“İsa çarmıha gerilmek yerine günüzdeki gibi elektirikli sandalyede infaz edilseydi hristiyanların sembolu çarmıh değil de elektirikli sandalye mi olacaktı?”*
Bu, klasik bir “kilitli kapı” sırrıdır. Bir adam ölüme mahkum edilmiştir: Çarmıha gerilmiş, sonra kesinlikle ölmesi için göğsüne bir mızrak saplanmıştır. Bazı anlatılanlara bakılırsa, deneyimli lejyon kolcularının gözetiminde, cesedi bir mezara gömülmüştür. Ama iki gün sonra mezar boştu. Durumu iyice gizemli kılan, adamı iyi tanıyan insanların, onu gördüklerini ve onunla konuştuklarını söylemeleriydi. Başlangıçta, bunun bir tür düş ya da sanrı olduğundan kuşkulanmışlarsa da, sonra ona dokunup birlikte yemek yemişler ve en sonunda, adamın dirildiğine karar vermişlerdi.
Kuşkusuz, bu adam Nasıralı İsa’dan başkası değildi. Dirilişi de sadece Hıristiyanlığın temeli olmakla kalmamış, aynı zamanda yaklaşık iki bin yıldır tarihçileri uğraştıran bir gizem olarak kalmıştı.
Döneminde yaşayan çoğu insana kıyasla, İsa’nın oldukça iyi belgelenen bir yaşamı vardı.
İkinci yüzyılın başlarında yazmış olan Romalı tarihçi Tacitus, “Hristos”un Romalı vali Pontius Pilatus tarafından ölüme mahkum edildiğini belirtmişti. Tacitus onun ölümünün ona inananların “ölümcül batıl inançlan”nı engellemediğini de eklemişti.
Yahudi kaynaklan, birinci yüzyıl tarihçisi Josefus [2500 Yıllık Savaş Tarihi, J. Keegan, Aykırı Yayınları, s. 50’de Romalıların Kudüs Kuşatması’nı anlatan yazar] dışında, aynı derecede eksiktir. Josefus, Pilatus tarafından çarmıha gerilerek idama mahkum edildikten sonra, İsa’nın nasıl “dirilmiş olarak ortaya çıktı”ğım aktarır. “Çünkü Tanrının peygamberleri, bunlar ve onunla ilgili diğer mucizeler konusunda kehanette bulunmuşlardı.” Bu anlatım tarzı apaçık inanlara özgü olduğundan, çoğu tarihçi sonradan bazı Hıristiyan kopyacıların bunu eklemiş olmaları gerektiği sonucuna varmışlardı. Yine de, çoğu Josefus’un ilk metninin İsa’nın ölümüyle ilgili ifadeler içerdiğini öne sürmüşlerdi.
Roma ve Yahudi kaynaklarında tek bulabildiğimiz bazı anlatımlardır. Tarihçiler, İsa’nın “çile çekmesi” ya da acı çekmesi hakkında daha çok şey öğrenmek için, gözlerini Yeni Ahit’e, özellikle de Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın dört sevindirici haberine çevirmişlerdi. Sevindirici haberlerin en eski versiyonları dördüncü yüzyıldan kalmıştır ama çoğu tarihçi orijinallerinin 70 ve 110 yılları ya da dirilişten sonra 40 ve 80 yılları arasında yazılmış olduklarına inanıyor. Bu versiyonlar, İsa’nın havarileriyle son yemeği dahil, hep aynı temel öyküyü anlatıyor: İçlerinden birinin, Yahuda İşkariyot’un ihaneti, tutuklanma, yar-gılama, çarmıha gerilme ve diriliş!
Bunun dışında, aklınıza gelen her türlü tutarsızlık bulunur. Tarihçilerin çoğunun yazıların en eskisi olarak gördüğü Markos’da. üç kadın mezarda beyaz giysili genç bir adam görür; adam onlara İsa’nın dirildiğini söylemek için gönderilen bir haberci çıkar. On yıl ya da daha uzun bir zaman sonra, Matta bir deprem, göz kamaştırıcı bir ışık ve İsa’nın kadınlara gerçekten görünmesini ekler; sonra İsa, Gelile dağında on bir havarisine görünür. (On ikincisi, Yahuda kendisini asmıştır.) Matta ile aynı zamanda yazılan Luka’da mezardaki kadınların sayısı belirtil
mez; mezarda iki melek belirir ve dirilen İsa ilk önce kadınlara değil, Emmaus yolunda iki kişiye görünür. Yuhanna’da ise, bir kadın mezara gider ve İsa defalarca görünür.
Bu yazıların yazarları neden öykülerini dosdoğru anlatmazlar? Başka ayrıntılar gibi, dirilen İsa’nın kaç kez göründüğü, kimlere göründüğü, görünme zamanı ve yerleri konusunda da farklı şeyler anlatırlar.
Birçok kişiye göre, bu tutarsızlıklar yazıların tarihsel belge niteliğini tamamen yitirmeleri için yeterli bir nedendi. Daha derin düşünülürse İsa’nın diğer mucizeleri gibi diriliş öykülerinin tümü akılcı inanca meydan okur. Daha ikinci yüzyılda, filozof Celsus, dirilişin “bu başarısızlık karşısında İsa’nın öldükten sonra dirildiğini sanacak kadar kendilerini ağır yas havasına kaptıran” havarilerin bir fantezisi olduğunu söylemişti.
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, akılcılığın eğitim gören Batılıların çoğunda dinsel inancın yerine geçişiyle birlikte, özellikle Alman üniversitelerinin önde gelen ilahiyat bölümlerini dolduran liberaller arasında, Celsus’un görüşleri değişik şekillerde egemendi. Örneğin, 1782’de Kari Friedrich Bahrdt çarmıha gerilme için “iki çivi teorisi”ni ortaya attı: İsa çarmıha gerilirken, ayaklarından değil, ellerinden çivilendiği için, çarmıhtan indirildiğinde yürüyebildiği sonucuna varmıştı. Bahrdt, İsa’nın inananlarının ona ağrı kesici ilaçlar verdiklerini, ölmüş gibi görünmesinin de bayılmasına bağlı olduğunu, sonra İsa’yı sakladıklarını ve sağlığına yeniden kavuşturduklarını varsaymıştı. 1835’de David Friedrich Strauss sadece efsane oldukları gerekçesiyle, bütün yazılardaki anlatılanları göz ardı etmişti. Strauss diriliş öyküsünü kitlesel histeri olarak açıklamıştı.
Amerika’da da akılcılık egemen olmuştu. 1804’de, Thomas Jefferson yazılardan gerçek sanılan çok şeyi çıkarmaya karar verdi; “Jefferson İncillerF’nde geriye kalanlar, çok sayıda özdeyiş, kıssa ve özgün anlatıların salt iskeletiydi. Hiçbir mucize, İsa’nın tanrısallığına ilişkin hiçbir açıklama ve elbette hiçbir diriliş yoktu.
Ne de olsa, bütün bunlar “Akıl Çağı” denilen bir çağda akla uygun görünüyordu. Artık yirminci yüzyılda, en dindar Hıristiyanlar bile İsa’nın öyküsünü akılcı tarihçilere bırakmaktan büyük ölçüde hoşnuttu. Ortaya çıkan bir çeşit ateşkes gibiydi: Dindarlar için Hristos, tarihçiler için İsa vardı. İki taraf da birbirine pek aldırmıyordu.
Ateşkes yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdü.
Bir dizi etken, tarihsel İsa arayışını tekrar canlandırdı. İlahiyatçılar ilahiyat fakülteleri ve kilise okullarından, İsa’ya yeni bir gözle bakmakta özgür oldukları laik kurumlara geçtiler. Diğer disiplinlerden, özellikle kültürel antropoloji ve sosyal bilimlerden gelen bilimciler, din tarihine ilgi duymaya başladılar. Ama en önemlisi bir dizi eski belgenin ortaya çıkarılması oldu. Bunlar tarihçilerin İsa’nın hayatına ve ölümüne bakışlarını adamakıllı değiştirdi.
Aralık 1945’de, Yukarı Mısır’da Nag Hammadi adlı bir yerde, Muhammet Ali alSamman adlı bir Arap köylü fide hazırlamak için yumuşak toprak arıyordu. Ayağı kırmızı topraktan yapılmış bir çömleğe takıldı. Çömleği açınca, dağılmış bazı papirüs yapraklarla birlikte deriye ciltlenmiş on üç papirüs kitap buldu. Bu kuru yapraklardan birkaçını ateş yakmak için kullandı ama en sonunda diğerleri Kahire Kıpti Müzesi’nin yolunu tuttu.
Muhammet Ali alSamman’ın bulduğu belgeler arasında, bir tanesinin başlığı “Thomas’a Göre Sevindirici Haber”di. İlk kilise belgeleri Thomas’ın sevindirici haberi’nden (çoğu kez küçümsemeyle) söz etmiş olsalar da tarihçiler bunun tamamen kaybolduğunu düşünüyordu. Oysa Mısır çölünün kuru havasında tümü ve neredeyse kusursuz bir biçimde gün ışığına çıkmıştı. Papirüs yaprakları radyokarbon yöntemi ile 350 ve 400 yılları arasına tarihlendirildi. Buna rağmen, Thomas’ın neredeyse
tamamen İsa’nın kendi sözlerinden oluştuğuna dikkat eden bazı bilimciler, metnin İsa’nın kendisinin yaşadığı yıllara yakın bir zamanda, belki daha 50’lerde yazılmış olduğundan kuşkulandılar. Bu, Thomas’ın Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dan daha eski olması demekti.
Peki ya Thomas diriliş konusunda ne söylüyordu?
Kesinlikle hiçbir şey.
Ne de olsa, bir ölünün dirilişi öyle kolay kolay küçümsenebilecek bir yaşamöyküsü ayrıntısı değildir. Thomas’ın bunu duymamış ya da söz etmeyi unutmuş olabileceği düşünülemez. Bu nedenle, birçok tarihçi, dirilişin İsa ya da havarilerinin değil, sonraki Hıristiyanların, belki Markos’un uydurması olduğu sonucuna ulaştılar.
Thomas, modern bilimcileri İsa’nın ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca şiddetlendiği görülen bir tartışmaya çekti. Bir tarafta (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ile birlikte) İsa’nın dirildiğinde ısrar eden Ortodoks Hıristiyanlar vardı. Üstelik sadece görünmesinden söz edilmiyordu; meşru kabul edilen sevindirici haberler, dirilen İsa’nın sadece inananlarına görünmekle kalmadığını üstüne basa basa vurguluyorlardı. İsa onlarla konuşuyor; birlikte yemek yiyor; açık açık onlara (Lukka’da) “hayalet olmadığını” söylüyordu.
Bu Ortodoks görüşün karşısında, Thomas’ın sadece farklı bir kesimini temsil ettiği “Gnostikler” vardı. Onlar da İsa’nın kelimenin gerçek anlamı ile değil yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Gnostikler için, İsa vecde gelme sırasında, hayallerde ve düşlerde görünüyordu. Daha çok, bin yıldan fazla bir zaman sonra Martin Luther ya da bugünkü çeşitli bağımsız kiliseler gibi, Gnostikler İsa’nın herhangi bir zamanda herhangi bir bireye görünebileceğine inanıyorlardı.
Ortodoks Hıristiyanlar neden kelimenin gerçek anlamında bir dirilişte ısrar etmişlerdi? Neden Gnostisizmi bir sapkınlık olarak şiddetle reddetmişlerdi?
Önde gelen Gnostiklerden biri, Elaine Pagels, yanıtın dinden çok politikayla ilgili olduğunu öne sürdü. Dirilişin, dirilen İsa’yı görmüş olan öğrencilerden kilisenin liderliğini miras alan insanların iktidarını meşrulaştırmaya yaradığını söylemişti. Eğer bir insan İsa ile kendi başına ilişki kurabilseydi, bu onların iktidarını tamamen ortadan kaldırırdı. Dolayısıyla, Pagels’e göre, kilise liderleri için (Luka gibi) dirilen İsa’nın yeryüzünde kırk gün kalıp, sonra göklere yükselmesi çok önemliydi. Bu kırk günden sonra İsa’nın bir daha görünüp görünmediğine gelince… Bunu sayan mı oldu ki?
Eskiden egemen olan İsa anlayışının yerini 1980’ler ve 1990’larda, yeni ve çok daha liberal bir uzlaşı aldı. Dirilişin, gösterişli da olsa, politik bir kurnazlığa indirgenmesiyle, ilahiyatçılar özgürce İsa’nın ölümünden çok özdeyişleri üzerinde yoğunlaşabileceklerini hissettiler. “Mesih” imgesinden kurtulan İsa çeşitli kılıklara büründürüldü: Köylü, haham, Buda, devrimci, hatta ince espriler yapan bir talkshowcu.
Bu tabloları çizen birçok kişi 1985’te “İsa Seminer”inde bir araya geldi. Burada katılımcılar sadece yazıların tarihselliğini ele alıp tartışmakla kalmadılar, bunları oyladılar da! İsa’nın sözlerini kırmızı mürekkeple basma geleneğini alaya alan akademisyenler, sırayla bir sandığa boncuklar attılar. Kırmızı boncuk yazının özel bir bölümünün “özgün” olduğu anlamına geliyordu. Pembe “belki” demekti. Siyah “kesinlikle olmadığı” anlamındaydı.
Oylama hem oldukça gülünçtü hem de açıkta yapılması sağlanmıştı. Katılanlar cidden ilgiliydiler, birçoğu için İsa’nın tarihselliği akademik bir ilginin ötesindeydi. Kurucu Robert Funk, İsa Semineri’ni Hıristiyan sağa doğrudan ve bilinçli bir meydan okuma, dinsel söylemin kontrolünü Pat Robertson ve Jery Falweller gibilerinden alma çabası olarak görüyordu.
Gene de Robertson ve Falwell’in tersine, Funk ve izleyicileri ciddi akademisyenlerdi ve bu, onlara entelektüel bir problem sunuyordu. Onlara göre, yazılar kırsal bölgelerde gezinen bir bilgeye, bir tür Yahudi Sokrates’e ait yığınla kanıt içeriyordu. Bununla birlikte, sadece İsa’nın özdeyiş ve kıssalarını aktarıp, ardından kendi ölümü ve dirilişi konusunda İsa’nın kendi sözleri dahil, yazılardaki her şeyi bir yana atamazlardı.
Böylece çok çeşitli yollar izlediler. Bazısı, California’daki Antik Çağ ve Hıristiyanlık Enstitüsü’nden Burton Mack gibi, çilenin daha sonraki Ortodoksluğun uydurmasından başka bir şey olmadığını öne sürdü: Tapınak olayı olmamıştı, son yemek yoktu, hatta belki İsa çarmıhta da ölmemişti. Chigaco’daki DePaul Üniversitesi’nde profesör olan eski bir papaz, John Dominic Crossan, son yemek olduğu sonucuna vardı ama “herkesin bir son yemeği vardır, marifet, onu önceden bilmektir” diye espri yapmaktan da geri durmadı. Crossan, çarmıha gerilen İsa’nın cesedinin diğer çarmıha gerilenlerin yazgısından kurtulmasının olanaksız olduğu yani, vahşi köpekler tarafından yendiği sonu-cuna vardı.
Muhafazakar akademisyenler, yazıların ya da tarihsel çözümlemelerin gerçek İsa’yı açığa çıkarabileceği konusunda yanlış yönlendirmekle semineri suçlayınca, İsa Semineri’nin bir karşı tepki yaratması şaşırtıcı değildi. Birçok muhafazakar akademisyen, yazıların çarmıha gerilme ve diriliş kehanetleriyle ne ölçüde dolu olduğunu vurgularken, liberaller için bunlar sadece “Sevindirici Haber” yazarlarının uydurmalarına yeni örneklerdi.
Genelde, feminist hatta gay bir İsa’nın bile düşünüldüğü akademik çevrelerde, liberal uzlaşının farklı türleri geçerliliğini koruyordu. Martin Luther gibi, İsa Semineri’nden Robert Funk da tezlerini kilisenin kapısına çivilemiş ya da belki şeffaf bantla yapıştırmıştı.
Bunların kilise kapısında kalıp kalmayacaklarını ise zaman gösterecek…
Paul Aron
Tarihin Büyük Sırları
*R.Dawkins
Yanilmiyorsam David Icke’n bir kitabindaydi,Isa ile ayni donemlere denk dusen iki insanin,muhtemelen tarici ya da filozof bir not dusmusler;Biz hic Isa’yi duymadik.Yani yasamadigini ifade etmisler.Gercegi bilmiyorum,ingilizcem de cok iyi degil,fazla anlayabilmis degilim.Gercek mi,tarihcilerin mi yoksa havarilerin fantazisi mi bilmiyorum?