Empatinin Yitimi Kayıtsızlık Politikası: İnsan Olmanın Anlamını Sorgulamak – Arno Gruen

232

Arno GruenEkonomik çöküntü, konjonktür gerilemesi, savaşlar, yıkım, nefret, kardeş kavgası, şiddet, uyuşturucu tüketimi, suç, kadınların ve çocukların hor görülmesi, kabalık ve zulüm neden tüm dünyada artıyor? Bu krizi ulusal, ekonomik ve teknolojik sorunlara indirgemek mümkün mü? Hayır, bu, insanı insan yapanın ne olduğuna dair tanımımızla, kendi insan oluş anlayışımızla ilgili. İçinde yaşadığımız ortamı gururla “uygarlık” diye adlandırıyoruz, ancak uygarlığın içinde hakim olan yasalar ve güçler, bizden, ruhsal ve bedensel refahımızı hedef alan bağımsız bir varlık geliştirmiş durumdalar. Geçmişten niçin ders almıyoruz? Bilgi toplumu çağında yaşamamıza ve yüksek bilim düzeyine rağmen niçin hala geçmişi geride bırakamıyoruz? Birbirimize olan bağımlılığımızın giderek arttığı, ama aynı zamanda da birbirimizle hep daha fazla çatıştığımız bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar niçin onları birbirine bağlayan bağlara, aralarındaki ortak yanlara karşı tavır alıyorlar?

Empati, içimizdeki insaniyetsizlikle aramıza duvar ören bir engeldir

İnsanın duygudaşlığını sorgulamak, onun insanlığını, onun kimliğini sorgulamaktır. Bu aynı zamanda insanın, aldığı bedensel ve ruhsal hasarın hangi derecesine kadar insanlığını korumaya devam edebildiğine dair bir sorundur.
Auschwitz, başkasının duygularını anlamaktan aciz insanın ne denli yozlaşabileceğim gözler önüne seren uyana bir örnektir. Primo Levi, “İst das ein Mensch?” (Bunlar Da Mı İnsan, 1992) başlıklı Auschwitz raporunda, Auschwitz’in insanlar tarafından düşünülmüş ve gerçekleştirilmiş olmasından utanç duyduğunu yazıyordu. Ama Auschwitz, böyle bir utancın ne başlangıcıydı ne de sonu. Bu utanç antik çağdaki çocuk katliamlarıyla başladı, bugün de Güney Amerika’da, Afrika’da, eski Yugoslavya’da, Rusya’da, Yakın Doğu’da, Endonezya’da kadınların ve çocukların şiddete maruz kalmalarıyla, tecavüze uğramalarıyla; Avrupa’da yabancı düşmanlığından kaynaklanan aşırılıklarla, çocukların çocuklara uyguladığı şiddetle hala gündelik yaşamın içinde. Bugünkü politik durum bir yanda bürokratik egemenliğin pekiştirilmesi ile diğer yanda çaresizliğin neden olduğu öfke patlamaları arasında gidip geliyor (E. R. Wolf, Diamond 1976’da).

Ekonomik çöküntü, konjonktür gerilemesi, savaşlar, yıkım, nefret, kardeş kavgası, şiddet, uyuşturucu tüketimi, suç, kadınların ve çocukların hor görülmesi, kabalık ve zulüm neden tüm dünyada artıyor? Bu krizi ulusal, ekonomik ve teknolojik sorunlara indirgemek mümkün mü? Hayır, bu, insanı insan yapanın ne olduğuna dair tanımımızla, kendi insan oluş anlayışımızla ilgili. İçinde yaşadığımız ortamı gururla “uygarlık” diye adlandırıyoruz, ancak uygarlığın içinde hakim olan yasalar ve güçler, bizden, ruhsal ve bedensel refahımızı hedef alan bağımsız bir varlık geliştirmiş durumdalar.
Geçmişten niçin ders almıyoruz? Bilgi toplumu çağında yaşamamıza ve yüksek bilim düzeyine rağmen niçin hala geçmişi geride bırakamıyoruz? Birbirimize olan bağımlılığımızın giderek arttığı, ama aynı zamanda da birbirimizle hep daha fazla çatıştığımız bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar niçin onları birbirine bağlayan bağlara, aralarındaki ortak yanlara karşı tavır alıyorlar?

İnsan olmanın ne anlama geldiği, Auschwitz’i de aşan bir soru. Auschwitz, insanın neler yapabileceğine dair bir anıttır ye insan olmanın ne demek olduğu sorgulamasını haklı kılar.

Bu soruya bir yanıt vermek güç. Gerçek ihtiyaçlarımız ile insan olarak bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendiren şeyler toplumsal düzene tabidir, dolayısıyla dışarıdan belirlenmiştir. Ortaya koymaya çalışacağım gibi, bize iktidar ve itaati kendi hedeflerimiz gibi dayatan, böylece bizi, sıcaklık ve sevgi temel ihtiyaçlarımızdan uzaklaştıran, hatta bunları yadsımaya götüren güçler iş başındadır. içimizden sökülen bu ihtiyaçlar, bireyde yıkıcı bir öfke eşliğinde parçalanmaya yol açan deneyimlere dönüşür.

İnsan olmanın ne demek olduğu sorusunu çoğu kişi insanların üstlendiği toplumsal rollere işaret ederek yanıtlar. İnsan oluşun bu türden tanımı insan kimliğini, roller ve simgelerle özdeşleşmeyle bir tutar. Ancak toplumsal çöküntü dönemlerinde, ekonomik ve politik kaosun hakim olduğu zamanlarda bu özdeşleşmelere yaslanmak mümkün olmaz, çünkü roller giderek anlamlarını yitirir, toplumda güvensizlik ve huzursuzluk hakim olur: İnsanlar karmaşaya düşer, nereye bastıklarını bilemez ve kendilerini tehdit altında hissederler. Bu durumda bazıları, yitirdikleri özdeşleşmeyi kendilerine tekrar kazandıracağına inandıkları eski ortamı şiddet yoluyla geri getirmeye çalışırlar. Tarihçiler, insan kimliğinin gerçekten toplumsal rollere dayanıp dayanmadığı sorusunu sormaksızın dağılma dönemlerinden ve yeni kimlik oluşumlarından söz ederler. Ancak böyle bir tanımlama, insan oluşumuzun özünü dışlar ve insani anlayışın iktidar ve itaatin devamını sağlayan kısmıyla sınırlı kalır.

Buna rağmen, insan oluşun ağırlıkta olan, düşüncemize büyük ölçüde hakim tanımı bu tanımıdır. Halbuki, kimliği özdeşleşmeyle bir tuttuğumuz anda milliyetçiliği de kimlik gelişiminin bir ifadesi olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ardından da bunun şiddete, en zayıf olanların kadınların ve çocukla anne ezilmesine ve istismarına, cinayete ve savaşa kadar uzanmasını onaylamak zorunda kalırız. Kendimize milliyetçi bir kimlik giydirilmesini kabullendiğimiz anda, ona teslim olmuş ve bizi kurban durumuna getirmesini kabullenmiş oluruz.

Elbette ki bir ülkeyle ve gelenekleriyle özdeşleşmek, ortak deneyimleri, umutlan, sevinçleri ve yaslan paylaşmak insanlara bir birlik ve güvenlik duygusu veriyor. Biz bedensel ve ruhsal gelişimimiz için diğer insanlara ihtiyaç duyan toplumsal varlıklarız. Ancak insanın kendi yetersizlik duygusundan kaynaklanan ve onu bir iktidarla özdeşleşmeye götüren durum, empatinin yitimine yol açmaktadır.

İster sağdan, ister soldan gelsin, faşizm buna çok uygun bir örnektir. Organize suçlular arasında veya orduda yerini bulan parçalanmış birey, otorite sembolleriyle özdeşleşmesi sonucu emirlere boyun eğmeye hazır hale gelir. Bu özdeşleşmede, hemen ardından dizginsiz ve nihilist bir öfkeyle patlamak üzere, kendi kimliğini bulur. Kendi sorumluluğunu, üst sistemlere devreden bir insan oluş, yabancılaşmış bir insan oluştur. Yabancılaşmış insan, asıl kaynaklarından kopmuş, havada kalmış deneyimlere dönüşerek körelmiş duygulanımların tutsağıdır. Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısırdöngü başlar.

Bir başka tehlikeyi de, vicdanın yerini görevin, kimliğin yerini de iktidarla özdeşleşmenin aldığı “bürokratik” kişilik oluşturur. Çünkü bu noktada şiddet ve cinayet üst düzeyde organize gerçekleşir ve sadece teknolojik olarak uygulanabilirliğe dayandırılır. Aslında bu tür davranış biçimleri sadece merhametten kopuşu maskelerler.

Empati, içimizdeki insaniyetsizlikle aramıza duvar ören bir engeldir. Uygarlığımızın tarihi, acıma duygusunun bastırılması ve parçalanmasıyla sadece iç içe geçmekle kalmaz, aynı zamanda bunun temelini de oluşturur. Uygarlığın tarihi aynı zamanda, bu kitabın ithaf edildiği empatinin; empatinin gelişiminin ve kaderinin de tarihidir.

Arno Gruen
Kaynak: Empatinin Yitimi Kayıtsızlık Politikası Üzerine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz