Soyutlama, kendiliğimizden uzaklaşmamıza ve şiddet eğilimine neden olan ve bunların devamına yol açan bir araçtır. Zekânın fazla abartılması tutkudan, heyecandan ve içtenlikten uzak soyut düşüncenin, kısmen de olsa, yüceltilmesine neden olmuştur. Soren Kierkegaard, 1846’da, zekânın fazla abartıldığında, gerçeği gerçeğe benzer şekillerde temsil eden fikirlere dönüştürdüğünü belirtmiştir. Bu dönüşüm, kendi içinde bulunduğu şartlardan doğan mantık esas alınarak fikir olarak addedilen düşüncelerin, daha üstün bir “gerçeklik” ortaya atmasına neden olur. Bu ulvi gerçeklik, fikirleri uymaları gereken gerçeklikten fazlasıyla saptırabilmektedir.
Bu şekilde hayatlarımız, insan tutkusu, heyecanı ve içtenliğinin gerçeğiyle fazla ilgisi olmayan bir mantık tarafından belirlenmektedir. Kierkegaard, bu yüzden bu tür soyut durumların “gerçekleri kandırmacalara, gerçeği de bir oyuna” çevirdiğini yazmıştır. Sonuçları ruhumuza ve insan olma yolundaki olanaklarımıza zarar vermektedir, çünkü soyutlama, özellikle duygularımızı süzüp ayıklamaya yaramaktadır. Soyutlamanın kendisi bu yolla yıkıcılığımızın, özellikle de görmek istenilmeyen yıkıcılığımızın aracı haline gelmektedir. Fikirlerin olguları gerçek gereksinimleri ve güdüleri dikkate almadan ifade edebilmesi, gerçek gereksinimlerimize ve güdülerimize açılmamızı engellemektedir. Biz bilincine varmaksınız, görüşümüz zayıflar, görüş alanımız daralır. Zayıflamış bir idrakin, bilimsel anlamda geçerli de olsa, insana kısa vadede iktidar ve başarı da getirse, hayatımız üzerindeki etkisinin yıkıcı olması kaçınılmazdır.
Başka bir deyişle, soyutlamanın kendisi bir yandan yıkıcılığa neden olmakta, diğer yandan da önlenemez bir biçimde hepimizin içinde yapılanan, ama özellikle kendimizden ve duygularımızdan kopuk olduğumuz yerde büyüyen yıkıcılığın inkâr edilmesine hizmet etmektedir. Bu kötü sonuçlar doğuran bir döngüdür. Düşüncemizde soyutlama ne kadar baskınsa, duygu dünyamızın gerçekliğinden ve onun yıkıcı uzantılarından o kadar uzaklaşırız. Bir örnek vermek gerekirse, çevremizi ve diğer insanları yok edebileceğimizi düşünme zahmetine katlanmadan, kendimizi “ilerlemeye” adayabiliriz. Soyutlamanın mantığı bize, kendimiz ile o zamanki sonuçları yan yana getirmeme olanağı tanımaktadır. Her şey “ilerleme”, barışın “korunması”, vesaire adına yapılır. Soyutlama utanç ve acı veren duygularla ilişkimizi kesmeye ve yabancılaşmaya hizmet etmektedir. Toplumun bu olaya prim vererek (örneğin, ilerleme) konu hakkında soru soranları zanlı olarak damgalamasının (ilerleme karşıtları) ardındaki ideoloji bölünmüşlüğümüzü gizlemektedir. Böylece “gerçek”, kötü niyetli bir oyuna dönüşür: insanlara yapılan gerçek kötülükler göz ardı edilmektedir.
Bunun etkilerini her yerde görebiliriz. İyi bir örnek, kadının ezilmesi ve erkeğin ruhsal anlamda körelmesi olabilir. Ama, bundan kaynaklanan başkaldırıyı “içgüdülere” bağlamaktayız. Gerçekte ise, erkek kendini ve kadınları, asıl gerçeklerine uygun olarak değil, fiziksel güç, iktidar ve otorite metafiziğinin gerekliliğine uyan soyutlamalar aracılığıyla görmektedir. Erkeğin bu davranışının nedeni toplumumuzdaki çaresizlik, zayıflık ve incinme korkusudur. Ama erkek bu duyguları kendine itiraf edemez, çünkü benliğinin metafiziği kahramanlığı hedeflemektedir. Kendisi bir kahraman olamayacağını bilse bile bu onun değer yargısı olarak kalmaya devam edecektir. Özsaygısı bu yüzden önem (yani gerçek veya sadece hayal edilen güç) imajı üzerine kuruludur. Bunların onayı için de kendisine hayranlık duyulmasına ihtiyacı vardır. Tam bu noktada kadının sözde “daha aşağı” veya en azından “zayıf” olan soyutlaması devreye girer, erkeğin “gücünü” ve “üstünlüğünü” kabul ederek, ona imajını yapılandırma ve sağlamlaştırma olanağı tanır.
Bu oyuna katılmayan kadınlar, bize insanları kendi doğrultularında hareket ettiren bu tür soyut kavramların etkileri hakkında çok şey öğretmektedir. D.H. Lawrence, Gökkuşağı adlı romanında genç öğretmen Winnifred Inger’in kişiliğinde bu tür bir kadının portresini çizmektedir. Romanın kahramanı şöyle der: “Erkekler… sürekli iltifat edip konuşuyorlar, ama gerçekte içleri bomboş. Her şeyi anlamsız bir kalıba sokuyorlar. Aşk onlar için sadece ölü bir hayalden ibaret. Bir kadına gelmiyor, bir kadını sevmiyorlar. Bir hayale gelerek “Sen benim hayalimsin” diyorlar, böylece kendilerini seviyorlar. Sanki ben sadece herhangi bir adamın hayaliyim. Sanki bir erkek benimle ilgili hayaller kurduğu için varım. Sanki onun tarafından aldatılmak, ölü teorisine alet ettiği kadınlardan biri olmak için, hayalini gerçekleşirsin diye ona vücudumu ödünç vermek istiyorum onlar bir kadını alamaz. Her defasında yine kendi hayallerini alırlar. Açlıktan kendilerini yutmaya çalışan yılanlara benziyorlar”.
Yani soyutlama biz erkekleri gerçekliğin dışına atmakta ve peşinden koştuğumuz aşkı uzanamayacağımız kadar uzağa itmektedir. Gerçekten samimiyet aramak yerine, hayranlık hedeflemekteyiz. Görüntülerin birbirini onaylaması bundan doğmakta ve buna gerçek denmektedir. Bu sayede kimse kimseye dokunmaz, kimse incinmez, ama ne yazık ki içimiz de boş kalır. Boşluk korkuya, korku öfkeye, öfke de saldırganlığa neden olur.
Saldırganlık bizi gittikçe daha soyut davranışlara iterek duygulardan kopuşu güçlendirir.
Çoğu kadın bu oyuna katılarak erkeğin güç yalanını kabul etmektedir. Onu onaylayarak düşüncelerini kabul eder, ama bir yandan da kendi “gücünü” kullanır. Bu yüzden cinsellik, erkeğe sahip olmak ve onun efsaneleştirilmiş gücünü ele geçirmek için bir araç haline gelmiştir. Bunun sevgi değil yıkıcılık olduğunu, erkeğin kaderini yönlendirmekte ısrar eden kadınların gizli intikamlarında görebiliriz: Onu her zaman ve her şartta kahraman olmaya zorlarlar.
Bunun bir örneğini Seven Kadınlar adlı romanında, yine D.H. Lawrence vermiştir. Romanın kahramanı Gudrun’un, Gerald adında güçlü bir işadamı ile ilişkisi vardır. “… Gudrun onu öpüyordu, ama ihtirası onun temsil ettiği şeyle ilgili belirsiz bir korkudan oluşuyordu. Yine de yüzünü son derece yumuşak ve hissetmeye çalışan dokunuşlarla okşuyor, parmakları yüzünde ve hatlarında dolaşıyordu. Ne kadar kusursuz ve yabancıydı, ah ne kadar tehlikeliydi! Onu öperek parmaklarıyla yüzüne, gözlerine ve burun kemerine dokundu…, onu tanımak, dokunuşlarıyla ona sahip olmak istiyordu. O gizli bir düşmandı ve tuhaf, beyaz bir ateş tarafından aydınlatılıyordu. Ah, keşke onun benliğine sahip olabilseydi, bir kez ele geçirdikten sonra onu kimse çalamazdı… Parmakları, erkeği kendi gücü altında tutuyordu. Onda uyandırabileceği şiddetli arzu, kaçınılmaz ölümden bile daha güçlüydü.”
Lavvrence, bu tür kadınların erkekleri birey olarak değil, sahip olmak istedikleri gücün soyutlaması olarak gördüklerini anlamıştı. Tıpkı erkeklerin yaptığı gibi… Gudrun’un nefret tarafından kamçılanan, ama cinsel olarak uyarıcı dokunuşlarını betimlemesindeki asıl büyüleyici nokta, ölümcül olana duyulan bilinçdışı aşkın zekice idrakidir. Bu tür bir aşkın kaynağı kayıtsız ve/veya reddedici bir sevgi nesnesine duyulan erken yaşlardaki bağımlılıktır.
Tarihsel Gelişim
Bilimin gelişim sürecinin bu olayları desteklemiş olması bir çelişkidir. Kendi yapılanmasında soyut kavramlar başarıyla kullanıldığından, bilim sadece bu yöntem aracılığıyla gerçek dünyanın tam olarak tasvir edilebileceği yönünde zihinsel bir hava yaratmıştır. Bu yüzden soyutlama denen zihinsel olay o derece yaygınlaşıp yüceltilmiştir ki, hakkındaki şüpheler ve sorgulamalar, insanlığın ilerlemesine karşı olmakla eşanlamlı tutulmuştur (A. Whitehead, 1925). Bilimsel düşüncelerin bütün gerçeğin bilimsel yöntemlerle açıklanabileceğini zannetmeye başlamasının tarihçesi 17. yüzyıla dayanmaktadır. Bu yöntemle açıklanamayan şeyler, örneğin ahlaki yapımız, bilimsel araştırmalardan çıkarılıvermiştir.
İngiliz matematikçi J. Sullivan şunu belirtmiştir (1927): “Bilim, döngüsel tanımlamalarla daima yalnızca belirli alanları genişleterek olgunlaştıran bir düşünce seviyesinde kaldı. Dışında kalan her şey engellendi ve sonunda köreldi.” Bu şekilde zekâ ve duygu arasındaki mesafe, kültürel bazda da kabul görmüştür. Duygu dünyasının reddedilme nedeni böylece ortaya çıkmıştır ve günümüzde hâlâ devam etmektedir. Zekâsını en derin duygusal tecrübelerini anlayabilme aracı olarak göremeyen insan sayısı gittikçe artmaktadır. Bizi kendiliğimizden koparma aracı olarak kullanılan soyutlama süreci, özellikle hayatımızla sözde son derece ilgili olan sosyal bilimlerde gittikçe kurumsallaştırılmaktadır. İnsan idraki, kendisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yöntembilim bahanesiyle ortadan kaldırılmaktadır.
Krutch şöyle demiştir: “İnsan veya hayvan davranışlarını nitelik itibariyle sanki mekanikmiş gibi gözlemlediğinizde, size kesinlikle öyle gelecektir; … ama, bize rahat gelmediği için bilinçle uğraşamayız, bu yüzden bilinci devreden çıkarma hakkına sahibiz düşüncesiyle işe koyulursanız, gerçek hayatta vuku bulacak karışıklıklara neden olursunuz. Var olan yöntemlerle anlaşılması zor gözüken şeyler, yok kabul ediliverir.”
Sosyal bilimlerde kullanılan yöntembilimin ilkelliği, bilimin yöntemle karıştırılmasına neden olmuştur. Bu şekilde algılanan bir yöntembilimin getirdiği sınırlamalar eleştirel olmadan, bir olayın bilimsel geçerliliği olup olmadığına karar veren tanımlamanın yerini almaktadır. Bu yüzden insan idrakinin belli bir yöntembilime uymayan türleri reddedilmekte, yani yok sayılmaktadır. İdrakin bu şekilde kısıtlandığını düşünürsek, B. F. Skinner (1972) gibi birinin ortaya çıkıp da insani tecrübeleri özgürlük ve haysiyetle ilgisi olmayan bir veri girdiçıktısına indirgemesine şaşmamalı. Komik olan, insan idrakinin ve tecrübesinin bu şekilde basitleştirilmesi ve indirgenmesinin kendine has bir geçerlilik yaratmasıdır. Önemli olan daha önceden belirlenirse, gerçekten olanların önemi kalmaz. İnsanları ve hayvanları tek bir davranış biçimi gösterecek şekilde kısıtlayabilir ve davranışlarını yine de “bilimsel” anlamda yorumlayabilirsiniz. Kavanau’nun sözünü ettiğim araştırması bunun bir örneğidir. Özerklik güdülerinin ifadesi olan davranışlar, Skinner ve onun gibi bilim insanları için “hatalı” sayılmaktadır. Yöntem, sonucu doğrular!
Danimarkalı yazar Tania Blixen (takma adı Isak Dinesen) “Afrika” (1937) adlı otobiyografik raporunda, “ilkel” yerli deneklerinden şikâyet eden bir Alman bilim adamını anlatmıştır. Deney sonuçlarını doğrulatmak uğruna deneklerin davranışlarını belli kalıplara oturtmak istiyor, ama yerliler direniyordu. Sonunda Kavanau’nun araştırmasındaki fareler gibi yaptılar: Tahammül edilemez tekdüzelikteki araştırma ortamına çeşitlilik getirmek için hatalı davranışlar sergilediler. Davranışları “hatalar” ile doluydu ve bilim adamının gözünde “aptal”dılar. Tania Blixen şu sonuca vardı: “Çoğu zaman yerlilerin en korktuğu şeyin kılı kırk yarmamız olduğunu düşündüm. Kılı kırk yaran birinin elinde üzüntüden ölebilirlerdi.”
Tamamen farklı bir zihniyete sahip bilim insanı, Nobel ödüllü George Wald, Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden bir meslektaşıyla yaptığı sarsıcı ve anlamlı bir sohbetini şöyle anlatmıştı: “Bir gün bana aydınlık bir yüz ifadesiyle geldi ve dedi ki: ‘Bize istediğiniz özellikleri verin, biz size o insanları üretelim.’ Sanırım biraz kendimi kaybettim, çünkü verdiğim cevap ‘Tamam, ama önce seni vurabilir miyim?’ oldu. Bu da sanki kafasını karıştırmıştı.” (Wald, 1969) Profesör Skinner ve laboratuvan da Harvard’ta bulunmaktadır.
Hayatın sosyal bilimlerin kabul ettiği türden anlamı, insan idrak ve tecrübesiyle artık hiçbir örtüşme sağlayamama tehlikesi içermekle kalmaz, aynı zamanda kendimizi tanımamızı da zorlaştırır, çünkü sosyal bilimlerde toplumsal kabul görebilecek nitelikte bir bilinç baskındır. Genelde yaşanabilir olarak kabul edilenle, gerçekten yaşanan arasındaki uyuşmazlık duygularımıza açılan kapıyı kapatmaktadır.
Arno Gruen
Kaynak: Kendine İhanet