Statü Endişesi: Sevgiye Ulaşmak için Yüksek Statü – Alain de Botton

Bizi yüksek statü arayışına yönelten karşı konulmaz isteğin neler olduğu konusunda yaygın birtakım yargılar vardır: ilk akla gelenler para, ün ve itibar edinme hırsıdır. Bu yargılara alternatif olarak, yüksek statü aracılığıyla tam olarak neye ulaşacağımızı, asıl neyin peşinde olduğumuzu daha kesin terimlerle ifade edecek olursak, siyaset kuramında pek kullanılmayan bir terime başvurabiliriz: sevgi.
Yemek ve barınak gibi temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra, toplumsal hiyerarşide bir yer edinme isteğimiz girer devreye. İşte bu isteği tetikleyen ana itki mal mülk edinmek ya da iktidar sahibi olup sözümüzü geçirmekten çok, sevgiye ulaşmaktır belki de. Ulaşacağımız nihai nokta sevgidir; para, ün ve itibar sevgiye ulaşma yolunda kullandığımız birer simge (ve birer araç) olarak değerlendirilebilir.

“Sevgi” sözcüğü genellikle anne babamızdan ya da sevgilimizden ne beklediğimize karşılık olarak kullanılan bir sözcüktür ama şimdi burada koskoca dünyadan ne istediğimiz ve ne aldığımızla ilgili bir konuda karşımıza çıkıyor. Belki her şeyden önce sevgi sözcüğünü ilk akla gelen ailevi ve cinsel anlamlarıyla bir kez daha tanımlamakta fayda var: sevgi, bir kişinin bir başka kişinin varlığına gösterdiği saygı ve hassasiyettir. Sevgi görmek, ilgi odağı olduğumuzu hissetmek demektir. Seviliyorsak eğer, varlığımızın farkına varılır, adımız anımsanır, görüşlerimiz dinlenir, başarısızlıklarımıza hoşgörüyle bakılır, ihtiyaçlarımız karşılanır. Ve böylesi bir ilgi odağı olan bizler başarıdan başarıya koşar, yaşamın tadını çıkarırız. Sevginin ilk akla gelen romantik anlamıyla burada değindiğimiz statüye dair anlamı arasında bazı farklar yardır: statü sonucunda edinilen sevginin cinsel bir getirişi olmaz ya da evlilikle sonlanmaz, statümüzden dolayı sevgi gösterenlerin beklentileri farklı olabilir. Ancak bu iki tür sevginin önemli bir ortak yönü vardır: sevüen kişi başkalarının iyi niyetli ve sevgi dolu bakışları altında korunuyor olmanın tadım çıkarır.

Toplumda önemli bir konuma erişmiş kişileri “adam olmuş”, tam tersi konumdakileri de “bir hiç” olarak tanımlamak gibi yaygın bir tavır vardır. Oysa bunlar saçma tanımlamalardır çünkü herkesin kimlik sahibi birer birey olduğu, kişilerin varlığının karşılaştırmaya açık olduğu tartışma götürmez. Ancak bu iki ifadenin sık sık karşımıza çıkıyor oluşu, toplumların bazı grupları nasıl el üstünde tutup diğerlerini yerin dibine batırdığını bir kez daha kanıtlar. Statü sahibi olamamış bireyler toplumların gözünde birer “hiç” tir, onlara sert muamele edilir, kişilikleri görmezden gelinir ve kimlikleri horlanır.

Alçak statünün sonuçlatı yalnızca maddi açıdan ele alınmamalıdır. Statü edinememiş olmanın cezası (meseleyi geçimimizi sağlamanın ötesinde değerlendirecek olursak) sadece fiziksel rahatsızlıkla sınırlı kalmaz. Daha da önemlisi, alçak statü kendimize olan saygımızı yerle bir eder. Fiziksel rahatsızlık, eğer işin içinde aşağılanma ve hor görülme yoksa uzun süre boyunca katlanılabilir bir durumdur; örneğin uzun yıllar ne zor şartlarda yaşamış askerler ve kaşifler vardır, ülkelerindeki hiçbir yoksulun baş edemeyeceği kadar çetin şartlara göğüs germişlerdir; toplumdaki diğer bireylerin onlara saygı duyduğu düşüncesi onları ayakta tutmuştur.
Yüksek statünün getirileri de maddiyatla sınırlı değildir.

Zengin insanların kendilerinden sonra gelecek beş nesli kolayca geçindirebilecek kadar servet edinmişken hâlâ para biriktiriyor olmaları bizi şaşırtmamalıdır. Eğer varlıklı olma isteği yalnızca maddiyatla ilgili olsaydı, zenginlerin bu çabasını anlamak zor olurdu. Ancak zengin insanların para biriktirmelerinin nedeni paranın kendisi kadar onu biriktirme süreci sonucunda edinecekleri saygının peşinde olmalarıdır.

“Sigortalı bir işe girmeden aşık olunmuyor” Sınavda Çıkmayacak Sorular – Güven Adıgüzel

Pek azımız lüks hayata ve estetiğe düşkünüzdür ama hepimiz saygı ve şeref edinmek için kıvranır dururuz; ve eğer gelecekte bir toplum insanlara küçük plastik diskler karşılığında sevgi dağıtacak olsa, çok geçmeden bu gereksiz, değersiz nesneler yaşamımızın merkezine oturur, en ateşli isteklerimizin ve en köklü endişelerimizin kaynağı olur çıkardı.

Adam Smith, The Theory of Moral Sentiments (Edinburgh, 1759): “Dünyadaki bütün bu hırgür, bu keşmekeş neye hizmet ediyor? Para hırsıyla canımızı dişimize takmış, zenginlik, iktidar ve mükemmellik peşinde koşuyoruz; bu koşunun sonunda ne bekliyor bizi? Doğanın gereklerini mi yerine getirmeye uğraşıyoruz? En yoksul işçinin yevmiyesi bile doğanın gereklerini karşılamaya yeter. Öyleyse daha iyi şartlarda yaşamak adını verdiğimiz o yüce amacın nasıl bir yararı var bize?

Şu yararı var: bütün bu koşuşturmanın sonucunda gözlemlendiğimizi, ilgilenildiğimizi, bize sempatiyle, beğeniyle ve takdirle bakıldığını hissederiz. Zengin adam servetinin keyfini sürer çünkü aslında o servet dünyanın ilgisini ve beğenisini de beraberinde getirmektedir. Tam aksine yoksul adam yoksulluğundan utanç duyar çünkü o yoksulluk onu insanlığın görüş alanının dışına itmiştir. Bizimle ilgilenmediği hissi, insan doğasının en ateşli isteklerine bile ket vuran bir histir. Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelirken kimse onu fark etmez. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi ininde yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez: her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliğin içindedir. Oysa rütbeli ve haysiyetli adam bütün dünyanın gözleri önündedir. Herkes ona bakmaya can atar. Davranışları kamuoyunun ilgi odağıdır. Her lafı her davranışı ilgi ile karşılanır.

Her yetişkinin yaşamına iki ayrı büyük aşk öyküsü egemen olur. İlki cinsel aşka ulaşma yolundaki arayışımızın öyküsüdür; bu bilindik öykü toplumsal olarak kabul görür, alkışlanır, iniş çıkışları ve fırtınaları ise edebiyatın ve müziğin çıkış noktasını oluşturur. İkinci öykü ise dünyanın sevgisini kazanma yolundaki arayışımızın öyküsüdür; daha gizli saklıdır, daha bir yüz kızartıcıdır. Onu bir şekilde ifade etsek bile çok nüktedan ya da alaycı ifadeler kullanmaya çalışırız. Dünyanın sevgisini kazanma arayışının sadece kusurlu ya da haset dolu ruhlara özgü olduğunu düşünür ya da statü edinme arayışını sadece ekonomik terimlerle değerlendiririz. Ancak bahsettiğimiz ikinci öykü en az ilki kadar yoğundur, ilki kadar karışık, önemli ve evrenseldir; hüsranları da en az ilki kadar acı verir. İkinci öyküde de tıpkı ilkinde olduğu gibi kalp kırıklığı vardır. Ancak bu kez kalp kırıklığını yaşayanlar, dünyanın birer “hiç” diye yaftalayıp dışarıda bıraktığı, etrafa dalgın gözlerle ve kabullenmişlikle bakmak zorunda kalan çoğunluktur.

Alain de Botton
Kaynak: Statü Endişesi
Türkçesi: Ahu Sıla Bayer

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz