SCHOPENHAUER: YAŞLILARIN ÇOĞU ÖLÜLERE BENZERLER; KURŞUN GİBİ AĞIR, SERT VE SOLUKTURLAR

Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine:

Yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yorumunu, hakiki anlamını ve bağlamını verir..

Genel olarak, insanın karakteri ya da yüreği gibi zihninin, kafasının da, temel özellikleri açısından doğuştan gelmiş olmasına karşın, asla onlar gibi değiştirilemez olmadığını, üstelik kimi değişiklikler geçirdiğini, hatta bu değişikliklerin, düzenli olarak ortaya çıktığını belirtmek gerekir: Bu değişiklikler, bir bakıma, zihnin fiziksel bir temelinin olmasına, bir bakıma da empirik bir malzemesinin bulunmasına dayanırlar. Bu yüzden zihnin gücü yavaş yavaş doruk noktasına ulaşır ve sonra yavaş yavaş, embesilliğe kadar düşer. Ama burada, tüm bu güçleri çalıştıran ve etkinlik içinde tutan malzeme, yani düşüncenin ve bilmenin içeriği, deneyim, bilgiler, alıştırma ve böylelikle kavrayışın kusursuzluğu, her şeyi yok eden kesin zayıflığın ortaya çıkışına dek sürekli artan bir büyüklüktür. Bunlar insanlarda, bir yandan kesinlikle değişmez ve öte yandan düzenli bir biçimde değişen olmak üzere ikili ve birbirine zıt bir biçimde vardır; değişen biçimleri çeşitli yaşlardaki görünümlerinin ve geçerliliklerinin farklılığını açıklar.

Bir başka anlamda, yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yorumunu, hakiki anlamını ve bağlamını verir, bu metnin ahlakını ve tüm inceliklerini de ancak hakkıyla anlamamızı sağlar.

Yaşamımızın sonuna doğru ise, bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı anlara benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişki içinde olduğumuz kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Çünkü karakterler gün ışığına çıkmış, eylemler meyvelerini vermiş, başarılar hak ettikleri değeri bulmuş ve tüm yanıltıcı görüntüler dağılmıştır. Elbette tüm bunlar için zaman gerekmiştir. Ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini, hatta kendi hedeflerini ve amaçlarını, özellikle de dünyayla ve başkalarıyla ilişkisini esas olarak ancak yaşamının sonuna doğru tanıması ve anlamasıdır. Gerçi bu sırada, her zaman olmasa bile çoğu zaman, insan daha önce zannettiğinden daha aşağıda bir yeri uygun görür kendisine; oysa dünyanın alçaklığı hakkında yeterince düşünemediği için ve bu yüzden kendi hedefini dünyadan daha yüksekte tuttuğu için, bazen daha da yüksek bir yer ayırmıştır. Bu arada nasıl bir yerde olduğunu öğrenir.

Gençlik yaşamın mutlu dönemi, yaşlılık ise hazin dönemi olarak adlandırılır. Tutkular mutluluk verseydiler bu doğru olabilirdi. Gençlik tutkular tarafından oraya buraya çekilir, çok az neşeyle ve fazlasıyla eziyetle. Soğuk yaşlılığı ise rahat bırakırlar ve yaşlılık da hemen iç dünyaya yönelik bir çehreye bürünür: Çünkü bilgi özgürleşir ve ağır basar. İmdi, bilgi kendinde acısız olduğu için, bilinçte ne çok bilgi hükmederse, bilinç de o denli mutlu olur. Tutkuların mutluluk veremeyeceklerini ve bu yüzden, kimi hazlardan yoksun olan yaşlılığın yakınılacak bir durum olmadığını kavramak için, tüm hazların negatif, acının ise pozitif olduğu düşünmek yeter. Çünkü her türlü haz yalnızca bir gereksinimin doyurulmasıdır: Yaşlılıkla birlikte her türlü gereksinim de ortadan kalktığı için, insanın yemekten sonra daha fazla yiyememesi ya da uykusunu aldıktan sonra uyanık kalması yüzünden yakınmaması gibi, bundan da yakınmamak gerekir. Platon (Devlet’in girişinde) yaşlılık dönemini, o zamana dek aralıksız rahatsızlık veren cinsel dürtüden sonunda kurtulunduğundan ötürü mutlu bir dönem olarak göstererek, çok doğru bir değerlendirme yapıyor. Hatta, düşkün olduğu cinsel dürtünün ya da şeytanın etkisi altında kaldığı sürece, bu dürtünün ürettiği çok çeşitli ve sonsuz heveslerin ve bu heveslerden kaynaklanan heyecanların insanda sürekli yumuşak bir çılgınlığı sürdürdükleri bile söylenebilir; bu yüzden insan ancak bu dürtünün sönmesinden sonra bütünüyle akıllı olacaktır. Ama, genel olarak ve tüm bireysel koşullar ve durumlar bir yana bırakılırsa, belirli bir melankoli ve hüznün gençliğe, belirli bir neşeliliğin ise yaşlılığa özgü olduğu kesindir: Bunun nedeni, gençliğin henüz kendisine kolay kolay bir saat bile rahat vermeyen ve aynı zamanda insanın başına gelen ve onu tehdit eden hemen hemen her türlü belanın doğrudan ya da dolaysız efendisi olan söz konusu şeytanın emrinde, hatta angarya hizmetinde olmasından başka bir şey değildir; ama yaşlılık uzun süredir taşıdığı bir zincirden kurtulmuş olmanın ve şimdi özgürce devinebilmenin neşesi içindedir. Öte yandan, cinsel dürtünün sönmesinden sonra yaşamın asıl çekirdeğinin tükenip, yalnızca kabuğunun kaldığı, insanlar tarafından başlanan ama sonra aynı kostümlerle, otomatlar tarafından sona erdirilen bir komediye benzediği de söylenebilir.

Nasıl olursa olsun, gençlik gürültü patırtı, yaşlılık ise dinginlik dönemidir; yaşlılığın iki yönden de huzurlu oluşu buradan bile çıkarılabilir. Çocuk ellerini merakla, ileriye, renkli ve çok çeşitli gördüğü her şeye doğru uzatır: Çünkü bunlar, duyuları henüz çok taze ve genç olduğu için onu çekerler; aynı durum daha büyük bir enerjiyle, gençlikte de görülür. Genç insan da rengârenk dünya ve onun çok çeşitli biçimleri tarafından çekilir: Hayal gücü, hemen bunları dünyanın verebileceğinden daha fazlasına dönüştürür. Bu yüzden, genç insan belirsiz olana karşı heves ve özlem içindedir: Bunlar onun huzurunu bozarlar; oysaki, huzursuz mutluluk olmaz. Buna karşılık yaşlılıkta her şey duraklamıştır; çünkü bir yandan kan daha serinlemiş ve duyuların uyarılabilirliği azalmış; öte yandan da deneyim, şeylerin değeri ve hazların içeriği hakkında insanı aydınlatmış, böylelikle o insan daha önce şeylerin özgür ve arı görüntüsünü örten ve tahrif eden yanılsamalar, hayaller ve önyargılardan yavaş yavaş kurtulmuştur: Böylece şimdi insan her şeyi daha doğru ve daha açık bir biçimde tanır ve her şeyi olduğu gibi kabul eder; aynı zamanda, tüm dünyevi şeylerin hiçliğinin kavrayışına az ya da çok varmıştır. Hemen hemen her yaşlıya, en sıradan yetenekleri olana bile belirli bir bilgelik görünüşü veren, onu gençlerden ayıran tam da bu kavrayıştır. Ama esas olarak tüm bunlar zihinsel huzuru getirmişlerdir: Bu da mutluluğun büyük bir unsurudur; hatta mutluluğun koşulu ve asıl önemli yanıdır. Buna göre, bir genç, dünyadan alınacak şeylerin harika olduklarını, sadece nereden alınacaklarının bilinmesi gerektiğini düşünürken; yaşlı biri, Koheleth’in, “Her şey değersiz” sözünün asıl anlamını kavramıştır ve, altınla kaplı olsalar bile tüm fındıkların içlerinin boş olduğunu bilir.

İnsan, Horatius’un hiçbir şeye şaşırmama düşüncesine, yani tüm şeylerin değersizliğine ve dünyanın tüm harikalarının içlerinin boşluğuna dolaysızca, samimi bir biçimde ve iyice inanmaya, ancak ileri yaşlarda varabilir: Hayaletler ortadan yitmiştir. İnsan artık, bedensel ve zihinsel acılardan kurtulmuşsa, herhangi bir yerde, ister sarayda olsun isterse kulübede, esas olarak kendisinin de her yerde tattığı mutluluktan daha büyük, daha özel bir mutluluğun bulunduğu kuruntusuna kapılmaz. Dünyanın ölçütlerine göre büyük ve küçük, seçkin ve sıradan, onun için artık farklı değildir. Bu durum yaşlıya özel bir iç huzuru verir, bu iç huzuruyla dünyanın hokkabazlıklarını gülümseyerek küçük görür. Bütünüyle hayal kırıklığına uğramıştır ve insan yaşamının, ne kadar süslenip püslense de, çok geç denen tüm bu panayır parıltıları arasından tüm yoksulluğunu göstereceğini; ne kadar boyanıp güzelleştirilse de, her yerde esas olarak aynı olduğunu; gerçek değerinin, ne hazların ne de şatafatın varlığında değil, ancak acıların yokluğundan sonra tahmin edilebilecek bir varoluş olduğunu (Horatius, epist. kitap I, 12, dize 1-4) bilir. İleri yaşların temel karakter özelliği, hayal kırıklığına uğramışlıktır: O zamana dek yaşama çekicilik ve etkinliğe teşvik veren yanılsamalar ortadan kalkmıştır; dünyanın tüm güzelliklerinin, özellikle de şatafatın, parıltının ve yücelik görüntüsünün hiçliği ve boşluğu öğrenilmiştir; arzulanan şeylerin ve özlenilen hazların çoğunun ardında çok az şey bulunduğu görülmüştür ve böylelikle yavaş yavaş, tüm varoluşumuzun büyük yoksulluğu ve boşluğu kavranılmıştır. İnsan Koheleth’in ilk dizesini ancak yetmiş yaşında anlar. Ama, yaşlı kişilere belirli bir asık suratlılık görüntüsü veren de budur.

Bilindiği gibi, yaşlılığın yazgısının hastalık ve can sıkıntısı olduğu söylenir. Hastalık asla yaşlılığın başlıca özelliği değildir, meğerki önceden olmasın, çünkü yaş arttıkça sağlık da hastalık da artar. Can sıkıntısına gelince, yukarıda, yaşlılığın buna gençlikten daha az maruz kaldığını gösterdim: Can sıkıntısı, kolaylıkla görülebilecek nedenlerden ötürü yaşlılığın karşımıza yine de çıkardığı yalnızlığın kesinlikle zorunlu bir eşlikçisi değildir; can sıkıntısı yalnızca, duyusal ve toplumsal hazlardan başkalarını tanımamış, zihinlerini zenginleştirmemiş ve güçlerini geliştirmemiş olanlar içindir. Gerçi ileri yaşlarda zihinsel güçler de azalır: Ama bu güçlerin çok olduğu yerde, can sıkıntısıyla başa çıkabilmek için yeteri kadarı da kalacaktır. Bundan sonra, yukarıda gösterildiği gibi, deneyim, bilgi, alıştırma ve üzerinde düşünme sayesinde, doğru kavrayış giderek artar, yargı keskinleşir ve bağlam netleşir; her olayda, bütünün az ya da çok kapsayıcı bir görüntüsüne ulaşılır: Bundan sonra da, biriken bilgilerin her defasında yeni kombinasyonları ve yeri geldikçe zenginleştirilmeleri sayesinde, insanın asıl iç dünyasındaki kendi kendini yetiştirmesi, her parçada ilerlemesini sürdürür, zihni çalıştırır, tatmin eder ve ödüllendirir. Tüm bunlar sayesinde, sözü geçen azalma belirli bir ölçüde telafi edilir. Ayrıca, söylenildiği gibi, yaşlılıkta zaman daha çabuk akar; bu da can sıkıntısına karşı etkilidir. Eğer insanın geçimini sağlaması için gerekmiyorlarsa, bedensel güçlerin azalmasının zararı azdır. Yaşlılıkta yoksulluk büyük bir mutsuzluktur. Yoksulluk uzaklaştırılmış ve sağlık kalmışsa, yaşlılık yaşamın çok iyi katlanılabilir bir bölümü olabilir. Yaşlılığın temel gereksinimleri rahat ve güven içinde olmaktır: Bu yüzden yaşlılıkta para, daha önce olduğundan daha çok sevilir; çünkü eksilen güçlerin yedeklerini sağlar. İnsan, Venüs tarafından terk edildiğinde, sıkıntısını Bacchus’ün yanında dağıtmaya çalışacaktır. Görme, yolculuk etme ve öğrenme gereksinimlerinin yerine, öğretme ve konuşma gereksinimi geçmiştir. Ama yaşlı insanın hâlâ okuma, müzik dinleme, oyun izleme sevgisini ve genel olarak dışsal şeylere karşı belirli bir duyarlılığı korumuş olması bir şanstır; bunlar kimilerinde çok ileri yaşlara dek sürebilirler. Bir kimsenin kendinde neye sahip olduğu ona, hiçbir döneminde, yaşlılığında olduğundan daha çok iyilik getirmez. Zaten hep kısır olanların çoğu ise, elbette yaşlılıklarında giderek bir otomata benzerler: Hep aynı şeyi düşünür, söyler ve yaparlar ve hiçbir dış etki bu durumda bir değişiklik yaratmaz ya da onlarda yeni şeyler uyandırmaz. Bu türden bir yaşlılık elbette sadece yaşamın artığıdır. Doğa, ileri yaşlarda ikinci çocukluğun ortaya çıkmasını, bundan sonra ender durumda çıkan üçüncü dişlerle simgelemek istiyor gibidir.

Tüm güçlerin yaş arttıkça daha da azalıyor olması yine de çok hazindir: Ne var ki zorunlu ve hatta iyilik vericidir; yoksa ölüm, ona hazırlanana çok zor gelirdi. Bu yüzden, böyle çok ileri bir yaşa ulaşmanın en büyük kazancı ötanazidir, yani son derece kolay, hiçbir hastalığın neden olmadığı, hiçbir kasılmanın eşlik etmediği ve hiçbir şey duyulmayan ölümdür; başyapıtımın 2. cildinde, 41. bölümün 470. sayfasında (3. basımda s. 534) bunun bir betimlemesi yer alıyor.

Vedalar’ın Upanişadlar’ında (cilt II, s. 53), yaşamın doğal süresi yüz yıl olarak verilmektedir. Bunun doğru olduğuna inanıyorum; çünkü doksanıncı yaşlarını aşmış olanların, ötanaziye ulaştıklarını, yani hiçbir hastalık olmadan, felce uğramadan, kasılmadan, hırıldamadan, hatta kimi zaman benzi bile sararmadan, çoğun oturarak ve üstelik yemekten sonra öldüklerini, hatta buna ölmek bile denmez, yaşamaya son verdiklerini fark ettim. Bu yaşlardan önceki yıllarda salt hastalık yüzünden, yani zamanından önce ölünüyor.

İnsan yaşamının aslında ne uzun ne de kısa olduğu söylenebilir; çünkü esas olarak tüm öteki zaman uzunluklarını insan yaşamına göre ölçeriz.

Gençlik ile yaşlılık arasındaki temel fark, her zaman gençliğin yaşamı, yaşlılığın ise ölümü görmesidir; yani gençliğin kısa bir geçmişe ve uzun bir geleceğe sahip olması, yaşlılıkta ise bunun tam tersinin söz konusu olmasıdır. Elbette, insan yaşlandığında önünde yalnızca ölüm vardır: Ama insan genç ise önünde yaşam vardır; ve bunlardan hangisinin daha endişe verici olduğu ve bir bütün olarak yaşamın, geride kalması önümüzde olmasından daha iyi olan bir şey olup olmadığı tartışılır: Koheleth şöyle diyor (7, 2): “Ölüm günü, doğum gününden daha iyidir.” Çok uzun bir yaşamı arzulamak, yine de bir yürekliliktir. Çünkü bir İspanyol atasözü der ki: “Çok yaşayan, çok da kötü şey yaşar.”

Gerçi, astrolojinin istediği gibi, gezegenler tek tek insanların yaşamlarını önceden göstermezler; ama genel olarak insan yaşamını gösterirler, çünkü insanın her yaşına, sırasıyla bir gezegen denk düşer ve buna göre yaşamına yavaş yavaş tüm gezegenler hükmetmiş olur. Onuncu yaşta Merkür hüküm sürer. İnsan bu gezegen gibi dar bir yörünge içinde hızlı ve hafif devinir: Küçük şeyler onun düzenini bozabilir; ama kurnazlık ve güzel konuşma tanrısının hükmü altında, kolaylıkla ve çok şey öğrenir. Yirminci yaşta Venüs’ün hükümdarlığı başlar: Aşk ve kadınlar erkeği tümüyle ele geçirirler. Otuzlu yaşlarında Mars hüküm sürer: İnsan şiddetli, güçlü, korkusuz, savaşçı ve inatçıdır. Kırklı yaşlarda dört küçük gezegen hüküm sürer: Buna göre insanın yaşamı genişler, tutumlu davranır, yani, Ceres’in sayesinde yararlı olanın hizmetindedir; Vesta sayesinde kendi ocağını kurmuştur; Pallas sayesinde, öğrenmesi gerekeni öğrenmiştir ve evinin hanımı, karısı da Juno olarak hüküm sürer. Ama ellili yaşlarda Jüpiter hüküm sürmektedir. İnsan şimdiden çok şeyi atlatmıştır, ve şimdiki kuşaklardan üstün olduğunu duyumsar. Henüz gücü kuvveti tam yerindedir, ama deneyim ve bilgi açısından da zengindir: (Bireyselliği ve konumu ölçüsünde) kendisini çevreleyen her şey üzerinde söz sahibidir. Buna göre, artık emir almaz, emir verir. Kendi etkinlik çevresi içinde şimdi yönetici ve hükümdar olarak en uygun kişidir. Böylece Jüpiter ve onunla birlikte elli yaşındaki adam en üst noktaya ulaşır. Ama bunu, altmışlı yıllarda Satürn ve onunla birlikte kurşunun ağırlığı, yavaşlığı ve sertliği izler:

Yaşlıların çoğu ölülere benzerler;
Kurşun gibi ağır, sert, hantal ve solukturlar.
Shakespeare,
Romeo ve Jülyet, perde 2, sahne 5

Son olarak Uranüs gelir: O zaman, söylenildiği gibi, göklere çıkılır. Neptün’ü (ne yazık ki düşüncesizlik yüzünden ona bu ad verilmiştir), gerçek adı olan Eros’la anamayacağım için, burada hesaba katamam. Yoksa, sonun nasıl başlangıçla birleştiğini, yani Eros’un ölümle gizli bir bağlantı içinde olduğunu, bu bağlantı yüzünden Orkus’un ya da Mısırlıların Amenthes’inin (Plutharkos’a göre, de Iside et Osir., c. 29), alan ve veren, yani salt alan değil, aynı zamanda veren olduğunu ve ölümün, yaşamın büyük havuzu olduğunu göstermek isterdim. İşte bu yüzden, bu yüzden, her şey Orkus’tan gelir ve şimdi yaşam sahibi olan her şey orada zaten bulunmuştur: Bunu olanaklı kılan hokkabazlık hilesini kavrayabilseydik, her şey anlaşılırdı.

Arthur Schopenhauer
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar | Çeviren: Mustafa Tüzel

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz