoktan çıktı… Bir kentte doğup yaşayan, çalışan ve ölen insanlar giderek azalıyor. Herkes başka yerlerde, dünya küçüldü.
Bu arada buraya bir gün H. geldi. (… ) olmuş, bizim eve bir gün bütün “eserlerini” serdi. Tam bir çöküşün değer ve kişilik yitirmesinin örneği. Ben onu görünce müthiş sıkıldım. Yemek borum, boğazım, boğazımın ön bölümü ve dilim iltihap topladı, enseme kadar boğazım ağrıdı. Bu Mehmet’in çıkardığı ağız yaralarının, böylece tamamen psikolojik olduğunu anladım.
Kısa bir süredir biraz biraz kendimi Zürih’e alıştırmaya çalışıyorum. Bildiğin gibi eski kentin, dar sokakların güzelliği, bahçeler, çiçekler… yüzme havuzları, kentin küçük oluşu, her yere yürünebilmesi… her zaman özlediğim nitelikler. Bu olumlu yönlerin tadını çıkarmaya
çalışıyorum. Deniz’in burada oluşu da bir düzen ve yaşamımıza gerçekçi bir boyut getiriyor.
Geçen hafta sonu Locarno’ya gittik. Orada Wim Wenders’in yeni filmi Paris/Teksas’ı gördüm ve Milliyet Sanat için bir yazı hazırladım. Bildiğin gibi, Erden’in yeni filmi de Venedik’te Federal Almanya’yı temsil edecek. Milliyet Sanat oraya gitmemi de istedi. Ben de zaten uzun süredir film sanatıyla çok ilgiliyim. Bana çok çağdaş, olanakları çok zengin bir sanat olarak görünüyor. Ben de doğrusu oraya gitmek için harekete geçtim. Çünkü gazeteci olarak başvurulunca, hiç değilse tüm filmlere girme olanağı doğuyor. Şimdi Milliyet bu iş için küçük bir parasal olanak da tanıyor. Hiç değilse, orada otele yeter. Sanırım 1 Eylül’de gideceğim.
P. ilkin benim gelmeme karşı çıktı. Kendisi K. ile gidecekmiş. Bu adamın beni henüz bir türlü erkek/kadın ilişkisinin dışında, başlı başına bağımsız bir insan olarak görememesine çok üzüldüm. Çünkü P.’nin hâlâ çok (…) davranışları var. Ya o kızla arası iyi oluyor, telefonda bana poz kesiyor, ya onunla arası bozuluyor, telefon açıp “biz hep beraberiz vs…” martavalları okuyor. Ben de beraber olacaksak, somut olarak beraber olalım, gelecekle ilgili plan yapmayalım, birlikte olabileceksek, olalım, ya da herkes birbirinin kadın/erkek, (… ) olduğunu unutsun, beni herkesten bağımsız bir insan olarak gör, diyorum. Sonra bakıyor, K. onun entelektüel isteklerine yetmiyor, çevirileri yetersiz kalıyor, işe yaramıyor, “sen gel, bu işleri sen iyi yaparsın” diyor. Berlin’de de Deniz’in kafasına iyice sokmuş, işlerim yoluna girince annen, sen, ben birlikte olacağız, diye. Deniz de bu durumda Hans Peter’i hiç iplemiyor. Oysa Hans Peter ona karşı çok iyi ve çok sorumlu davranıyor. Ama bu duruma da alıştım, belki, alıştım mı, yoksa bu durum bana çok mu zor geliyor. Belki çok zor geliyor. Ama ne olursa olsun, işte buradayım ve kendime göre ilişkiler kurmaya, çalışma olanakları aramaya çalışıyorum.
Doğrusunu istersen, zaman zaman kendi cesaretime şaşıyorum, bugün böyle büyük değişikliklere hiç kalkışamazdım. Üç kez mesleğini henüz oturtmamış, amatör başlayan üç erkekle yeniden başlama cesaretini nereden aldım? Ne büyük merakım varmış insanlara, yaşama, yeniliklere karşı. Doğrusu 41 yaşında bir kadının, yeniden işine başlayan genç bir adamla olması o denli zor ki… İsviçre de, Hans Peter gibi birçok konuda yetenekli değil de, tek konunun uzmanını arayan bir ülke. O yüzden o da çalışma konusunda güçlük çekiyor. Sonra sanatçı yönü de var… ne kadar çok sanatçının ne kadar çok yorgunluğunu taşıdık biz, biliyorsun. Ama bu tür düşünsel yorgunluklara karşın, kendi kendime gene diyorum ki… İstanbul’da olsan otobüsün içine bile giremezsin, gene evin ısınmaz… İşte henüz daha (gençken), seyahat edebiliyorken Avrupa’nın ortasındasın, Locorno, Venedik, belki sonra Paris, Münih… her şeyin ortasındasın, sonbaharın kahveleri, sokakları, sessiz ormanları seni bekliyor… Hareketli olabildiğin sürece hareketli kal. Ayrıca Hans Peter bana karşı hep iyi, hep saygılı, hep sevgi dolu. Gerçekten tanıdığım en iyi yürekli erkek. Ama kadın kadar yüreği olan bir erkek de güç. Kendi sezgilerini, bunalımlarını, öfkelerini, duyarlılıklarını iki kez yaşıyorsun… Gene de böyle bir beraberlik yaşadığım için çok mutluyum.
İşte benim iç dünyamda bazı kıpırdanışlar. Burada olsan, bir kahveye oturur, ne güzel dertleşirdik.
Bu günlerde Hans Peter’in Kanada’dan bir arkadaşı bizde, bir yazar çocuk, daha çok televizyon serisi ve tiyatro yazıyor.
Bugünlerde Ergin Ertem de uğrayacak.
Ben en geç 7 Eylül’de Venedik’ten dönmüş olurum.
Disk’çilerin çıktığını, 4 Eylül’de diğer arkadaşların büyük bölümünün çıkabileceğini sevinçle duyuyoruz. Pahalılıkları üzüntüyle izliyoruz. Çelişkilerin ne denli kısa sürede büyüdüğünü görüyoruz.
Öğleden sonra Leylâ’cığım,
İstanbul’dan daha çok seni özlüyorum. Bakalım sen ne zaman buralara gelebileceksin. Kardeşlerinle Levent’teki ev işi ne oldu?
Fatoş da bu günlerde belki Paris’e gider. İçimde hep onun oraya yerleşeceği hissi var. Kendisi mutlak en uygun kararı verecektir.
Bana oradan senin kendi kitabından başka hiçbir kitap yollama. Zaten Türk yazını dışındaki kitapları Almanca okuyorum. Kendim hiçbir şey yazmıyorum. Çok ender bazı notlar alıyorum. Henüz ne yazmak istediğimi bilmiyorum. İlkin kitabımın alacağı tepkileri bekleyeceğim. Para kazanmam gerekiyor, o yüzden çeviri işleri arıyorum. Biraz daha zaman gerekiyor, herkesin yaz tatili yeni bitti.
“Burası deli bir ülke, ama deliliği güzelleştirici değil, anlamsız ve katı, iliklerine kadar satılmış” diyorsun. Ne doğru. Senin bu nitelemeni yıllarca ben de izledim, dayanamayıp kaçana kadar. Burası bildiğin gibi deli değil. Burada tutuculuk korunmuş, ortaçağ kafası korunmuş, iş kutsaldır kuralı geçerli. Geniş sorunlara kafa yormamaya çalışıyorum, beni ilgilendiren daha yakın, daha somut olgulara eğilmeye çaba gösteriyorum. Özlediğim sessizliğe kavuştuğum için mutluyum. Ama bu sessizlik de koşullu, her olgunun içerdiği çelişkiyi sen çok iyi bilirsin, yaşamışsındır, sürekli yaşarsın. Senin gibi bir yakınım olduğu için mutluyum. Seni, Mehmet’i Fatoş’u özlemle öperim. Dostlara selam.
Tezer Özlü
27 Ağustos 1984
Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar