Dinler Tarihi: Din duygusunun niteliği, kökü ve değeri nedir? – Felician Challaye

DinGeçmişi anmaktan hoşlanan kimseler için dinler tarihi çok ilgi çeken bir konudur. Çünkü bu anış sayesinde dirilecek olanlar, yalnızca çoğu zaman sıradan bir olaylar dizisi değildir: İnsan yaşamı, evren, öte Dünya karşısında insanların beslemiş oldukları en soylu düşünceler, duymuş oldukları en karmaşık duygular da böylece dirilmiş olur.
Öte yandan dinleri incelemek, çok meraklı birtakım felsefi sorunları çözmeye de yardım edebilir: Din duygusu’nun gerçek niteliği, özü nedir? Bu duygu kökünü nereden almaktadır? Bugün özgür düşünen bir insan dine ne gibi bir değer verebilir?
Din üzerine, hiç olmazsa Avrupa’da beslenmesi gelenek haline girmiş düşünce, bunun “Tanrıya tapınmak” olduğu yolundadır.

Tanrı deyimiyle göğün ve yerin yaratıcısı, tek ve kişisel bir Tanrı kastediliyorsa, bu tanımın ancak az sayıda dinlere uyduğu görülür: Mısır’da IV. Amenhotep’in dini; kötülük ilkesini kabul eden Zerdüşt’ün Mazdeizm’i; Yahudilik, Hıristiyanlık; Müslümanlık.
Mısırlıların, Hinduların, Japonların, Babillerin, Cermenlerin, Keklerin, Yunanlıların ve Romalıların dinleri gibi çoktanrıcı bir sürü dinler, bu tanımın çerçevesi içine girmez.
Onun içindir ki yukarıdaki tanım genişletilebilir ve tek Tanrıya, çok sayıdaki tanrılar da eklenebilir. Bu konuda da, örneğin, Katolik bir din tarihçisi olan rahip Lagrange’lı şu tanımı kullanılabilir: “Din, insanlığın ortak onayıyla, Tanrıya ve tanrılara tapınışla başlar

Bu tanım daha önce anlattığımız tektanrıcı ve çoktanrıcı dinlere uygun düşmektedir. Fakat ne totemizm ve animizm gibi ilkel dinlere, ne kinizm, Konfüçyanizm, Taoizm gibi Çin dinlerine ve ne de özellikle tanrıtanımaz bir din olan Ortodoks Budizm’e uygulanamaz.

İşe en karmaşık dinlerden başlanacak yerde, ilkin en basit dinlerin niteliklerini düşünmek daha yerinde olur.

Bu kitapta yapıtlarından ve düşüncelerinden sık sık söz edilen Salomon Reinach’la Emile Durkheim da böyle yapmışlardır.

Salomon Reinach dinde “yetilerimizi serbestçe kullanmaya engel olan bağların, sakıncaların tümünü” görmektedir.

Bu tanım da haklı olarak dikkati, totemizmde görülen ve belki de bu ilkel dinin etkisi altındaen yüksekleri de dahil, tüm diğer dinlerde bulunan tabular, yani yasaklar üzerine çekmektedir.

Ancak ileri sürülen bu tanım, dine olduğu kadar ahlaka her halde ahlakın çoğuna da uyabilir. Ahlak da vicdanlarımıza “bir sakıncalar bütünü” telkin ederek, “yetilerimizin özgürce kullanımından” doğan belirli sayıda birtakım eylemleri yasak etmektedir.

Sonra bu anlayış dinin, ilkel de olsalar, birçok toplumda ve kimi inançlı ruhlarda büründüğü sevinç dolu görünüşü fazlaca ihmal etmektedir. Durkheim totemizde de “sevinçle dolu inanç duyguları” bulabilmiştir. Çin’de, Japonya’da din, doğaya karşı gelmemektedir. Hinduizmde, Budizm’de, İran’da, Filistin’de, Yunanistan’da, Hıristiyanlıkta, Müslümanlıkta, yani her yerde mistik insanlar kutsal varlıkla ya da tanrılarıyla iç içe olmaktan mutluluk duymaktadırlar. Örneğin aziz François d’Assise gibi hiç kimsede din, Salomon Reinach’m söylediği gibi, hiç de “bir sakıncalar bütünü”nden ibaret kalmamaktadır.

Salamon Reinach için tabu kavramı dinin en belirli niteliği olmasına karşın, Emile Durkheim için bu, daha çok totem kavramıdır, bu sözcük bir kutsal varlıklar, ya da kutsal nesneler topluluğunu gösterir.

“Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri” adlı yapıtında Emile Durkheim dini “kutsal, yani birbirlerinden ayrı ve yasak nesnelerle ilgili inançlardan ve tapınma yöntemlerinden oluşan ortak bir sistem” diye tanımlar; “bu inançlarla tapınma yöntemleri, bunları benimsemiş olanları kilise diye adlandırılan tek ve aynı manevi toplulukta birleştirir.”

Durkheim’ın yetiştirmesi olan Henri Hubert, dini “Kutsal nesnenin yönetimi” diye tanımlamaktadır.

Durkheim’a göre kutsal nesne, sosyal köktendir; kişiyi kendi benliğinin üzerine yükselten toplum, kutsal nesne duygusunun da doğmasına yol açar.

Nitekim Durkheim buna kanıt olarak ilkel insanların özellikle Avustralyalıların durumlarını göstermektedir: Klan tarafından korunan, yükseltilen bu ilkel insanlar şevklerini, heyecanlarım klanın simgesi olan totem üzerine yöneltirler. Bu duygu totemden genel olarak totemin özüne, “mana” ya yayılır.

Durkheim kutsal olanla olmayanın ayırt edilmesini çok önemli saymakta haklıdır. Ancak başka noktalarda onun görüşü kesin itirazlarla karşılaşmaktadır.

Hatta bu görüş, yalnız ilkel insanlarla ilgili bölümü için bile daha önce de gördüğümüz gibi ortaya büyük güçlükler çıkarmaktadır.

Daha genel olarak, Durkheim’ın tanımının, dinin kilise ile ilgili, yani toplumsal yönünü abartmış olup olmadığını soranlar da bulunmuştur. Şurası doğrudur ki din, çoğu kez, toplumsal bir olaydır ve kilise örgütü de bunda büyük bir tarihsel rol oynamıştır. Ancak Durkheim din duygusunun kişisel yönünü fazlaca ihmal etmektedir. Buda yalnızlık içinde daldığı düşüncelerden kendi çevresinin geleneklerine aykırı olan bir evren ve insanlık anlayışı çıkararak, din düşüncesinin doruğunda yer almış bulunmaktadır. Birçok dinlerde mistik insan, toplu halde yapılan tapınışlara aldırmayarak, kendi tanrısına şahsen ulaşır.

Son olarak ve özellikle, Durkheim’ın kutsalla toplumsalı bir tutması da haksız ya da yersiz bir önermedir ki bu, şimdi varolan toplumların tanrısallaştırılması gibi bir sonuç doğurur. Toplumun kişiyi koruduğu ve genel olarak ona yardım ettiği doğrudur; fakat toplumun onu çoğu kez sömürdüğü, zulüm altında tuttuğu, ölüme yolladığı da doğrudur. İnsan kendisi kadar sıradan kimselerden oluşan bu kusurlu devletleri hangi büyük zorunluluk karşısında tanrısallaştırabilir? O devletler ki çok dayanıksız ve kırılgan nesnelerdir ve en süreklisi bile yok olmaya mahkûmdur! Bunlar çok zavallı tanrılar olur doğrusu!..

Biz de Salamon Reinach ve Durkheim gibi burada başlangıç noktası olarak ilkel dinlerin incelenmesiyle işe başlayacağız. Ancak dikkati her şeyden önce tabu düşüncesi ya da totem fikri üzerine toplamaktan çok “mana” kavramını ön plana alacağız: “Mana” hem maddi, hem manevi, niteliği belirsiz ve her yana yaygın bir güçtür; Durkheim’a göre mana, ”kişilikdışı bir tanrı”dır.

Daha önce bütün dinler hakkında yaptığımız inceleme ile ilgili bir sonuca varmak gerekirse denebilir ki, bu dinlerin hepsinde doğrudan doğruya ya da dolayısıyla, kendine özgü biçimde ya da onu kişileştiren kalıntılar, simgeler, tasvirler biçimi altında hep, bu “mana” düşüncesine rastlanmaktadır.

İnsanlığın daha başlangıçta bu kadar soyut bir kavramı zihninde canlandıramayacağı yolunda yapılacak bir itiraz, olaylar karşısında ayakta duramamaktadır; hem zaten söz konusu olan açık, belirli bir düşünceden çok derin bir duygudur; bu duyguya göre sonlu varlığın dar yaşamı, sonsuz bir Gerçeğin egemenliği altındadır.

Totemlere olan inanç, mana’dan çıkmışa benzemektedir. Van Gerınep’e göre totem, “yaygın haldeki büyülü ve dinsel gücün, belki de pek ilkel, cisimlenme biçimidir ve bunun tüm dinlerde varolduğu yadsınamaz bir olaydır.” Bir klanın üyeleri belirli bir hayvan ya da bitki çeşidini itiraf edelim ki bize her zaman açıkça görünmeyen nedenlerle, en çok mana toplar türden saymaktadırlar: “Bu ya insanın kendi öz gücünü özellikle bu hayvanlarla bu bitkileri yemesine borçlu olmasından; ya hayvanın, insanın hiçbir zaman erişemeyeceği, daha çevik ve daha güçlü olmak gibi, bedensel olanaklara sahip görünür olmasından ya da gizemli güçlere sahip görünmesinden ileri gelir.”

“Kişileşmiş mana” ise Durkheim’a göre can; Mısır uzmanı Moret’ye göre de Mısırlıların Ari’sidir. Canla birlikte, bedenin ölümünden sonra da yaşayan ruh düşüncesi belirmiştir; bu düşünce ise toplumların çoğunda ve özellikle Çin’de, Japonya’da, ölülere tapınışa yol açmıştır. Şu da doğaldır ki evrimin bu anında ilkel insan dış alemin içine kendininkine benzer çok sayıda canlar yerleştirmiş ve insan canları üstünde nasıl etki yapıyorsa, bu canlar üzerinde de etki yapacağını ummuştur: Bundan da animizm (canlıcılık) ve onun doğal sonucu olan büyücülük doğmuştur.

İnsan mana’da bir düzen ilkesi bulduğu zaman, Çinlilerin Tao’su ortaya çıkar. Evrendeki düzensizlik insanların ya da önderlerinin kötü hal ve gidişlerinden ileri gelmektedir: Böylece dine ahlaksal kaygılar da girmiş olur.

Mana insana duyulur, hissedilir düşlerden oluşmuş gibi göründüğü zaman, Hinduların atmanbrahniati’nı ortaya çıkar. Yaşamların tümü daha önce yapılmış eylemlerle açıklandığı zaman bu, Veda’ daki kamian’dır. Böylece ahlak, dinsel metafiziğin ta içine girmiş olur. Budist için karman ya da karmanların tümü, bu dış-tözel (insubstantiel) dünyanın yapılmış olduğu kumaştır.

Düzen altına alınmış ve kişileşmiş mana, çoktanrıcı anlayıştaki tanrıların tümüdür; bunlar animizminkilere göre daha az sayıdadırlar ama daha güçlüdürler. Karşımıza ilkin tanrıçalar, daha doğrusu bir tanrıça çıkar ki bu henüz kişilikdışı manaya pek yakındır; Toprak-Ana’dır, Evrensel ana’dır; Çin’de saygı görür; Bengal körfezinden Akdeniz kıyılarına dek kendisine tapınılır. Çeşitli kalıplara girmiş olarak hep ona rastlanır: Hindistan’da Aditi; İran’da Anahita, Babil’de İştar, Frikya’da Kibele, Filistin’de ve Fenike’de Astarte’ ler ve Baalat’lar, Cermenlerin Nerthus’u, Keklerin Matre’leri, Yunanlıların Gaia’sı ve bütün tanrıçaları, Latinlerin Bona Dea’sı hep odur.

Ana Toprak’a pek yakın olan bu tanrıçaların az ilerisinde, bunların kimileri ile çok sıkı birlik halinde olarak, bitki tanrıları bulunur ki bunlar da Temmuz, Attis, Adonis ve Baaplerdir.

Mısır’ın Oziris’i de bunlara yakın sayılabilir.

İnsan toplumlarında erkek kadına üstün duruma geldikçe, erkek tanrılar daha çok önem kazanmaya başlarlar. Bunlar Hinduların Siva’sı ile Vişnu’su, Babillilerin Marduk’u gibi doğa tanrılarıdır; Mısır’da, Hindistan’da, Japonya’da, İran’da, Babilonya’da, Keklerde, Yunanistan’da, özellikle gök, güneş, yıldızlar tanrısıdırlar.

Soyutlamadaki ve tek olan bu evrenin izahındaki ilerleme, tanrıları bir tek Tanrıda birleştirmeye yol açar. Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçiş bazen Mısır’da, IV. Amenhotep zamanında olduğu gibiani bir ilgi kesme biçiminde olur. Ancak daha sık olarak, bir geçiş dönemi hazırlanır. BoucheLeclercq’in dediği gibi “öteden beri tektanrıcılık diye adlandırılan nesne, hiyerarşiye tabi çoktanrıcılıktan başka şey değildir; bunda, alt basamaktaki ruhlar tanrılık niteliğini, “Kaadiri Mutlak”ın hizmetkarlığı niteliğiyle değiştirmişlerdir. Nitekim İran’da Zerdüşt de daha önceki tanrıları yüce tanrı Ahura Mazda’dan aşağı basamakta tutunca bu, böyle olmuştur. Babilonya’da da Buhtnasr’m Marduk’u ile bu çözüm biçimine yaklaşılmaktadır. Ya da halk çoktanrıcılığın bir şekli olan bir “tek tanrıya tapınış”ı (Monalatrie) uygular; bir tek tanrıya tapınır ama, başka kavimlerin de kendi öz tanrılarına sahip olduklarını kabul eder. Ancak yavaş yavaş kendi tanrısının bütün evrenin ve bütün insanlığın tanrısı olduğunu düşünmeye başlar; tek tanrıya tapınıştan tektanrıcılığa geçer: Nitekim Hıristiyan ve Müslüman tektanrıcılığının öncüsü olan Yahudi tektanrıcılığı da başlangıçta böyle olmuştur.

Tinsellikte (spiritualite) son bir ilerleme daha kaydedildiği olur. Kimi dinci insanlar için engin evrenin varlığını anlatmak üzere kişisel bir tanrı düşüncesini ileri sürmeye gerek yoktur; birkaç kutsal gerçek buna yeter. Nitekim Budizm için de bu böyledir.

Yukarıdaki kuram en ilkel tapınışlarla en yüksek dinleri birleştiren bağı anlama olanağım vermektedir; aynı zamanda bu kuram, insanlara bir dinsel biçimden ötekine, en saf düşüncelerden en felsefi görüşlere geçme olanağını vermiş olan evrime de ışık tutmaktadır.

Kuram, dinsel yaşamın en önemli belirtilerini de anlatacak niteliktedir. İlkel totemizmden itibaren meydana çıkan kurban kesme adeti ve kurban şöleni, insana benliğini mana ile doldurma olanağını vermektedir. Kurban biçiminde yapılan sungu, insanın gereksinim duyduğu tanrıları beslemekte, ya da onları iyicil hale getirmektedir. Babil’deki tapınışlardan birinin çok dikkate değer formülüne göre, her zaman için söz konusu olan “yaşama yaşam eklemek”tir. “Elle yapılan tapınışlar”a “sözlü tapınışlar” eklenir ki bunlar, dualardır; başlangıçta bu dualar “sözlerin, nesnelerin özlerine katıldıkları; bu nesnelerin kendilerini ya da hiç değilse onların yaşam özleri oldukları” düşüncesiyle açıklanır. Tabu’lara saygı gösterilmesi, ruhların ya da tanrıların öfkelenmelerini önler; tanrıların bekçileri oldukları ahlak yasalarına ve toplumun yasalarına boyun eğmek de aynı sonucu doğurur. Efsanelerle dogmaları somut hale sokarlar. Efsanelerle tapınış yöntemleri bayramların özünü oluştururlar, bu bayramlar da inananları, tanrılara ayrılmış tapınaklarda bir araya toplarlar.

Gönüllerde egemen olan, insanın kendisinden çok yüksek bir Gerçek’e beslediği bağımlılık duygusudur. Bu duygunun yanı sıra bazen korku, bazen de minnet ve sevgi vardır.

Sonlu ve dışkutsal olan yaşam, kutsal Sonsuzlukla temas edince vecde gelir. İşte din, bu temel veri üzerinde durmaktadır.

Din duygusunda sonsuzluk duygusu, dinde sonlu ile sonsuz arasında kurulmuş bir bağ görüldüğü anda, dinsel yaşamda da her şey açıklanmış olur.

Hatta hiçbir din ve mezhebin kilisesine bağlı olmamaya önem veren düşünürlerin felsefeleri bile, bu felsefeler sonlu ile sonsuz arasındaki bir ilişki düşüncesini ortaya attıklarında, dinsel bir nitelik edinirler. Nitekim Spinoza (16321677)’nın felsefesi böyledir: Buna göre kişilikdışı bir tamı, mekanın sonsuz dünyası, düşüncenin sonsuz dünyası, bütün sonsuz dünyalar ve bir ruhla bir bedenden yapılmış olmakla birlikte, yine de tanrılığa şu ya da bu biçimde katılan bizler gibi varolan ne varsa hepsini kendi içinde toplar.

Görünüşe göre bu yüce metafizik mucizeli biçimde genişlemiş, ışıklı biçimde berraklaşmış olarak bize, totemizm ile animizmin ana düşüncesini göstermektedir; ve insan Avrupa felsefelerinin en derininden, en cömerdinden yola çıktığı zaman bile, şu şaşırtıcı sonuçla karşılaşmaktadır: Mana’ya dönüş.

Herhalde şu var ki kimi düşünürlerin ve özellikle Spinoza’nın etkisi altında kalmış XIX. yüzyıl Alman filozoflarının birkaçında, tarihsel düşüncelerden sıyrılmış bir din görüşüne oldukça benzeyen bir görüşle karşılaşılmaktadır.

Schelling (17751854)’e göre “din, bizim varlığımızın Varlık’la olan mutlak bir birleşmesidir.” Bundan şu güzel sonuç çıkmaktadır: “Din, varlığımızdaki her karşıtlığa ve varlıklardaki her çelişkiye son veren nesnedir.”

Schleiermacher (17681834)’e göre “din, bağımlılığımızın mutlak duygusundan ibarettir.”

Max Müller (18231900)’e göre “din, kavranılmayan! kavramak, anlatılamayanı anlatmak için yapılmış bir çaba. Sonsuzluğa yönelen bir özleyiştir.” Aynı zamanda din “ruhun bir yetisidir ki, duyulardan ve akıldan bağımsız olarak, insanı Sonsuzu kavrayacak hale getirir.” Çünkü “sonlunun ötesinde, sonlunun ardında, sonlunun altında, sonlunun üstünde, sonlunun kendi içinde Sonsuz hep vardır.”

Din böyle anlaşılınca, onun bir hayal üzerine kurulu olup olmadığım insanın kendine soracağı gelir. Her bilimin tek sağlam temeli olan deney, karşımıza hep sonlu veriler çıkarmamakta mıdır? Felsefesi, kendisinin büyük ilhamcısı olan Spinoza ile aynı dinsel niteliği taşıyan Fransız düşünürü Jean Jaures (18591914), bu itiraza şu yanıtı vermektedir: Bilim sonsuz varlığı kavrayamaz, “çünkü o, her yerde vardır.” Bilim ancak belirlediğini kavrar, ancak soyutladığını belirler, Tanrıyı ise dünyadan soyutlayamaz çünkü o, dünyanın içten ve ayrılmaz gerçeğidir.

Belki de özel nitelikte bir deney, yani duygun deneyden ayrı ve Descartes (15951650) dan Bergson (1859-1941) a değin herkesiniz diye adlandırdığı derinliğine bir deney, bu sonsuzun ne olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. O sonsuz ki, ilkel insanlar mana’yı kavradıkları anda bunu hissetmişlerdir ve en yüksek felsefeler bile bunun varlığını bize doğrulamaktadır.

Ben varım. Varlığa katılıyorum. Demek ki kendiliğimden var değilim. Ne yalnız ana babam, büyük anamla büyükbabam, atalarım; halta ne de tüm insanlık ve tüm hayvanlık dolayısıyla varolmuş değilim. Yaşamın tüm güçleri maddenin tüm kudretleri bende birleşiyor. Bir güneş, bir Samanyolu, bir evren olmasaydı ben de varolamazdım. Ben, evrensel yaşamın bir ürünüyüm. Varlığımın derinliğinde Varlık’ı buluyorum; bu Varlık benim dar kişiliğimi her yandan sarmakta ve onu mucizeli biçimde aşmaktadır; bu Varlık ezelden beri benden önce gelmekteydi ve yüzyılların sınırsız akışı boyunca benden sonra gelecektir; bu, Sonsuz Varlık’tır.

Sonlu Varlığın sözcüğün tüm anlamıyla, kendisinden çıkmış olduğu Sonsuz Varlığa bağımlı olması; Onun önünde eğilip Ona tapınması; Onu evlatça bir sevgiyle sevmesi; Onda Evrensel Yaşam’ın tüm yönlerini (hiç değilse öldürme, savaş gibi yönler dışında) sevmesi akla uygundur, doğaldır.

Bu bağımlılık ve bu sevgi, dinin temelidir; burada bağımlılık daha çok en ilkel dinleri; sevgiyse en yüksek dinleri nitelemektedir.

Acaba nasıl oluyor da sonlu varlıklar olan insanlar bu sonsuzluk duygusuna yükselebiliyorlar? Dinsel duygunun kökü nedir?

Çağdaş ruhbilim, karmaşık eğilimlerin tinselleştirilmiş ve sosyalleştirilmiş ilkel eğilimlerden çıkma olduklarım kabul etmektedir.

İlkel eğilim hayvanla küçük çocuğun biyolojik ve psikolojik etkinliğine yön veren ve tatmin edildiği zaman zevk, tatmin edilmediği ya da engellendiği zaman acı yaratan kör bir güçtür.

İnsanda bu eğilim, edinilen deneyimlerin tümüyle zenginleşir: Tadılan zevkler, duyulan acılar, bu zevkle acılar üzerine olan düşünceler, bu deneyimin esasını oluşturur. Eğilim ilkin doğal bir hal iken, sonradan edinsel bir hal durumuna girer.

Eğilim zekanın işe karışmasıyla değişince entelektüelleşir, tinselleşir. Toplumun etkisi altında ve onun etkisiyle değişince sosyalleşir.

Ancak, din duygusu, tinselleşmiş ve sosyalleşmiş olan, hangi eğilimden çıkmadır? Bir Gotama’nın ya da bir aziz François d’Assise’in tinselleşmiş ruhunda; bir Konfüçyus’un ya da bir Bossuet’nin sosyalleşmiş ruhunda hayvanı ya da küçücük bir çocuğu sevk ve idare eden, aciz ve hakir, doğal eğilimler bulunabilir mi? Din duygusunun kökünü, köklerini bulmaya çalışmak için, bunu çözümlemek yerinde olur.

İnsan, yaşamının bağlı olduğu engin Gerçeği her zaman tanımaya çalışmıştır. Onun karşısında daima bazıları kişisel, bazıları ortaklaşa, yani tapınışla ilgili olan davranışların yanı sıra, birtakım heyecanlar duymuştur. Din daima ruha ve duyguya hitap etmiştir. Bir kafa dini, bir de gönül dini vardır.

Kafa dini insana, içinde yaşadığı evren hakkında doğruluğunun ya da yanlışlığının burada önemi olmayan bir bilgi verir. Dünyayı anlayıp kavrayarak onun üzerinde etki yapmak, organizmasını tehdit eden tehlikelerden kaçınmak, ana gereksinimlerini gidermek, canım korumak için bu bilgi, insana çok gereklidir. Bilimde olduğu gibi dinde de aynı temel eğilimi bulmaktayız ki bu, varlığın kendi varlığında direşmesi (sebat etmesi), yani korunma içgüdüsü’ dür.

Korunma içgüdüsü insanı yalnız bütün yaşamı boyunca gözetmekle kalmaz; aynı zamanda insanın ölümle yokoluş düşüncesi yüzünden acı çekmesine, bu düşünceye karşı baş kaldırmasına da yol açar. İnsan bu yokoluş düşüncesini nahoş ve aşağılatıcı bularak reddeder. Dinlerin çoğunluğu varlığın tümünün ya da bir parçasının ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürerek bu kaygıyı yatıştırırlar.

İnsan yalmz pratik olarak evren üzerinde etki yapmaya zorunlu bulunduğu için dünyayı tanımaya çalışmaz? Böyle bir bilgi kendisine kafasını hoş biçimde işletme olanağım verdiği içindir ki bunu yapar. İnsanda, üstün hayvanlarla küçük çocuklarda zaten bulunan, bir eğilim vardır ki bu, sırf öğrenmiş olma zevki için öğrenmek arzusu, vani meraktır. Kafa dini inanan kişiye evreni tanıdığı, onu köklerinde ve derin gerçeğinde anladığı izlenimini vererek bu ilkel eğilimi doyuma ulaştırır.

Gönül dinine gelince, onun ana belirtisi sevgidir: Kutsal varlıklara, totemik hayvanlara, doğayı canlandıran ruhlara, koruyucu tanrılara, Tanrıya, Evrensel Yaşam’a olan sevgidir. Burada ortaya sempati çıkar ki kimileri bunun ilkel niteliğine, haksız olarak karşı çıkmışlardır. Bencillik yaşamın korunmasını sağlarken, sempati varlığı kendi benliğinden çıkmaya, psikolojik yaşamın kendi öz kişiliğinin daha da ötesine genişletmeye yönlendirir. Sempati, soylu varlıkların üzerinden aşarak, sonsuz Varlığa hitap edebilir. Mistik deneyin esası işte budur.

Böylece din, şu üç ilkel eğilimin tinselleşmesi ve sosyalleşmesi ile açıklanır ki bunlar: Korunma içgüdüsü, merak, sempatidir.

Totemizmden Hıristiyanlığa dek daha önce incelediğimiz dinlerin herbirini bu bakımdan çözümlersek, bu üçlü olumlamayı da denetlemiş oluruz.

Özgür düşünceli bir insan dine ne gibi bir değer verebilir?

Biz burada dini ne tanrısal bir vahiyden çıkmış olarak, ne de sırf yığınların entelektüel ve sosyal bakımlardan köleliğini tek amaç edinen yalın bir boş inançlar ve aldatmacalar topluluğu olarak ele alacağız.

Din, insani bir olaydır; her zaman için bazen iyi, bazen kötü etkileri olmuştur ve olacaktır.

Evreni az çok tanımayı amaç edinen din, uzak bir geçmişte insan düşüncesinin ilerlemesine geniş ölçüde yardım etmiştir.

Görünüşe göre düşüncemize ilk sınırlarını ve ilk yasalarını vermiş olan, totemizm olsa gerek; daha önce gördüğümüz gibi, sanat yaşam kökünde de totemizm ile animizm vardır.

Çeşitli toplumlarda, örneğin Mısır’da, Babilonya’da, din, ilgi çeken bilimsel araştırmalar yapılmasına birçok kere yol açmış ya da bu araştırmaları kolaylaştırmıştır.

Doğaya egemen bir tek Tanrı yolundaki Yahudi-Hıristiyan düşüncesi, bilimin genel yasalarına bağımlı bir evren görüşünün doğmasına yol açmıştır.

Fakat pozitif ilim dinden gittikçe daha çok ayrılmıştır. Bunun üzerine de din, bilimin ilerlemelerine karşı durmuştur.

Din örneğin Hıristiyan dini zekaya hitap ederek kendisini bir gerçek gibi, “Gerçeğin ta kendisi” gibi ortaya koymuştur: Tanrı üzerine, dünya üzerine, insanlık üzerine gerçek hep ondadır. Bu gerçek, entelektüel yaşamla ahlaksal yaşama egemen olma savındadır. İnsan da onu kabule zorunlu sayılır. Sonunda bunun böyle olacağına inanacağı umulur. Fakat inandırma yolunun etkisiz olduğu anlaşılınca, düşünceleri değiştirmek için güce başvurmak, zor kullanmak meşru sayılır. Çünkü yanlış yapma özgürlüğü diye bir şey bulunmamalıdır. Gerçek, yanlışı güç kullanarak yoketmek hakkı da dahil, tüm haklara sahiptir.

Böylece de kafa dini mantıksal olarak hoşgörmezlikle sonuçlanır; bu hoşgörmezliğin işlediği cinayetleri ise bize tarih göstermektedir: Brahmanlar Budizm’i ezerek; Zerdüşt rahipleri Manileri kovuşturarak; Hıristiyan kilisesi bütün hasımlarına zulüm ve baskı yaparak cinayetler işlemişlerdir.

Zihinlere egemen olmak için tüm güçleri kullanmak üzere, hoşgörmez kiliseler güç sahiplerine yaklaşmışlar, acizlerin zararına olarak onların çıkarlarına hizmet etmişlerdir: İşte bu bakımdandır ki dine, Kari Marx’ın bir formülüne uygun olarak, “ulusların afyonu” denebilmiştir.

Güç sahipleri arasında örgütlü ve silahlı devletler vardır; kiliselerin baskı, sömürme, savaş yoluyla yoketme gibi işler için onlarla birlik oldukları görülmüştür.

Zaten kimi dinler esaslarında, belirli bir topluma bağlıdırlar ki böylelerine ulusal dinler denir. Tarih bunların öğütledikleri ya da göklere çıkarttıkları yolsuzlukları ve cinayetleri bize öğretmektedir: Yehova İsraillilere Mısırlıları aldatmalarını, onların mallarını çalmalarım öğütlemektedir; Asurlular tanrılarına saygı göstermiş olmak için korkunç öldürmelere girişmişlerdir; Japon Şintoizm’i komşu ülkeleri baskı altında tutan bir emperyalizmle sonuçlanmıştır; kimi Alman yöneticilerinin eski ulusal tanrılarım uluslararası Hıristiyanlıktan üstün tutmaları yüzünden kollektif bir övünme başlamıştır ki bu, uluslar arasındaki barış bakımından hiç de elverişli bir şey değildir.

Zaten uluslararası dinlerin ulusal amaçlar için kullanıldıkları ve rahiplerin, başka insanların öldürülmesini sözde “Tanrı böyle istiyor” diyerek haklı göstermeye kalkıştıkları öteden beri görülegelmiştir. Henri Bergson bu konuda şöyle diyor:

“Savaş halindeki uluslar Tanrının kendilerinden yana olduğunu savunmaktadırlar; böylece de bu Tanrı, putataparlığın ulusal tanrısı haline gelmiş olmaktadır; oysa onların sözünü ettiklerini sandıkları tanrı bütün insanların malıdır ve herkes yalnızca onu görebildiği anda bu, savaşın hemen ortadan kalkmasına yol açacaktır.”

Çağdaş düşünceli bir insanın inançtan doğan dinsel hoşgörmezliği her türlü kanılın dışında kalansözde bir yüce Gerçek olarak kabul etmesi olanaksızdır, olanaksız olsa gerektir; keza, her ulusal dinin yarattığı “sürü gururu”nu, “kolektif biçimde kendine hayranlık”ı kabul etmek de olanaksızdır ve bu hal, kaçınılmaz biçimde savaşa ve Varlığın dinsizce yokedilmesine yol açar.

Din, tüm bilgi alanını bilime, bilimlere bırakmak zorundadır. Gerçek, bilginin, bilgilerin ürünü; bilimsel biçimde yönetilen bir düşüncenin ürünüdür. Zekayı, bütün zekaları ancak bilim doyuma ulaştırır. Bütün düşüncelerin anlaşmasını, gerçeğin doğmasına yol açan zihni yakınlaşması’nı o gerçekleştirir. Bu gerçek ise hiçbir ulusun sınırları içinde kapanıp kalmış değildir: Gerçek, uluslararasıdır, insancadır.

Kafa dini artık kesin olarak iflas etmiş bulunmaktadır.

Ancak kafa dininin böylece mahkûm edilmesi, gönül dininden vazgeçildiği anlamına gelmez.

Din arlık bir bilgiye benzeyemez hale gelmiştir. Olsa olsa o, bir dostluğa benzetilebilir: Yani belirli sayıda insanların büyük bir bilgiye ya da büyük bir azize karşı besledikleri dostluk olabilir.

Yaşam, yaşamdan doğar; her birimizdeki ahlaksal yaşam da, bizden önce yaşamışların ahlaksal yaşamından doğar. “Ahlaksal önermelerden meydana gelme bir gelenek” çağlar boyunca bilinçten bilince geçer; çeşitli toplumlarda bu, tıpatıp aynı değilse bile, yine de birbirine benzer yanları vardır.

İnsan kendi çevresinin geleneği içinde canlı örneklerde bulabilir, ki Danimarkalı filozof Höffding’e göre bunlar “din kurucuları, kahramanlar, yasa koruyuculardır ve bir, ya da birbiri ardınca birkaç kuşak, gerçek insanlığın en yüksek ifadesi olarak, gözlerini bunlara çevirirler.” Hatta bunlara Spinoza gibi büyük düşünürlerle Beethoven gibi büyük sanatçıları da ekleyebiliriz.

Bir insanın, kendi tercihini başkasına zorlamaksızın, pek güzel Akhnaton’u ya da Zerdüşt’ü, Buda’yı ya da Konfüçyus’u, İsaya’yı ya da İsa’yı sevmeye hakkı vardır.

Bu insanlar maddesel biçimde yaşamış, ya da yalnızca düşünsel bir yaşam sürmüş olabilirler ama ne önemi vardır bunun: Hoş bir varlığı sevmeden önce onun soluk aldığının, terlediğinin, yiyip içliğinin, hazmettiğinin, yedikleriyle içtiklerinin artıklarını çıkardığının kanıtlanmasını istemekte ne gibi bir kabalık ve ne gibi bir sevgi noksanlığı bulunabilir?..

Kimi insanların böyle bir dostluğa ahlaksal yaşamlarını bağlamaya, buna inanmaya ve bunun tanrısal bir Örnek tarafından ilham edildiğini söylemeye haklan vardır: Ayrıca bunların, bu olağanüstü örnek tarafından yardım gördüklerini içlerinde duymaya; başka insanları, tüm insanlığı, evreni, mutlak Gerçeği daha iyi sevmek için onun tarafından teşvik görmeye de hakları vardır.

İnsan yaşamının bu doruklarında ahlakla din rastlaşırlar, birbirlerinin içine girerler. İyilik, sevgiyi bencilliğe üstün tutmaktan ibarettir. Söz konusu olan, kendi varlığımızı Varlığa bağımlı kılmaktır. Ahlak, doğamızın mutlak Doğa ile anlaşma haline gelmesidir. Sonlu kişi ile sonsuz evren arasındaki normal bağ, budur. Dinin hep sonlu ile Sonsuz arasında bir bağ olduğu doğru ise, ahlak da dinle birleşir.

Bu bilgiye benzemekten çıkan din, belki bir dostluğa benzeyebilecektir… Fakat niçin bu dostluğu “canlı örnekler”den yalnız bir tekine ayırmalı? Neden bu dostluğu insan ahlakının tüm yüksek temsilcilerine karşı beslemeli? Dinlerden kimisi mutlak gerçeği yalnız kendilerinin vahyettikleri savında bulununca birbirleriyle çelişiyorlar, birbirleriyle bağdaşamıyorlar; fakat kollektif bir dostluk ve duygusal bir gelenek olarak bunlar, pek güzel insan bilincinde birbirlerine karışabilirler: Tıpkı geniş bir gönülde çeşitli dostlukların yer edişleri gibi.

Burada söz konusu olan, çok değişik öğretilerden alınmış ve yanlış anlaşılmış birtakım entelektüel formülleri birbirine karıştıran belirsiz bir sinkretimzi önermek değildir; söz konusu olan, gönlünü kişisel varlığın Evrensel Varlığa eriştiği noktaya yeniden koyabilmektir. İşte o zaman büyük tarihsel dinlerin ve aynı zamanda kimi büyük felsefelerin, çoğu zaman, ayrı ayrı formüller ve mecazlarla, Sonsuza karşı olan aynı özleyişi ifade ettikleri ya da simgeleştirdikleri anlaşılacaktır.

O zaman da bugünkü günde bilinci tam anlamıyla doyuma ulaştırabilecek tek dinin, bir Evrensel Din olduğu anlaşılacak, özel dinlerin hepsi buna, kendi hesaplarına yardımda bulunacaklardır. Nitekim daha önce de görmüş olduğumuz gibi, İran’da Mani’nin, Hindistan’da Ekber’in ulaşmak istedikleri amaç bu olmuştu. Bugün de Bahailer aynı amacı gütmektedirler. Ramakrişna gibi kimi Hindular hem Krişna’ya, hem Buda’ya, hem İsa’ya saygı beslemektedirler. Arınam’daki Kaodaist’ler kendi dinsel tasvirleri üzerinde insanlığın başlıca kutsal varlıkları olan Buda’yı, Konfüçyus’u, İsa’yı bir araya getirmektedirler.

Bu Evrensel Din’e koşut olarak bir de dünyalar ölçüsünde ahlak bulunacak, tüm ulusların en iyi geleneklerini içinde toplayacak ve sonunda bütün insan bilinçleri için geçerli olan kurallara ulaşacaktır.

Daha önce incelediğimiz dinlerin en yüksek özleyişlerini yaşamında gerçekleştirmiş bir kimseyi ülküsel insan saymak mümkün değil midir? Öyle bir insan ki Şinto kuralına göre temiz olacak; İslam dininin bir inananı gibi içki içmeyecek, Konfüçyus usulünce nazik, Zerdüşt anlayışına göre içten ve vefalı; Druide’lerin formülüne uygun olarak yiğit olacaktır; Çin, Japon, Roma ahlaklarının isteğince atalarını minnetle anacak, ana babasına sevgi gösterecek ve tüm öteki aile görevlerini yerine getirecektir; Oziris’e inanan bir kimse gibi yakınındaki hiç kimseyi mutsuz etmemek çaresini araştıracaktır; İsa’nın sözüne uyarak, kendisi gibi soydaşını da sevecektir; insanlar ve uluslar arasında barışı korumak için Çinli bilgelerin sevgisine, yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek için de Yahudi peygamberlerin tutkusuna sahip olacaktır; Budist ülküsüne göre hiçbir varlığa kötülük etmeyecektir; Evrenin güzelliğini Yunanlılar gibi sevecek; Brahman düşüncesine uygun olarak, tüm canlıların, tüm nesnelerin, tüm gerçeklerin esasında eş ve kardeş olduklarını hissedecektir.

İnsan özleyişlerinin en yüksekleri arasındaki bu yakınlaşmalar sayesinde, insanlık olağanüstü ilerlemeler yapabilecektir. Büyük Hintli Rabindranath Tagore (18611941), Upanişadların gizemli bir formülünü de kullanarak, şöyle demişti: “İnsanın Sonsuz kişiliği ancak bütün insan ırklarının görkemli bir uyumu içinde meydana gelebilir.” Bu bilge insan bunu söylerken, belki böyle yüce bir geleceğin müjdeciliğini yapmaktadır.

Özel dinlerin tarihsel incelenişi bizi Evrensel Din’e götürmek gibi bir sonuç doğurmuşa benzemektedir; ancak bu din daha şimdiden bilinçlerde yer etmiş olmakla birlikte açıktan açığa ifade edilmemekte, daha çok için için hissedilmektedir.

Bu din, kendisini gönülden gönüle daha rahat ulaştıracak olan anlatım biçimini belki de günün birinde bulacaktır.

Böyle bir din, evrenin enginliğini gözlemleyecektir; insanda, sonlu kişiliğini çıkar gütmeyen bilgi, cömertçe davranışlar ve sevgi ile alabildiğine genişletmek gereksiniminin bulunduğunu keşfedecektir. Böyle bir din inşam evrenle birleştirecektir. Bunu da tüm gerçeğin anlaşılması demek olan bilgi, tüm güzelliklerle temasa gelince kurtarıcı bir sevinç halini alan sanat ve özellikle sevgi insanların, varlıkların, nesnelerin tümüne beslenen sevgi sayesinde yapacaktır. Özgürlüklerin barış yoluyla anlaşması demek olan merhametli bir adaletle, insanları kendi aralarında birleştirecektir. İnsan yaşamının doruğuna, Evrensel Yaşam’ın doruğuna kişinin cömert ve sevinçli çalışmasını koyacaktır: O çalışma ki, bununla kişi, insanlar arasında adalet ve barışı gerçekleştirmeye çalışarak evreni sevip anladığım ifade eder.

Bu evrensel din belki günün birinde gönüllerin o sonsuz din gereksinimini giderecek bir kurum halinde örgütlenecektir. Eskiden kendi kiliselerini sevmiş ve orada manevi yaşamları için artan bir güç edinmiş olan kimseler sonradan herhangi bir tapınışa inanmayınca, katılamayanca bazen bir sıla hissi duyarlar. Bu gibiler, Evrensel Din’in tüm inananlarını birleştiren Yeni Kilise’ye kabul edilmekle mutluluk duyacaklardır.

Eğer geçmişin güzel tapınaklarım inananlar bırakır da buraları boş kalırsa, yeni dinin salikleri belki buralarda, ya da çağdaş sanatçılar tarafından yaratılacak yeni yapılarda, İnsanlık Tapınakla77’nda toplanacaklardır. Tapınış belki sanat yapıtları daha bol olmak koşuluyla bazı liberal Protestan Kiliseleri’nde, ya da pozitivist kilisede rastlanan tapınışa benzer bir biçim edinecektir. Hıristiyan ilahilerine benzer, fakat aptalca yanları hariç ilahiler; ya da hınçlı yanları hariç sosyalist şarkılar okunacaktır. En yüce şarkı ise bir insanın ruhundan fışkıran müzik yapıtlarının en soylusu, yani Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’sinin Finale’si olacaktır.

Bir vaiz konuşmasına tema olarak Buda’nın ya da Konfüçyus’un, Zerdüşt’ün, ya da İsa’nın şu ya da bu sözünü; bir Japon ahlakçısının, bir İsrail peygamberinin, bir Yunan filozofunun, bir Müslüman velisinin şu ya da bu düşüncesini alacaktır.

Mısır’ın Ölüler Kitabı’nın “hiç kimseyi ağlatmadım” diyen parçası; Brahmanların : “Sen busun” sözü; Buda’nın: “Hınca hınç karşılık verirse hınç nasıl biter?” tümcesi; I. İşaya’nın: “Uluslar artık savaşı öğrenmeyecekler,” diyen, U. İşaya’nın “yeni bir gökle yeni bir yer” müjdeleyen metinleri; İsa’nın zina yapan kadını bağışlayışı; Bahailerin: “Tüm insanlar aynı denizin damlaları, aynı ağacın yapraklarıdır” formülü; ya da yalnızca, Japonların bir lirik dramında bulunan “kör bir dilenci de hiç olmazsa çiçeklerin kokusunu duyar…” biçimindeki, tevekkülle dolu öğüdü ve sevinç özlemiyle dolu çağrısı üzerine kim bilir ne güzel vaizler yapılacaktır…

İnsan bir dini ancak daha yüksek bir din için bırakmalıdır. Bir inancın getirdiği avuntulardan ve cezbelerden ancak daha yüreklendirici ve daha soylulaştırıcı bir inancı benimsemek için vazgeçilmelidir.

Esasları tüm özel büyük dinlerden alınacak olan Evrensel Din bunların her birinden yüksek; gerçeğe saygı bakımından, geniş bir zeka ve anlayış bakımından, adil ve barışçı bir zihniyet bakımından ve son olarak engin bir sevgi bakımından yüksek bir inanç olabilir.

Dinler Tarihi
Felician Challaye

1 Yorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz