Modern sosyal bilimler sapkınlığı kabul edilebilir hale getirmek üzeredir. Araştırmacılar Milgram deneyi ile ilgili şu sonuca varırlar: “Birden fazla gözlemci olduğunda, araya girmenin sorumluluğu bütün seyirciler tarafından paylaşılır… Bunun sonucunda da birey tek başına yardıma koşmaya pek yanaşmayabilir. O sırada yakın sosyal çevrede hâkim olan şartlar bireylerin tepkisi bakımından daha önemli sayılmakta, “apati” veya “kentleşmeden dolayı yabancılaşma” gibi daha belirsiz kültür ve kişilik kavramları ikinci plana itilmektedir…
“Yardım etmeye yanaşılmaması, kurbanla etraftaki insanlar arasındaki ilişkiden çok, etraftaki insanların birbirleriyle olan ilişkisi açısından incelendiğinde, belki daha iyi anlaşılabilir”. (B. Latane ve J. Darley, 1969)
Latane ve Darley asıl belirleyici noktayı, yani etraftaki insanlarla kurban arasındaki ilişkiyi reddedip benliğin grup içinde eriyip gitmesini meşrulaştırarak gerçeğin algılanmasını değiştirmektedir. Olanla olması gereken arasındaki gerginlik devre dışı bırakılarak, (Herbert Marcuse 1967’de böyle anlatmıştı) idrakimizin temel yapısını inkâr eden ve bir grubun arkasına saklanmayı haklı çıkaran yeni bir gerçeklik ortaya atılmaktadır. Somatik belirtilerin utanç, suçluluk duygusu, korkaklık ve başka saklı duyguların kanıtı olduğu gerçeği görmezden gelinmiştir. Nesnellik, doğruluk ve “bilimsellik” saptırılarak insana ait tecrübeler ya kenara itilmekte ya da saptırılmaktadır. Hastalarımız, içlerinden geldiği gibi yaşayamamanın acısını çekerken, bu çözülme ve bölünme propagandacıları, acının geçerliliğini ortadan kaldıran sahte bir gerçekte ısrar ediyorlar.
Bu tür modern bilimciler tarafından insan davranışları normu olarak ilan edilenler, aslında tehlikeli bir çılgınlıktır. Böyle normlar, yaralarımızın ve kırılganlığımızın nedenini örtmektedir: Kurnaz bir sistem içinde, sınırlandırılmış ve saptırılmış bir insanlığın temelleri atılmaktadır.
Bu sistem bize toplumun, her şeyde uzlaşarak bizi şüphelerden, korkulardan ve huzursuzluklardan koruyacağına inandırmaya çalışmakta, ama tam tersi gerçekleşmektedir. Yeni bir hastalığın mikrobu bize bulaştırılmaktadır. Duygularla ilgileniliyormuş gibi yapılarak duygular reddedilmekte, duygulara yaklaşım olmadığından duygusuzluk gittikçe artmaktadır. Ama duygusuzluğun anlamı gitgide artan bir öfke ve saldırganlıktır.
İnsan kendi benliğini duygularını ve onlara karşı sorumluluğunu ne kadar kaybederse, o kadar kinci olur ve bunun farkına bile varmaz. Bu saldırganlık kendi özerkliğimizi kısıtlamamızın bir sonucudur, hatta özerklik kaybına karşı koymak istediğimiz durumlarda bile. Böyle anlarda bütün gelişimimiz kendini tekrar eder: Çocukların algı ve duygularının bastırılması, ortaya çıkan saldırganlığı gizleyen bir itaate neden olmakla birlikte, saldırganlığı daha da arttırır. Çocuğun öfkesi kendi acısına ve canlılığına yöneliktir, çünkü bunların anne baba tarafından uygulanan baskının ve keyfiliğin nedeni olduğunu düşünür. Kendiliğin ilk bölünmesi bu sırada gerçekleşir: Kendi özerk gelişiminin başlangıcı olabilecek şeyin çocuğun kendisi tarafından reddedilmesi, yani canlılığın bir kenara itilmesi. Kendi ezilişine alet edilmiş olması, kendi kendiliğine olan nefreti azaltmamaktadır. Aksine, bu toplumsal normlarca derinleştirilen sürekli bir bölünme sürecidir.’
Saldırganlığımızın ve yıkıcılığımızın kaynağı bireyler değil kültürümüzdür. Bölünmemizi derinleştiren ve iç dünyamıza açılan kapıları kapatan her şey yıkıcı güdülerimizi oluşturan ve çoğaltan olguların parçasıdır. Gerçekten zarar görmüş olanlar, psikiyatri hastaları olarak toplum tarafından dışlanan ruh hastaları değildir. Asıl zarar görenler, bize kısıtlanmış bir insan olmayı telkin etmeye çalışanlardır. Hastalar, farkında olmadan bizi kendimize giden yola geri döndürür. Diğerleri bu yolu zihnimize sahtekârlıkla giren ve rahatlatan teorilerle kapatmaktadırlar.
Yardım etmemek, etraftaki insanlarla kurban arasında var olan salt geometrik bir işlev olarak yorumlandığında, kendimize karşı dürüst olma şansımız engellenmiş olur. Böyle bir durumda sadece iki olasılık vardır: Kişi o kadar rahatsız ve tedirgin olur ki, bayılır veya içinde tedirginlik uyandıran şeyi yok etmek zorunda kalır. Sonuncusundan ister istemez acımasızlık ve sadizm doğar. Acımasızlık üzerine kurulu her polis mekanizması ve her işkence sisteminde daima kendinden kaçma mantığının belirgin izleri vardır. Bu da kurbanlarına karşı gittikçe daha da acımasız hale gelerek gerçekleşmektedir. Bir işkenceci ancak kurbanı bağırmayı kestiğinde, yani kendisinin daima inkâr ettiği acının sesi kesildiğinde işkenceye son verir.
Burada sözü edilen şiddet ve yıkıcılığın ille de kişisel veya doğrudan fiziksel olması gerekmez. Duygularımızdan nerede ve hangi ölçüde uzaklaştığımızı görebilmek’kolay değildir. Ama bu olay kendiliğimizin cinayetidir. Sözünü ettiğimiz “İzleyici apatisi” adlı araştırma projesi, çıkış noktası ve fiili etkisi bakımından şiddet ve yıkıcılık içermektedir. Fark ettirmeden olaya, tatbiki ve geometrik bir boyut getirilerek, kendilik’ten kaçılması ve benliğin bir grup içinde eritilmesi meşrulaştırılmaktadır. Böylece gerçeğe yaklaşma yeteneğimiz, gerçek düşüncelerimiz ve ahlaki olarak etik davranma ve yargılarda bulunma gücümüz zayıflatılmaktadır.
Arno Gruen
Kaynak: Kendine İhanet
Çitlembik Yayınları / Psikoloji Dizisi