“Sen yoksun…” Sennur’la konuşmalar – Adnan Özyalçıner

sennur-sezerSenin gibi bir güz günü, “bu dünyadan gider olan” lardan karısı Hatice (Erbaş) için Şükrü Erbaş “ölüm yok dünyada!” başlıklı bir şiir yayınladı. 
Ölürsem çocuklarımı üzme
İyi ki beraber yaşadık dünyayı…
diye bitiyor.
İyi ki diyorum ben de seninle, Şükrü’yle Hatice’nin dedikleri gibi, onlarla birlikte, hep birlikte.

Sen yoksun

Masamın üstünde asılı seninle benim -beni yanağımdan öperkenki- resmimiz var. Senin oturduğun ikili koltuğun hemen üstünde asılı senin o güleç -bana, benimle birlikte herkese, hepimize bakarkenki- resmin; altında, biraz soluk da olsa, gençliğimizin yansıdığı gelinlikle damatlık resmimiz var. Televizyondan -daha çok senin Maksat Muhabbet programından- gelen gülüşlerinle konuşmalarından sevecen, bir o kadar da uyarıcı olarak yankılanan en hareketli, en hararetli bir biçimde odayı dolduran bildik sesin var. Sen yoksun!

Kedi

Kedimiz Düğme, seni çok aradı, söylemiştim. Sonunda buldu. Senin oturduğun yerin üstüne astığım resmini gördü. Oturduğun ikili koltuğun üstüne sıçrayarak önce uzun uzun baktı. Sonra koltuğun arkalığının üstüne çıktı. Pençeleriyle resminin olduğu tabloyu çerçeveyi tırmalayarak içindeki seni indirmek istedi/istiyor. Kaç gündür işi bu. Seni hapsolduğun çerçevenin içinden indirip koltuktaki yerine oturtmak için.

Hep birlikte

Senin gibi bir güz günü, “bu dünyadan gider olan”lardan karısı Hatice (Erbaş) için Şükrü Erbaş “ölüm yok dünyada!” başlıklı bir şiir yayınladı. Diyor ki:
“Kirpiklerin kapandı, kapandı
İlaçlar bitti, uykular bitti
Dudakların kurumuyor, ayakların şişmiyor
Soracak sorumuz kalmadı
Hepimizin canından yapılmış bir ölüm
Girdi içeri.”
Şiir:
“Ölürsem çocuklarımı üzme
İyi ki beraber yaşadık dünyayı…”
diye bitiyor.
İyi ki diyorum ben de seninle, Şükrü’yle Hatice’nin dedikleri gibi, onlarla birlikte, hep birlikte.

Evindesin

Dün sana geldim. Soğuk, ıslak bir hava vardı. Gittiğin günkü gibi. Yağmur damlacıkları mı, yoksa kar zerrecikleri mi olduğunu belli etmeyen ısırıcı serpintiler rüzgârla savruluyordu. Zincirlikuyu’da sana gelmek için metrobüsten indiğimde rüzgâr hızını artırmıştı. Şemsiyeleri tersine döndüren bir fırtına vardı. Taşıtların yağmurla soğuktan kaçarcasına hızla gelip geçtiği caddenin daracık kaldırımında yürürken benim şemsiyemi de tersine çevirmekte gecikmeyecekti. Ben de o zaman tersine çevrilen şemsiyemi fırtınaya karşı kalkan gibi kullanarak sana giden servili yola çabucak ulaştım.
Servili yolda ne caddedeki gürültüden, ne de fırtınadan eser vardı. Biliyorsun buranın varlıklıları bol. Arada bir onların son model otomobilleri, ıslak asfaltı hafifçe cızırdatarak geçip gidiyor. Servili yolda sessizliğe dokunmadan. Şemsiyemi düzeltmiştim.
Sık serviler, fırtınayı göğüsledikleri gibi yağmurla ısırıcı havaya da geçit vermiyor olmalıydı ki şemsiyeye gerek kalmamıştı. Kapattım.
Sana küçük bir demet çiçek getirdim. Evdeki çiçeklerden. Geçmiş ayın sonuyla bu ayın başında yaptığım iki konuşmada verdikleri koca koca, renk renk buketlerden seçtiğim çiçeklerden. Konuşmalarda senden de konuştuk; her zaman, her yerde olduğu gibi seni bilen, soran okurlarınla. Verdikleri çiçeklerde senin de payın var. Şimdi yarı solmuş olsalar da her birinin yapraklarıyla pul pul açmış çiçeklerinde hepimizin -Ahmet’in, benim, Taylan’ın, Ayşe’nin- sesiyle soluğu var. Nice çınlayan telefon sesi -seni soranlar dâhil-, Düğme’nin miyavlamaları, kaynayan çayın buharıyla kokusu, pişen yemeğin salçalı, biberli tadı, ev içinin sıcaklığı, ılıklığı var.
Bulunduğun yer yağmura, kara, rüzgâra, soğuğa, sıcağa açık da olsa getirdiğim çiçeklerle şimdi bizlerlesin, evindesin.

Sen O’sun

Bulunduğun yer, servilerden uzakta, açık havada. Gökyüzüne karşı. O sana bakıyor, sen ona. Yağmuruna, karına, rüzgârına, soğuğuna; aynı zamanda sıcağına, güneşine, ayına, gündüzüyle gecesine, aydınlığıyla karanlığına açıksın. Onlarlasın. İç içe. Öyleyse sen O’sun, o da sen.

Dokunamamak

Sesini soluğunu duyuyorum kimi zaman. Varsın biliyorum. Dokunmak istiyorum. Dokunamıyorum.

Yakalayamamak

Kimi zaman bir gölge, kimi zaman bir ışık oluyorsun çevremde. Gelip geçiyorsun. Yakalayamıyorum.

Hep aklımızdasın

Bu yıl TÜYAP’ın ikinci kez açtığı Samsun Kitap Fuarı’nda biz, yayınevi olarak yoktuk. Dolayısıyla ben de yoktum. Ama sen, ordaydım. Açılış günü yapılan ilk konuşmada sen vardın. Kadın Yazarlar Derneği adına şair, yazar dostların Arife Kalender, Sevim Korkmaz Dinç, Meryem Gülbudak seni andılar. Birçok yerde de anıyorlar. Yüreğimizde olduğundan hep aklımızdasın. Aklımızda kalacaksın.

Ne diyorsun?

Ne kadar çaresizim. Sana yazmaktan başka bir şey yapamıyorum seninle olabilmek için. Olabiliyor muyum, onu da bilmiyorum. Ne diyorsun?

Ses ver
Ses ver bana.
Nasıl mı?
Yağmur ol, yağ üstüme;
Güneş ol, ısıt beni.
Ses ver artık,
Göster kendini!

Adnan Özyalçıner
(Sennur Sezer’in eşi) 07 EKİ 2016, Evrensel Kültür


Kadir İncesu: 1967 yılında evlendiğiniz Sennur Sezer’le nasıl tanıştınız?

Sennur’la beni Doğan Hızlan tanıştırdı. Yıl, 1960. Yazın başlangıcı. İlk öykü kitabım Panayır çıkalı dört-beş ay olmuş. Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik yapıyoruz o sıra. Ben, Kemal Özer, Konur Ertop bir de Doğan Hızlan.
Bir gün baktım Doğan Hızlan düzeltme yaptığımız bir masa dört beş sandalyelik küçük odamıza esmer, dalgalı saçlı güzel bir kızla çıkageldi. Ben masanın başındaydım. Kemal’le Konur masanın iki yanında karşılıklı oturmuş gelen yazıları düzeltiyorlar. Doğan birlikte geldiği kızı, ortadan:

Sennur Sezer, genç şairlerimizden diye tanıttı.
Konur’la Kemal’i bilmem de ben adını duymuştum. Şimdi ilk kez karşılaşıyordum.
Tanışmanın ardından Sennur hemen karşıma oturdu. Doğan, konuşmasının arasında Sennur’un öykülerimi çok beğendiğini, benimle tanışmak istediği için getirdiğini söyledi. Öykülerimi beğenmek beni de beğenmek miydi bilemedim. Bir şey diyemeden masanın çekmecesini açtım, kitabımı çıkardım.
Adınıza imzalayayım, dedim kısaca. Sennur, aldırışsız bir rahatlıkla:
Bende kitabınız var, deyince kitabı masadan alıp çekmeye koyarken aynı rahatlık içinde:
“Yok yok, kaldırmayın kitabı, kız kardeşime, Aynur Sezer’e imzalayın.” dedi.
Öyle de yaptım. Göz göze geldiğimiz o ilk günden sonra Sennur’la iyi arkadaş olduk. Yenikapı’daki Kemal Bey’in kahvesinde öteki yazar şair arkadaşlarla birlikte geçti günlerimiz. Edebiyat matinelerinde, Türk-Alman Kültür Derneğindeki söyleşilerde, resim sergilerinde, çok sık olmasa da Beyoğlu’da laterna çalınan bir meyhane olan Boncuk’ta.
Bu sıkı arkadaşlığımıza karşılık ikimiz de evlilik karşıtıydık. Benim çevrede, Sennur’un dışındaki kız arkadaşlarımla gönül ilişkilerim de olmuyor değildi.
Sennur’la arkadaşlığımız birbirimize olan dostluk ilişkilerine, güvene dayanan bir arkadaşlıktı. 1964’te Sennur, ilk kitabı “Gecekondu” yayımlanırken son okumasını Konur’la bana yaptırdı. Nasıl bulduğumuzu da içtenlikle sormuştu ikimize. Konur’un ne dediğini bilmiyorum ama ben, popüler etkiler bulmuştum. O zamanlar, rüzgarı hızla esen İkinci Yeni şiirinin dışında bir şiirdi Sennur’un şiiri. Sağlam bir şiir izleği olduğunun ayırdına daha sonra varabilecektim.
Askerlik dönüşüm 1966 güzüydü. Sennur, Varlık’ta çalışıyor. Gelir gelmez ona uğrayamamıştım. Gocunduğunu iletmiş arkadaşlara. Haberi alır almaz, pek yapmadığım bir şey ama bir demet çiçek alarak Varlık’a uğradım. Bağışlanmamı dileyerek.
Ne olduysa ondan sonra oldu. Bir gönül bağı oluştu aramızda. 9 Eylül -Sennur’un da, benim de hiç unutmadığımız, her yıl evlilik yıl dönümümüz gibi kutladığımız- tarihinde gönül gönüleydik artık. O yılı, 1967’nin uzun bir bölümünü sevgililik, nişanlılık, sevdalık günleri olarak geçirdik. 1967 yılının 3 Ağustosu’nda İstanbul’da Büyükşehir Belediye binasının geniş salonunda resmi olarak evlendik. Sennur’un evlilik tanığı Behçet Necatigil, benimkiyse Mehmet Seyda’ydı. Düğün yapmadık. Nikahımızda bütün sanat-edebiyat topluluğu hazırdı. Çok yaşlı olmasına karşılık Eflatun Cem Güney, bütün törenlere pek katılmayan Fazıl Hüsnü Dağlarca da nikaha geldiler.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz