SCHOPENHAUER: MUTSUZ OLMAMANIN EN GÜVENİLİR YOLU, ÇOK MUTLU OLMAYI İSTEMEMEKTİR

Voltaire: “Sadece iki günümüz var yaşamak için: Bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez.” Ne yazık ki, laf aramızda, “bu aşağılık herif” , dünyada lanet olası çok sayıda kişinin taşıdığı bir sıfattır.

ZEVKİN DEĞİL, ACISIZLIĞIN PEŞİNDE KOŞAR AKILLI KİŞİ

Öğütler ve Özdeyişler
Burada, kusursuzluğu başka bir yerde olduğundan daha az amaçlıyorum; yoksa, Theognis’ten ve Sahte-Salomon’ dan, Rochefoucauld’ya kadar tüm zamanların düşünürlerinin ortaya koydukları, bir kısmı mükemmel olan yaşam kurallarını burada yinelemiş olurdum; bu arada, şimdiden çok kullanılmış çok sayıdaki basmakalıp sözden de kaçınamazdım. Kusursuzluğu hedeflemeyişimle birlikte, sistematik düzenlemeden de büyük ölçüde uzaklaşıyorum. İkisi hakkında da, bu türdeki olaylarda sonuç olarak adeta kaçınılmaz bir biçimde can sıkıntısını doğurmadıkları düşünülerek avunulabilir. Bu sadece, aklıma o anda geleni, aktarmaya değer görüneni ve, anımsadığım kadarıyla henüz söylenmemiş, en azından tam olarak ve bu biçimde söylenmemiş olanı verdim; yani bu uçsuz bucaksız alanda, başkalarının yapıtlarında ele aldıkları konulardan geriye kalanların bir derlemesini yaptım.

Buradaki görüşlerin ve önerilerin büyük çeşitliliğini yine de bir düzene sokabilmek için, onları, genel olanları önce kendimize, sonra başkalarına yönelik davranışımıza ilişkin olanlar ve son olarak da dünyanın akışı ve yazgıya ilişkin olanlar biçiminde bölümlere ayırmak istiyorum.

a) Genel Olanlar

1. Aristoteles’in, Nikomakhos’a Etik’inde söz arasında söylediği bir cümleyi, tüm yaşam bilgeliğinin en önemli kuralı olarak görüyorum: “Zevkin değil, acısızlığın peşinden koşar akıllı kişi” ya da “Akıllı kişi, hazzı değil acısızlığı hedefler.” Bu cümlenin doğruluğu, tüm hazzın ve tüm mutluluğun negatif, buna karşılık acının pozitif olmasına dayanmaktadır. Bu son cümlenin açıklaması ve temellendirilişi, başyapıtımın 1. cildinde, S 58’de bulunmaktadır. Yine de bunu burada, bir de her gün gözlemleyebileceğimiz bir olay üzerinde açımlayacağım. Bir beden, küçük bir yara ya da sancıyan bir yeri dışında bütünüyle sağlıklı ve iyiyse, bütünün sağlığı bilince yansımaz da, insanın dikkati sürekli yaralı yerin sancısı üzerine yönelir ve toplam yaşam duygusunun tadı kaçar. Bunun gibi, tüm işlerimiz bizim istediğimiz gibi gidiyor, ancak içlerinden bir tanesi istediğimiz gibi gitmiyorsa, çok önemsiz bile olsa kafamızı sürekli bu bir tanesi kurcalar: Sürekli onu düşünürüz ve istediğimiz gibi gerçekleşen tüm öteki daha önemli işleri daha az düşünürüz. İmdi, her iki durumda da zarar gören istençtir: Birinci durumda organizmada, ikinci durumda insanın çabasında nesneleşir ve her iki durumda da, istencin doyumunun negatif bir etkisinin olduğunu bu yüzden asla doğrudan doğruya değil, olsa olsa düşünseme [Reflexion] yoluyla bilincine varıldığını görüyoruz. Buna karşılık, istence ket vurulması pozitiftir ve bu yüzden kendini önceden bildirir. Her haz sadece bu ket vurmanın kaldırılmasına, bundan kurtulmaya dayanır; böylelikle kısa sürelidir.

Demek ki, Aristoteles’in yukarıda övülen, dikkatimizi hazlara, yaşamın hoşluklarına yöneltmememizi, yaşamın sayısız kötülüğünden olabildiğince kaçınmamızı tavsiye eden kuralı buna dayanmaktadır. Doğru yöntem bu olmasaydı, Voltaire’in, “Mutluluk yalnızca bir düştür, acı ise gerçektir” sözü gerçekten de olduğu gibi doğru değil, bir o kadar yanlış olmalıydı. Buna göre yaşamından mutluluk öğretisi açısından bir sonuç çıkarmak isteyen kimse, hesabını, tattığı zevklere göre değil atlattığı belalara göre yapmalıdır. Mutluluk öğretisi, kendi isminin bir güzel göstermece olduğunu, “mutlu yaşama”dan yalnızca “daha az mutsuz” yaşamanın, yani katlanılabilir bir yaşam sürmenin anlaşılması gerektiğini göstererek başlamalıdır. Hiç kuşkusuz, yaşam tadına varılmak için değil, atlatılmak, geride bırakılmak için vardır; kimi deyimler de bunu gösterirler: Degre vitram, vita defungi, İtalyancadaki si scampa cosi, Almancadaki man muss suchen, durchzukommen. Evet, yaşamın meşakkatini geride bırakmış olmak, yaşlılıkta bir avuntudur. Buna göre, yaşamını ancak hem zihinsel, hem bedensel, çok büyük acılar yaşamadan geçiren kimse en mutlu yazgıya sahiptir; ama en canlı zevkleri ya da en büyük hazları tatmış olan değil. Bir yaşamın mutluluğunu bu ikincilere göre ölçmek isteyen, yanlış bir ölçüte başvurmaktadır. Çünkü hazlar negatiftirler ve öyle de kalırlar: Hazların mutluluk verdiği, kıskançlığın kendi kendini cezalandırmak için kapıldığı bir kuruntudur. Buna karşılık acılar pozitif olarak duyumsanırlar: Bu yüzden onların yokluğu, yaşamın mutluluğunun ölçütünü oluşturur. Acısız bir duruma bir de can sıkıntısının yokluğu eklenirse, işte o zaman dünyevi mutluluğa büyük ölçüde erişilmiştir: Çünkü geri kalan bir hayaldir. Buradan, hazların asla ne acılar sayesinde, hatta ne de acı çekme tehlikesi aracılığıyla elde edilemeyeceği sonucu çıkar; yoksa, negatif ve bu yüzden hayali bir şeyin karşılığı, pozitif ve gerçek bir şeyle ödenmiş olur. Buna karşılık, acılardan kaçınmak için hazlardan vazgeçilirse, kâr edilmiş olur. Her iki durumda da, acıların hazlardan sonra mı, yoksa önce mi geldikleri fark etmez. Bu eziyet sahnesini bir zevk mekânına dönüştürmeye çalışmak ve olabildiğince acı çekmeme yerine, hazları ve zevkleri hedef seçmek gerçekten büyük bir yanlıştır; ne var ki çok kimse böyle yapmaktadır. Bu dünyayı, kuşkulu bir bakışla, bir tür cehennem olarak gören ve buna göre yalnızca, kendine ateş geçirmez bir oda bulmaya çalışan kişi çok daha az yanılır. Budala kişi, yaşamın hazlarının peşinden gider ve aldandığını görür; bilge kişi ise belalardan kaçınır. Bunda başarısız da olsa, bu kendi budalalığının değil, talihinin suçudur. Başardığında ise aldanmamıştır; çünkü, kurtulduğu belalar son derece gerçektir. Belalar onun çok uzağından geçmiş olsalar ve hazlardan gereksiz yere fedakârlık etmiş olsa da, aslında bir şey yitirmiş değildir: Çünkü tüm hazlar hayalidir ve bunların yokluğuna üzülmek dar kafalılıktır, hatta gülünçtür.

İyimserliğin de kolaylaştırmasıyla, bu hakikatin görmezden gelinmesi, çok sayıda mutsuzluğun kaynağıdır. Tutkulardan bağımsız olduğumuzda, huzursuz arzular bize gerçekte var olmayan bir mutluluk hayaletini yansıtırlar ve bizi bu hayaleti izlemeye yöneltirler: Böylelikle, yadsınamaz bir biçimde gerçek olan acıyı kendimize çekeriz. Sonra, değerini bilmediğimiz için yitirdiğimiz bir cennet gibi ardımızda duran, yitirdiğimiz acısız durumun ardından ağlarız ve boş yere, olmuş olanı olmamış gibi yapmaya çalışırız. Sanki kötü bir cin, en büyük gerçek mutluluk olan acısız durumdan, arzunun hokkabazlık görüntüleri sayesinde dışarı çıkmamız için sürekli dürtmüştür. Delikanlı, dünyanın, tadını çıkarmak için var olduğuna, yalnızca kendine hâkim olma yeteneğinden mustarip olanların yoksun kalacakları pozitif bir mutluluğun mekânı olduğuna körü körüne inanır. Bir yandan romanlar ve şiirler, diğer yandan dünyanın istisnasız ve her yerde dışsal görüntüyle yürüttüğü ve ileride yeniden döneceğim ikiyüzlülük, onu bu yanılgısında güçlendirirler. O andan itibaren yaşamı, pozitif hazlardan oluşması gereken pozitif mutluluğun peşinde, az ya da çok düşünülerek yapılan bir avdır. Bu arada maruz kalınan tehlikelere göğüs gerilmesi gerekir. Var olmayan bir yaban hayvanının peşinde yapılan bu av, kural olarak çok gerçek bir şeye, pozitif mutsuzluğa vardırır. Bu mutsuzluk, acı, dert, hastalık, zarar, keder, yoksulluk, utanç ve bin türlü sıkıntı biçiminde ortaya çıkar. Hayal kırıklığı çok geç gelir. Buna karşılık, burada dikkate alınan kurala uyularak, yaşamın planı acılardan kaçınmaya, yani yokluğun, hastalığın ve her türlü sıkıntının uzaklaştırılmasına yöneltilir; böylece gerçek bir hedef konulmuştur: Böylelikle bir şeyler gerçekleştirilebilir ve bu plan, pozitif mutluluk hayaletinin peşinden koşmakla ne denli az bozulursa, o denli çok şey gerçekleştirilir. Goethe’nin Wahlerwandschaften’de, sürekli başkalarının mutluluğu için çalışan Mittler’e söylettiği sözler de bunu onaylar: “Bir beladan kurtulmak isteyen, ne istediğini her zaman biliyordur; elindekinden daha iyisini isteyen ise, tamamen bakarkördür.” Ve bu da, güzel bir Fransız sözünü anımsatıyor: Le mieux est l’ennemi du bien. Hatta buradan, başyapıtımın 2. cildinde, 16. bölümde söylediğim gibi, kinizmin temel ilkesi de türetilebilir. Yoksa, kinikleri tüm hazları aşağılamaya yönelten, hazlarla uzaktan ya da yakından bağlı acılardan başka ne olabilirdi? Bu acılardan uzaklaşmak, kiniklere, hazlara ulaşmaktan çok daha önemli görünmüştü. Kinikler hazzın negatifliğinin ve acının pozitifliğinin bilgisine derinden vâkıf olmuşlardı; bu yüzden, beladan uzak durmak için tutarlı bir biçimde her şeyi yaptılar; ama bunun için de hazların tam olarak ve kasıtlı bir hor görülmesini gerekli buldular; çünkü hazları, bizi acıya düşüren tuzaklar olarak görmüşlerdi.

Schiller’in dediği gibi, elbette hepimiz Arkadia’da doğduk: Yani, dünyaya mutluluk ve haz istemleriyle dolu olarak geliriz ve bunları gerçekleştirme yolundaki budalaca umudu besleriz. Oysa, aslında çok geçmeden yazgı gelir, bizi haşince yakalar ve hiçbir şeyin bizim olmadığını, salt tüm malımız ve mülkümüz, çoluğumuz çocuğumuz üzerinde değil, hatta kolumuz ve bacağımız, gözümüz ve kulağımız ve hatta yüzümüzün ortasındaki burnumuz üzerinde bile tartışılmaz bir hakka sahip olduğu için her şeyin kendisine ait olduğunu öğretir bize. Ama yine de, bir süre sonra deneyim gelir ve mutluluğun ve hazzın, yalnızca uzaktan görünen, yanına yaklaşıldığında yitip giden bir serap olduğu, buna karşılık dertlerin ve acıların gerçeklikleri olduğu, kendilerini dolaysızca temsil ettikleri ve ne yanılsamaya ne de beklentiye gerek duydukları kavrayışını getirir. Bu ders yararlı olursa, mutluluğun ve hazzın peşinden koşmayı bırakırız ve daha çok, acının ve dertlerin giriş yolunu olabildiğince daraltmayı düşünürüz. Ondan sonra, dünyanın sunabileceği en iyi şeyin, acısız, dingin, katlanılır bir yaşam olduğunu öğreniriz ve bu yaşamı, daha güvenli bir biçimde gerçekleştirebilmek için istemlerimizi bunlarla sınırlarız. Çünkü çok mutsuz olmamanın en güvenilir yolu, çok mutlu olmayı istememektir. Goethe’nin gençliğindeki eşi Merck de bunu öğrenmişti, çünkü Goethe ona şöyle yazmıştı: “Mutluluk üzerinde tiksindirici ve üstelik düş görme boyutunda hak iddia etme, bu dünyadaki her şeyi mahvediyor. Kendini bundan kurtarabilen ve elindekinden başkasına heves etmeyen, kendine bir yol açabilir” (Goethe – Merck Mektuplaşmaları, s. 100). Buna göre haz, mülk, rütbe, onur vb. istemlerini olumlu bir ölçüye indirmek uygundur; çünkü büyük felaketleri çağıran, tam da mutluluk, şan ve haz için çalışmak ve çabalamaktır. Ama daha çok mutsuz olmanın kolay olması yüzünden, bunu yapmak akıllıcadır ve önerilir; buna karşılık çok mutlu olmak zor değil, bütünüyle olanaksızdır. Demek ki, yaşam bilgeliğinin şairi, büyük bir haklılıkla şöyle söylüyor:

Bir altın ortanın dostu olan herkes,
Uzak tutar kendini hem köhneliğinden barakanın
Hem de akıllıysa eğer
Kıskanılası parıltısından sarayın.
Tepedeki ladin, rüzgârın en sertiyle devrilir
Dağın zirvesi karşılaşır yıldırımla ilkönce
Yüksek kuleler çöktüklerinde neden olurlar en büyük yıkıma.
Ama benim felsefemi bütünüyle almış olan ve bu yüzden, tüm varoluşumuzun, olmasaydı daha iyi olacak bir şey olduğunu, bu yüzden onu yadsımanın ve geri çevirmenin en büyük bilgelik olduğunu bilen birisinin, hiçbir şeye ya da duruma ilişkin büyük bir beklentisi de olmayacak, dünyada hiçbir şeyin peşinden tutkuyla koşmayacak, herhangi bir şeye ulaşamamaktan yakınmayacaktır; tersine, Platon’un, “Hiçbir insani şey, uğrunda büyük gayrete değmez” (Dev., X. 604) düşüncesiyle ve bir de şu şiirdeki düşünceyle dolu olacaktır:

Bir dünya malı elinden gittiyse,
Üzülme buna, hiçtir o;
Ve bir dünya malı geçtiyse eline
Sevinme buna, hiçtir o.
Önünden geçer acılar ve zevkler
Geç dünyanın önünden, hiçtir o.
Anwari Soheili
(Bkz. Sadi’nin Gülistan’ı için
yazılan önsöz. Çeviren Graf.)

Ancak, bu kurtarıcı kavrayışa varmayı özellikle zorlaştıran, dünyanın daha önce de andığımız ikiyüzlülüğüdür. Bu yüzden gençliğe bunu erkenden açıklamak gerekir. Olağanüstü şeylerin çoğu, tiyatro dekoru gibi salt birer görüntüdürler ve onlarda konunun özü eksiktir. Örneğin bayraklarla ve çelenklerle donatılmış gemiler, top atışları, ışıklandırma, davullar ve trompetler, çığlıklar ve naralar vb. tüm bunlar neşenin tabelası, göstergesi, hiyeroglifidirler: Ama orada çoğun neşenin kendisi bulunamaz. Bir tek o, şenliğe gelemeyeceğini bildirmiştir. Gerçekten bulunduğu yere ise, aslında davet edilmeden ve geleceğini bildirmeden, kendiliğinden ve sans façon gelir, usulca içeri süzülür; çoğun en önemsiz, en değersiz vesilelerle, gündelik yaşamın koşullarında, en az parlak ya da şanlı olaylardaki kadar bulunur. Avustralya’daki altın gibidir, rastlantının keyfine göre oraya buraya dağılmıştır, ne bir kurala ne de yasaya uyar, çoğu zaman oldukça küçük tanecikler halinde, çok ender olarak büyük kütleler halindedir. Buna karşılık, yukarıda anılan tüm olaylarda amaç, salt başkalarını, neşenin orada konuk olduğuna inandırmaktır: Başkalarının kafasındaki bu görüntüdür hedeflenen. Yasta da durum neşedekinden farklı değildir. O uzun ve yavaş cenaze alayı ne kadar da melankolik görünür! Atlı arabaların sonu gelmez. Ama içlerine bir bakın: Hepsi boştur ve merhuma mezar yolunda, aslında sadece kentin tüm araba sürücüleri eşlik ederler. Bu dünyadaki dostluğun ve hürmetin konuşan bir görüntüsü! İşte bu, insan işlerinin sahteliği, içinin boşluğu ve ikiyüzlülüğüdür. Bir başka örnek de, şölen giysileri içinde davet edilen, törenle karşılanan çok sayıda konuktur: Soylu, yüce arkadaş canlılığının vitrinidirler; ama aslında, onların yerine yalnızca zorlama, eziyet ve can sıkıntısı gelmiştir, çünkü konuğun çok olduğu yerde, ayaktakımı da çok olur ve hepsinin göğüslerinde yıldızlar vardır. Gerçekten yüksek sosyete, her yerde ve zorunlu olarak çok küçüktür. Ama genel olarak, parlak, göz kamaştırıcı şölenlerin ve eğlencelerin içi boştur ve tın tın ederler; daha, varoluşumuzun âcizliği ve yoksunluğuyla yüksek perdeden çeliştikleri için bu böyledir ve hakikat bu kontrastı artırır. Ancak, dışarıdan bakıldığında bunlar etkili olur ve amaç da zaten budur. Bu nedenle Chamfort, çok sevimli bir anlatımla şöyle söylüyor: “Toplum, çevre, salonlar, dünya denilen şey, sefil bir tiyatro oyunudur; ilgi çekmeyen, yalnızca makineler, kostümler ve dekorlar sayesinde biraz tutunan, kötü bir operadır.” Bunun gibi, akademiler ve felsefe kürsüleri de bilgeliğin tabelası, salt dış görünüşüdürler: Ama o da çoğu zaman, gelmeyeceğini bildirmiştir ve bütünüyle başka bir yerde bulunabilir. Çan sesleri, rahip kostümleri, dindar tavırlar ve garip davranışlar da, ibadetin tabelası, dış görünüşüdürler vb. Böylece, dünyadaki hemen her şeyin, içi boş fındıklar olduğu söylenebilir: Yemiş nadiren vardır ve daha da nadiren kabuğun içindedir. Bütünüyle başka yerlerde aranmalıdır ve çoğu zaman salt rastlantıyla bulunur.

2. Bir insanın durumunu, mutluluğuna göre değerlendirmek isteniyorsa, onu hoşnut edenin değil, canını sıkanın ne olduğunu sormak gerekir: Çünkü, bu ikincisi, kendi başına ne denli azsa, insan da o denli mutludur; çünkü bir esenlik durumu, ayrıntılara karşı duyarlı olmayı da içerir; mutsuzken ayrıntıları duyumsamayız bile.

3. İnsan yaşamının mutluluğunu, yaşamın çok sayıda gerekliliği yüzünden geniş bir temel üzerinde inşa etmekten kaçınmalıdır: Çünkü böyle geniş bir temel üzerinde durursa, çok sayıda kazaya olanak tanıyacağı için, kolaylıkla çökebilir ve bu kazalar da hiç eksik olmazlar. Demek ki mutluluğumuzun binası, bu bakımdan, en geniş temelde en sağlam duran tüm öteki binaların tersine bir davranış gösterir. Bu yüzden, büyük mutsuzluktan kaçınmanın en güvenli yolu, istemlerini, her türden olanağına oranla, olabildiğince düşük tutmaktır.

Genel olarak, en büyük ve en sık rastlanan budalalıklardan birisi, nasıl bir yaşam sürülürse sürülsün büyük işlere kalkışmaktır. Bu işlerde en önce, bütün ve eksiksiz bir insan yaşamı hesaba katılır; oysa buna çok az kişi ulaşır. Sonra, bu denli uzun yaşansa bile yapılan planlar kısa erimli kalır; çünkü uygulanmaları daima sanıldığından daha çok zaman gerektirir, ayrıca bu tür işler, tüm insani olaylar gibi, başarısızlıklarla, engellerle o denli çok karşılaşırlar ki, çok nadiren sonuca ulaştırılırlar. Sonunda her şeye ulaşıldığında da, zamanın bizde yarattığı değişiklikler, hesaba katılmamış ve dikkate alınmamışlardır; yani ne başarının, ne de hazzın, yeteneklerimizi yaşamımız boyunca korumadıkları düşünülmemiştir. Çoğunlukla, sonunda ulaşıldığında artık bize uygun olmayan işler üzerinde çalışmamızın nedeni budur: Bir yapıtın ön çalışmalarıyla yıllarımızı harcamış, bu arada, bu yapıtı gerçekleştirecek gücümüzü farkına varmadan yitirmiş oluruz. Bu yüzden, bu kadar uzun bir çabayla ve birçok tehlike sonunda elde edilen zenginliğin tadını artık çıkaramayışımız ve başkaları için çalışmış oluşumuz, sık görülen bir durumdur; ya da yıllar boyunca çalışıp çabalayarak elde ettiğimiz bir görevi artık yerine getiremeyecek durumdayızdır; olaylar bizim için geç kalmıştır. Ya da tersine, başarılar ya da üretimler söz konusu olduğunda, biz olaylar için geç kalmışızdır; zamanın beğenisi değişmiştir. Konularla ilgilenmeyen yeni bir kuşak yetişmiştir; ötekiler, kestirmeden giderek bizden önce varmışlardır vb. Horatius aşağıdaki dizeleri yazarken, tam da bunları düşünüyor:

Neden yorarsın zayıf ruhunu
Sonu gelmez planlarla.
Sık rastlanan bu yanlış davranışın nedeni, gönül gözünün kaçınılmaz optik yanılgısıdır, onunla, başlangıç noktasından baktığımızda yaşam sonsuz, ama yolun sonundan geriye doğru baktığımızda ise çok kısa görünür. Elbette onun da bir iyi yönü vardır: Çünkü gönül gözü olmasaydı, büyük şeylerin ortaya çıkması zordu.

Ama genel olarak yaşamımızda, bir dağ gezgininin karşılaştığı durumla karşılaşırız: Gezgin yolunda ilerledikçe, nesneler uzaktan görüldüklerinden farklı biçimlere bürünürler ve onlara yakınlaştıkça adeta değişirler. Özellikle arzularımızda durum böyledir. Çoğu kez, aradığımızdan bütünüyle başkasını, hatta daha iyisini buluruz; aradığımız şey de çoğu kez bizim başlangıçta boş yere koyulduğumuz yolun götürdüğünden bütünüyle başka bir yerdedir. Özellikle, hazzı, mutluluğu, neşeyi aradığımız yerde, onların yerine ders, kavrayış ve bilgi; geçici ve görünüşteki bir mülkün yerine, kalıcı, sahici bir mülk buluruz.

Wilhelm Meister’de alttan alta işleyen ve onu entelektüel ve böylelikle tüm ötekilerden, hatta Walter Scott’ınkinden bile daha yüksek türden bir roman yapan temel düşünce de budur; öteki romanların hepsi de salt etik bir yaklaşım içindedirler, yani insan doğasını salt istenç yönünden ele alırlar. Sihirli Flüt’te, bu grotesk ama önemli, çok anlamlı hiyeroglifte de aynı temel düşünce, tiyatro dekorlarındaki gibi büyük ve kaba hatlarla simgelenmiştir; hatta, sonuç bölümünde Tamino, Tamina’ya sahip olma arzusu içinde geri getirildiğinde, onun yerine yalnızca bilgelik tapınağında kutsanmayı isteyip, bunu elde ettiğinde, bu düşünce tamamlanmış olur; buna karşılık, Tamino’nun zorunlu karşıtı Papageno’ya, Papagena’sını almak düşer. Seçkin ve soylu insanlar, yazgının o dersini hemen kavrarlar ve bu derse, onu almaya açık bir biçimde ve şükranla boyun eğerler: Dünyada çok ders bulunduğunu ama mutluluğun olmadığını görürler; bundan sonra, umutların yerine kavrayışlarını koymaya alışırlar ve bundan hoşnut olurlar ve sonunda Petrarca gibi konuşurlar:

Öğrenmekten başka bir mutluluk duyumsamıyorum.
Hatta böylelikle, arzularının ve çabalarının peşinden, bir ölçüde sadece görünüşte ve eğlence olsun diye gittikleri, ama ciddi iç dünyalarında yalnızca öğrenmeyi bekledikleri de olur. Bu anlamda, bizim de sadece altın ararken barutu, porseleni, ilaçları ve hatta doğa yasalarını bulan simyacılara benzer bir durumda olduğumuz söylenebilir.

b) Kendimize Yönelik Davranışımız

4. Nasıl ki, bir binanın yapılmasına yardım eden bir işçi bütünün planını bilmiyor ya da her zaman elinin altında bulunduramıyorsa; bir insanın da, yaşamının tek tek günlerini ve saatlerini geçirirken, yaşamının akışına ve karakterinin tümüne ilişkin durumu aynıdır. Bu yaşam ne denli önemli, planlı ve kişiye özgü ise, bunun küçültülmüş planının ara sıra insanın gözünün önünde bulunması da o denli gerekli ve yararlıdır. Gerçi, “kendini bilmek”te küçük bir başlangıç yapmıştır, yani başlıca, genel olarak ve her şeyden önce her şeyi değiştirmek istediğini, yani mutluluk için neyin en önemli olduğunu ve ondan sonra neyin ikinci, üçüncü sırayı aldığını biliyordur; ayrıca bir bütün olarak mesleğinin, rolünün ve dünyayla ilişkisinin ne olduğunu biliyordur. Bunlar önemli ve muazzam iseler, yaşamın küçültülmüş ölçekteki planına bakmak da, onu başka herhangi bir şeyden daha çok güçlendirecek, doğrultacak, ayakta tutacak ve eylemliliğe yüreklendirecek ve yanlış yollardan uzaklaştıracaktır. Tıpkı, gezginin bir zirveye vardığında geride bıraktığı yolu tüm kıvrımları ve dönemeçleriyle, bağlantılarıyla kuşbakışı görüp öğrenmesi gibi; biz de eylemlerimizin, başarılarımızın ve yapıtlarımızın arasındaki gerçek bağıntıyı, ancak yaşamımızın bir döneminin ya da bütününün sonuna geldiğimizde kurarız. Çünkü, yaşamın içinde olduğumuz sürece, hep karakterimizin sabit özelliklerine göre, güdülerin etkisi altında, her an sadece, o an bize doğru ve uygun görüneni yaparak, yani hep zorunluluk içinde eylemde bulunuruz: Bu arada neyin ortaya çıktığını ancak başarılı sonuç gösterir; bunun nasıl ve ne yüzden olduğu, bağlama bakılarak anlaşılır. Bu yüzden, en büyük eylemleri gerçekleştirirken ya da ölümsüz yapıtlar yaratırken, bunların böyle olduklarının bilincinde değilizdir; tersine o anki amaçlarımıza uygun, o anki niyetlerimize denk, yani o anda doğru olduklarını biliriz: Ama daha sonra bütünün içinde, kendi bağlamı içinde bizim tüm karakterimiz ve yeteneğimiz ışıldayarak öne çıkar. Ve sonra, çoğu kez tekil durumlara bakarak, nasıl da sanki bir ilham gelmiş gibi, dehamızın rehberliğinde, bin bir yanlış yol içinden biricik doğru yolu seçmiş olduğumuzu görürüz. Tüm bunlar kuramsal konular için olduğu kadar, pratik konular için de ve karşıt anlamda, kötü ve yanlış yapılmış durumlar için de geçerlidir.

5. Yaşam bilgeliğinin önemli bir noktası, biri diğerine zarar vermesin diye dikkatimizi biraz bugüne biraz da geleceğe yöneltişimiz arasındaki orantının doğruluğuna dayanır. Çoğu kimse, fazlasıyla bugünde yaşar, bunlar düşüncesizlerdir; bazıları da fazlasıyla gelecekte yaşarlar, bunlar da korkaklar ve endişelilerdir. Bir kimsenin doğru ölçüyü tutturduğu ender görülür. Çabalama ve umut etme yoluyla, yalnızca gelecekte yaşayanlar, hep ileriye bakanlar ve her şeyden önce hakiki mutluluğu getirecekleri düşünülen gelecek olaylar karşısında sabırsızlıkla acele edenler, ama bu arada bugüne dikkat etmeyen ve onu tatmadan geçip gitmesine izin verenler, çok kurnaz çehrelerine karşın, İtalya’daki, kafalarına bağlanmış bir sopaya bir demet ot asılan ve bu yüzden hep önlerine bakan ve bu ot demetine ulaşmayı umut ederek adımlarını sıklaştıran eşeklere benzerler. Çünkü, sürekli sadece anlık yaşamakla, bütün yaşamları konusunda –ölünceye dek– kendi kendilerini aldatırlar. Yani planlarla ve kaygılarla, sadece ve sonsuza dek gelecekle meşgul olmak yerine ya da kendimizi geçmişe özleme adamak yerine, tek gerçeğin ve tek kesin olanın bugün olduğunu asla unutmamalıyız; buna karşılık gelecek hemen hemen her zaman onu tasarladığımızdan başka türlüdür; geçmiş de başka türlüydü; ve her ikisinin de bir bütün olarak, bizim zannettiğimizle çok az ilgisi vardır. Çünkü nesneleri gözde küçülten uzaklık, onları düşüncede büyütür. Biricik doğru ve gerçek olan şimdiki zamandır: Bu, gerçek olarak doldurulan zamandır ve varoluşumuz sadece bu zamanda yer alır. Bu yüzden bu zamanı daima neşeli bir karşılamaya değer görmeli ve bunun sonucunda katlanılır ve dolaysız aksiliklerden ya da acılardan bağımsız her saatinin tadını olduğu gibi çıkarmalı, yani onu geçmişteki yanlış umutlar hakkında surat asarak ya da gelecek için kaygılanarak berbat etmemeliyiz. Çünkü mevcut iyi bir saati kendinden uzaklaştırmak ya da geçmişe yönelik hoşnutsuzluk ya da gelecek olana yönelik kaygı yüzünden bu saati bile bile mahvetmek budalalıktır. Kaygıya ve hatta pişmanlığa da kendi zamanları ayrılmalıdır; olup biten hakkında şöyle düşünülmelidir:

Ama bizi ne kadar üzerse de, onu oluruna bırakmak isteriz
Ve bize ne kadar zor gelirse de, yüreğimizdeki sıkıntıyı dağıtırız.
ve gelecek olan hakkında da şöyle:

Ve bu tanrıların kucağında yatıyor.
Buna karşılık, bugün hakkında: Her bir günü özel bir yaşam olarak gör. Seneca ve bu biricik gerçek zamanı olabildiğince hoş kılmak gerekir.

Gelecek kötülüklerden, ancak kesin olanlar ve ortaya çıkma zamanı belli olanlar bizi huzursuz kılabilirler. Bunların sayısı da çok azdır: Çünkü kötülükler ya sadece mümkündürler, en fazla, olasıdırlar; ya da zaten kesindirler; ancak ortaya çıkma zamanları bütünüyle belirsizdir. Bu iki tür kötülüğü düşünmeye başlarsak, artık bir saniye bile huzur içinde olamayız. Demek ki, yaşamımızın huzurunu kesin olmayan ya da belirsiz kötülüklerle bozmamak için onları hiç gelmeyeceklermiş gibi görmeye alışmalıyız; kesin olanların da hemen gelmeyeceklerini düşünmeliyiz.

Gelgelelim, korku bir kimseyi ne kadar rahat bırakırsa, arzular, hırslar ve istekler de onu o ölçüde huzursuz ederler. Goethe’nin çok sevilen şarkısı “Ben davamı hiçliğe yerleştirdim”, aslında, insanın olası tüm isteklerinden kurtulup, çıplak, yalın varoluşa geri döndüğünde, insan mutluluğunun temelini oluşturan zihinsel huzura ulaşacağını, bu yüzden şimdiki zamanın ve böylelikle tüm yaşamın keyfini çıkarmaya bakmak gerektiğini anlatır. Aynı amaçla, bugünkü günün yalnızca bir kez geldiğini ve bir daha asla gelmeyeceğini sürekli aklımızda bulundurmalıyız. Oysa bugünün, yarın yeniden geleceği kuruntusuna kapılırız: Ne var ki yarın bir başka gündür ve o da yalnızca bir kez gelir. Ama her günün, yaşamın bütünleyici ve bu yüzden yeri doldurulamaz bir parçası olduğunu unuturuz ve daha çok, yaşamın içinde, bir günün, bireyin tümel kavramda içerildiği gibi içerildiğini düşünürüz. Hastalıklarda ya da kederlerde, belleğimizin acısız ve yoksunluksuz saatleri sonsuz derecede kıskanılmaya değer bir şey olarak, yitik bir cennet olarak, unutulmuş bir dost olarak özlediğinin bilincini iyi ve sağlıklı günlerde de korursak, şimdiki zamanın değerini daha iyi anlar ve onu daha iyi yaşarız. Ama güzel günlerimizi, onların farkında olmadan yaşarız: Ancak kötü günler geri geldiğinde, güzel günleri yeniden isteriz. Binlerce neşeli, hoş saati, asık suratla, tadını çıkarmadan geçiririz ve daha sonra, sıkıntılı zamanlarımızda, boşuna bir özlemle o günleri ararız. Bunun yerine, katlanılabilir olan her şimdiki anın ve geçip gitmesine kayıtsızca göz yumduğumuz ve üstelik bir de sabırsızca ertelediğimiz gündelik olayların bile değerini bilmeli, tam da şimdiki anı, geçmişin sahnesine geçtiği bu andan itibaren, ölümsüzlüğün ışığıyla ışıldayarak bellek tarafından korunacağını ve günün birinde, özellikle kötü bir zamanda, belleğin perdeyi araladığı sırada, en candan özlemimizin nesnesi olarak ortaya çıkacağını hiç unutmamalıyız.

6. Her türlü sınırlandırma mutlu eder. Görüş, etkime ve dokunma ufuklarımız ne denli dar iseler, o denli mutluyuzdur: Ne denli geniş iseler, kendimizi o denli sıkıntılı ya da endişeli duyumsarız. Çünkü bu ufuklarla birlikte, sorunlar, arzular ve korkular da büyür. Bu yüzden körler bile, bize a priori görünmesi gerektiği denli mutsuz değildirler: Yüz hatlarındaki yumuşak, neşeli dinginlik bunu kanıtlar. Yaşamın ikinci yarısının, birincisinden daha üzüntülü geçmesi de bir ölçüde bu kurala dayanır. Çünkü yaşamın akışı içinde, amaçlarımızın ve ilişkilerimizin ufku giderek genişler. Çocukluğumuzda bu ufuk, en yakın çevreyle ve en dar ilişkilerle sınırlıdır; gençlik yaşlarında önemli ölçüde daha geniştir; erkeklik çağında tüm yaşamımızı kapsar, çoğun en uzak ilişkilere, devletlere ve halklara dek uzanır; yaşlılık çağımızda ise çocuklarımızı ve torunlarımızı kapsar. Buna karşılık her sınırlama, hatta zihinsel sınırlamalar da mutluluğumuz için yararlıdır. Çünkü istenç ne denli az heyecanlanırsa o denli az acı çekeriz; ve acıların pozitif, mutluluğun ise salt negatif olduğunu biliyoruz. Etki sahasının sınırlılığı, istenci heyecanlanması için gereken dış nedenlerden yoksun bırakır; zihnin sınırlanması ise iç nedenlerden yoksun bırakır. Ancak, zihnin sınırlanmasının, sayısız acının doğrudan kaynağını oluşturan can sıkıntısına yol açması gibi bir dezavantajı vardır; can sıkıntısını dağıtmak için her türlü yola, topluluk içinde olmaya, lükse, kumara, içkiye vb. başvurulur ancak bunlar her türden zararı, yıkımı ve mutluluğu getirirler. Boş zamanda huzur içinde olmak tehlikelidir. Buna karşılık, insan mutluluğunun dışsal sınırlandırılmasının, varabildiği yere kadar o denli yararlı, hatta zorunlu olduğu, mutlu insanları betimleyen biricik şiir türünün, idilin, o insanları sürekli ve esas olarak son derece sınırlı bir konumda ve çevrede serimlemesinden de görülebilir. Gündelik yaşam olaylarını konu edinen resimlerden hoşlanmamızın temelinde de aynı neden yatmaktadır. Buna göre, ilişkilerimizin olabildiğince basit olması ve hatta yaşam tarzımızın, can sıkıntısına yol açmayacak ölçüde tek biçimliliği, bizi mutlu kılacaktır; çünkü yaşamın kendisini ve bunun sonucunda yaşamın en önemli yükünü de en az duyumsamamızı sağlayacaktır: Yaşam, dalgasız ve girdapsız, bir dere gibi akıp geçecektir.

7. Esenliğimiz ve kederimiz, son tahlilde bilincimizin neyle dolu ve neyle uğraşıyor olduğuna bağlıdır. İmdi, burada her türlü arı zihinsel uğraş, buna yatkın bir zihne, başarılı ve başarısızlık arasında sürekli gidip gelen, üzüntüler ve zahmetlerle dolu gerçek yaşamdan daha çok yarar getirecektir. Elbette bunun için zihinsel yeteneklerin ağır basması gereklidir. Bundan sonra, dışarıya yönelik yaşamanın, düşünsel çalışmamızı nasıl dağıttığını ve saptırdığını ve zihnimizi bu çalışma için gerekli olan dinginlikten ve yoğunlaşmadan nasıl uzaklaştırdığını anımsatmak gerekir; öte yandan sürekli zihinsel çalışma da, gerçek yaşamın uğraşları ve koşuşturmacaları karşısında bizi az ya da çok yeteneksiz kılar: Bu yüzden, bir biçimde enerjik pratik çalışma gerektiren koşullar ortaya çıktığında, zihinsel çalışmaya bir süre ara vermek tavsiye edilir.

8. kusursuz bir ağırbaşlılık içinde yaşamak ve kendi deneyiminden, bu deneyimin içerdiği tüm dersleri çıkarmak için, sık sık durup düşünmek ve yaşanılanları, yapılanları ve deneyimlenenleri ve bu arada duyumsananları yeniden gözden geçirmek, eski yargılarını şimdikiyle, tasarı ve çabalarını bunların başarısıyla ve doyurulmasıyla karşılaştırmak gerekir. Bu, deneyimin herkese okuduğu metnin yinelenmesidir. İnsanın kendi deneyimi de bir metin olarak görülebilir; üzerinde düşünmek ve bilgiler de bunun yorumudurlar. Az deneyim üzerinde çok düşünme ve çok bilgi, sayfalarında iki satır metin ve kırk satır yorum bulunan yayınlara benzer. Çok deneyim karşısında az düşünmek ve az bilgi sahibi olmak, birçok şeyin anlaşılmamasına neden olan, dipnot içermeyen Bipontin baskılarına benzer.

Pythagoras’ın, akşamları uyumadan önce, o gün neler yapıldığının gözden geçirilmesi kuralı da buradaki öneriyi hedeflemektedir. İşlerin ya da eğlencelerin gürültüsü patırtısı içinde, geçmişinin üzerinde yeniden düşünmeden yaşayan, yaşamını sürekli geçirmeye bakan biri, net ağırbaşlılığını yitirmiştir: Ruh hali bir kaosa dönüşür ve düşüncelerinde belirli bir karmaşıklık görülür, bu da konuşmalarının kopuk kopuk, bölük pörçük, adeta incecik doğranmış gibi olmasına yol açar. Dışsal huzursuzluk, etkilerin çokluğu ne denli büyükse ve zihnin içsel etkinliği ne denli azsa bu durumla o denli daha çok karşılaşılır.

Uzun bir süre sonra ve bizi etkileyen koşullar ve olaylar geçtikten sonra, o sıralar bunların bizde doğurdukları ruh halini ve duyguyu geri çağıramayacağımızı ve yineleyemeyeceğimizi de burada söylemek gerekir: Ama elbette, o sıralar, bunların etkisiyle söylediğimiz sözleri anımsayabiliriz. Ama bu sözler, o ruh hali ve duyguların sonucu, anlatımı ve ölçütüdürler. Bu yüzden bellek bu gibi, düşünmeye değer ya da benzer zaman dilimlerini özenle saklamalıdır. Bu yüzden günceler yararlıdır.

9. Kendi kendine yetmek, kendi kendisi için her şey olmak ve tüm varlığımı kendimde taşıyorum diyebilmek, elbette mutluluğumuz için en yararlı özelliktir. Aristoteles’in, “Mutluluk, yetinmeyi bilenlerindir” (Eudemos’a Etik, VII, 2) sözünün çok sık yinelenemeyişi bu yüzdendir (Chamfort’un, bu makalenin başına koyduğum cümlesinde, son derece seçkin bir anlatımla dile gelen de, aynı düşüncedir). Çünkü hem insan, belli bir kesinlikle kendinden başka kimseye güvenemez ve hem de toplumun beraberinde getirdiği sıkıntılar ve dezavantajlar, tehlike ve can sıkıntısı, ölçüsüzdür ve kaçınılmazdır.

Mutluluğa ulaşmak için büyük bir çevrede, zevk ve sefa içinde yaşamaktan (highlife) daha yanlış bir yol yoktur: Çünkü bu yol sefil varlığımızı zevk, haz ve eğlencenin bir sonucuna dönüştürür, bu durumda hayal kırıklığı da eksik olamaz; birbirine karşılıklı yalan söylemek de bu yaşama zorunlu olarak eşlik eder.

Öncelikle, her toplum zorunlu olarak karşılıklı bir uyum sağlama ve sıcaklık gerektirir: Bu yüzden, ne denli büyük olursa, o denli yavanlaşır. İnsan sadece yalnız olabildiği sürece, bütünüyle kendisi olur: Demek ki, yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez; çünkü insan ancak yalnız olduğunda özgürdür. Zorlama, her toplumun ayrılmaz arkadaşıdır ve her toplum, insanın kendi bireyselliği ne denli önemliyse o denli ağır gelen fedakârlıklar ister. Buna göre, herkes kendi benliğinin değeriyle orantılı olarak yalnızlığa lanet edecek, ona katlanacak ya da onu sevecektir. Çünkü yalnızlık içinde, zavallı kişi tüm zavallılığını, büyük zihin tüm büyüklüğünü duyumsar, kısacası herkes kendini olduğu gibi duyumsar. Ayrıca, bir kimse doğanın sıralamasında ne denli yukarıda yer alıyorsa, esas olarak ve kaçınılmaz bir biçimde o denli daha yalnız kalır. Ama, fiziksel yalnızlığın zihinsel yalnızlığa denk düşmesi onun için bir iyiliktir: Aksi durumda, heterojen yapıdaki kalabalık çevrenin onun üzerinde rahatsız edici, hatta düşmanca bir etkisi vardır; onun benliğini çalar ve yerine de bir şey vermez. Bundan sonra, doğa insanlar arasında ahlaki ve entelektüel açıdan en geniş çeşitliliği yaratmışken, toplum bunu dikkate almayarak hepsini eşit tutar ya da bu çeşitliliğin yerine yapay farklılıkları ve tabaka ya da rütbe basamaklarını koyar; bu farklılıklar da genellikle doğanın sıralamasına taban tabana zıttırlar. Bu düzenlemede, doğanın alt sıraya koyduğu kimseler çok iyi konumdadırlar; ama doğanın yükseklere koyduğu az sayıdaki kişi hiç dikkate alınmaz; bu yüzden bu kişiler toplumdan uzak durmaya bakar ve bu insanların çok sayıda bulunduğu her toplumda, bayağılık hüküm sürer. Büyük zihinleri toplumdan tiksindirten, ötekilerin yeteneklerinin ve bunun sonucunda (toplumsal) başarımlarının eşit olmayışına karşılık, hakların ve bunun sonucunda istemlerin eşit olmasıdır. Sözümona seçkin kesim, zihinsel üstünlükler dışında her türden üstünlüğü geçerli kılar: Hatta zihinsel üstünlükler kaçak mal muamelesi görür. Seçkin toplum bizi her türlü budalalığa, deliliğe, sapkınlığa, bönlüğe karşı, sınırsız bir sabır göstermekle yükümlü kılar; buna karşılık, kişisel üstünlükler bağışlanmayı dilemek ya da gizlenmek zorundadırlar; çünkü zihinsel üstünlük, istencin bir katkısı olmadan, sadece varlığıyla bile rahatsız eder. Buna göre, seçkin diye adlandırılan toplum, övemeyeceğimiz ya da sevemeyeceğimiz insanları bize sunma zararının yanı sıra; doğamıza uygun, kendimiz gibi olmamıza da izin vermez; daha çok, ötekilere uyum sağlama uğruna, büzülmeye ya da hatta kendimizi deforme etmeye zorlar. Düşünsel zenginlik taşıyan konuşmalar ya da düşünceler, yalnızca düşünsel zenginliği olan topluma aittirler: Sıradan toplumda bunlardan adeta nefret edilir; çünkü sıradan toplumun hoşuna gitmek için kesinlikle sığ ve bön olmak gereklidir. Bu yüzden böylesi toplumlarda kendi kendimizi ağır bir biçimde yadsıyarak, kendimizi ötekilere benzetmek için benliğimizin dörtte üçünden vazgeçmemiz gerekir. Bunun karşılığında elbette öteki insanlar vardır; ama bir kimsenin kendi değeri ne kadar çoksa, o kimse kaybının kazancından büyük olduğunu ve bu alışverişin onun zararına olduğunu daha çok görecektir: Çünkü insanlar, kural olarak borçlarını ödeyemezler; yani toplumsal ilişkilerinde bu ilişkinin can sıkıcılığını, zorluklarını ve nahoşluklarını ve bu ilişkinin dayattığı kendi kendini yadsımayı telafi edecek bir şeye sahip değillerdir; buna göre, toplumların büyük çoğunluğunun öyle bir yapısı vardır ki, buna karşı yalnızlığı tercih edenler iyi bir iş yapmış olurlar. Üstelik toplum katlanamadığı ve bulunması da zor olan sahici, yani zihinsel üstünlüğün yerine sahte, tutucu, keyfi ilkelere dayalı ve geleneksel olarak daha üst tabakalarda gelişen ve anlaşılan bir üstünlüğü gelişigüzel kabul etmiştir: bu üstünlük de görgülülük, bon ton,fashionables denilen şeydir. Ancak bir kez sahici üstünlükle çarpışmaya girdiğinde, zayıflığı ortaya çıkar. Ayrıca, görgünün girdiği yerden, sağlıklı akıl dışarı çıkar.

Ama genel olarak herkes ancak kendi kendisiyle tam bir uyum içinde olabilir; kendi dostlarıyla, sevgilisiyle değil: Çünkü bireysellikten ve ruh halinden kaynaklanan farklılıklar, her defasında küçük de olsa bir uyumsuzluğa yol açar. Bu yüzden, yüreğin hakiki, derin huzuru ve tam bir iç rahatlığı, sağlıktan sonra gelen bu en önemli dünyevi mülk ancak yalnızlıkta bulunabilir ve sürekli bir ruh hali olarak ancak en derin inzivada sürebilir. İnsanın kendi benliği büyük ve zenginse, bu yoksul dünyada bulabileceği en mutlu durumu tadar. Şunu da söyleyelim ki, dostluk, aşk ve evlilik insanları ne denli sıkı bir yakınlık içinde birleştirse de; herkes en sonunda ancak kendi kendisiyle ya da olsa olsa çocuklarıyla dürüst bir ilişki içinde olduğunu düşünür. İnsan nesnel ve öznel koşullar sonucu diğer insanlarla ne denli az ilişki içinde olursa, dürüstlükte o denli daha iyidir. Yalnızlık ve ıssızlık, insanların tüm kötülüklerinin bir anda, duyumsanmasalar bile görülmelerini sağlar; buna karşılık toplum sinsidir: Oyalanma, haber, dostluk hazzı vb. görüntüsü altında, büyük, çoğun iflah olmaz kötülükleri gizler. Gençliğin başlıca eğitim konularından birisi, yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalıdır; çünkü yalnızlık, mutluluğun ve içsel huzurun bir kaynağıdır. İmdi, tüm bunlardan, yalnızca kendi kendine güvenmiş olan ve kendi başına her şey olabilen bir kişinin, en iyi iç huzuruna ve mutluluğa sahip olabileceği sonucu çıkar; hatta Cicero bile şöyle söylüyor: “Bir kimse yalnızca kendi kendine bağlı ise ve kendinde her şeye sahipse mutlu olmaması mümkün değildir” (Paradox., II). Üstelik, bir insan kendinde ne çok şeye sahip olursa başkaları onun için o kadar az şey ifade ederler. İçsel değeri ve zenginliği olan insanları, başka insanlarla bir arada olmayı, belirgin bir kendini yadsımayla aramak bir yana, bu bir arada olmanın istediği fedakârlıkları yapmaktan bile uzak tutan şey, belirli bir her şeye yeterlilik duygusudur. Sıradan insanlar bunun tam tersini arkadaş canlılığı ve uyumluluk içinde yaparlar: Çünkü bunlar için, başkalarına katlanmak, kendi kendilerine katlanmaktan daha kolaydır. Dahası, dünyada, gerçekten değerli olana saygı gösterilmez ve saygı gösterilenin de hiçbir değeri yoktur. Bu yüzden kendi köşesine çekilmiş olmak, değerliliğin ve seçkinliğin kanıtı ve sonucudur. Tüm bunlara göre, kendinde doğru bir şeye sahip olan kişinin, yeri geldiğinde özgürlüğünü korumak için gereksinimlerini sınırlandırması ya da genişletmesi, ve buna göre, insanlar dünyasıyla kaçınılmaz ilişkiler içinde olan kendi kişiliğiyle olabildiğince kısa bir süre uzlaşması, gerçek bir yaşam bilgeliği olacaktır.

Ama öte yandan, insanları arkadaş canlısı kılan, yalnızlığa ve yalnızlık içinde kendi kendilerine katlanma yeteneksizlikleridir. Onları hem topluma hem de uzak ülkelere ve yolculuklara süren, içsel boşlukları ve sıkıntılarıdır. Onların zihninde kendi kendilerini devindirecek dişli çark eksiktir: Bu yüzden bu devinimi şarapla ararlar ve böylelikle birer ayyaş olup çıkarlar. Tam da bu yüzden, sürekli dışarıdan ve üstelik çok güçlü, yani özü kendilerinkine benzeyen bir uyarılmaya gereksinirler. Bu uyarılma olmadan, zihinleri kendi ağırlığı altında çöker ve ezici bir uyuşukluğa düşer. Benzer biçimde, herkesin, insanlık idesinin yalnızca küçük bir parçası olduğu, bu yüzden, bir ölçüde tam bir insan bilincinin ortaya çıkması için ötekiler tarafından bütünlenmeyi gereksindiği söylenebilir: Buna karşılık, tam bir insan olan kişi par excellence bir insandır, bir parça değil, bir bütünlük oluşturur ve bu yüzden kendisiyle yetinir. Bu anlamda, sıradan toplumu, her kornonun yalnızca bir sesi çıkardığı ve ancak hepsinin aynı anda ses çıkarmasıyla bir müziğin oluştuğu rus korno müziğine benzetebiliriz. Çünkü, insanların çoğunun aklı ve zihni böyle teksesli bir korno gibi tekdüzedir: İnsanların birçoğu, ezelden beri yalnızca tek bir sese, aynı düşünceye sahipmişler gibi, başka bir şeyi düşünemezlermiş gibi görünürler. Buradan, insanların sadece neden böyle can sıkıcı oldukları değil, neden böyle arkadaş canlısı oldukları ve sürü gibi dolaşmaya bayıldıkları da açıklanmış olur: İnsanoğlunun sürü hayvanı doğası. her bir insana katlanılmaz gelen şey, kendi özünün monotonluğudur: Her budalalık, kendi sıkıntısından mustariptir. Buna karşın, zihinsel dünyası zengin bir insan, tek başına konser veren bir virtüöze ya da piyanoya benzetilebilir. Bilindiği gibi nasıl piyano kendi başına küçük bir orkestraysa, bu insan da kendi başına küçük bir dünyadır ve ötekilerin ancak bir arada oluşturdukları şeyi, o kendi bilincinin bütünlüğü içinde oluşturur. Bir piyano gibi, o da senfoninin bir parçası değildir, soloya ve yalnızlığa uygundur: Onlarla birlikte çalması gerektiğinde ancak piyano gibi eşlik edilmesi gereken esas ses olabilir; ya da, vokal müzikteki piyano gibi ses verebilir. Bu arada, toplumu seven kimse bu denklemden, ilişkide bulunduğu kişilerdeki nitelik eksikliğinin, nicelikle bir ölçüde giderilmesi gerektiği sonucunu çıkarabilir. Zihinsel dünyası zengin tek bir insanla ilişki yeterli olabilir: Ama sıradan insan türünden başkasını bulması mümkün değilse, o zaman çeşitlilik ve birliktelik sayesinde bir şeylerin ortaya çıkabilmesi açısından, böyle yeterince çok sayıda insanla ilişki içinde olması –sözü edilen korno müzik benzetmesine göre– iyidir ve bir de Tanrı ona sabır vermelidir.

daha iyi türdeki insanlar, günün birinde herhangi bir soylu, ideal amaç güderek bir dernek kurduklarında, böcekler gibi her yeri dolduran ve can sıkıntısına ya da başka koşullarda, yoksunluğuna çare bulmak için her şeye el atmaya her an hazır olan sonsuz sayıdaki insan sürüsünden birkaç kişinin bu derneğe de gizlice sızmaları ya da zorla girmeleri sonucu; ya davayı bütünüyle mahvetmeleri ya da başlangıçtaki amacın tam tersine düşüleceği ölçüde değiştirmeleri de, insanların içsel boşluğunun ve yoksunluğunun hesabına yazılmalıdır.

Ayrıca, insanların arkadaş canlılığına, insanlarının çok soğuk havada birbirlerine sokularak oluşturdukları bedensel sıcaklığa benzer bir biçimde, zihinsel bir sıcaklık oluşturmaları gözüyle de bakılabilir. Ancak, kendi zihinsel sıcaklığı çok olan biri böyle bir gruplaşmayı gereksinmez. Bu anlamda, benim uydurduğum bir fabl bu yapıtın 2. cildinin son bölümünde yer alacak. Tüm bunların sonucunda, her bir kişinin arkadaş canlılığı kendi entelektüel değeriyle ters orantılıdır; ve “O toplum içine girmekten hoşlanmaz” demek, hemen hemen, “O büyük özellikleri olan bir adamdır” demektir.

Entelektüel açıdan yüksek bir insana, yalnızlık ikili bir yarar sağlar: Birincisi, kendi kendisiyle olmak ve ikincisi, başkalarıyla birlikte olmamak. Her toplumsal ilişkinin ne çok zorlama, eziyet ve tehlikeyi beraberinde getirdiği düşünülürse bu ikinci yararın değeri daha iyi anlaşılacaktır. “Tüm belalar, yalnız kalma yeteneğimizin olmayışından gelir başımıza” diyor La Bruyère. Arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir. Arkadaş canlısı olmayan biri, böyle varlıklara gereksinmeyen biridir. Kendi başına, topluma gereksinmeyecek denli çok şeye sahip olmak bile yeterince büyük bir mutluluktur, çünkü hemen hemen tüm acılarımız toplumdan kaynaklanırlar, ve mutluluğumuzun sağlıktan sonraki en önemli unsurunu oluşturan zihinsel huzur her toplum tarafından tehlikeye sokulur ve bu yüzden önemli ölçüde bir yalnızlık olmadan var olamaz. Zihinsel huzur mutluluğuna nail olabilmek için, kinikler her türlü mülkten uzaklaşırlar: Aynı amaçla toplumdan uzaklaşan biri, en bilgece yöntemi seçmiştir. Çünkü, Bernardin de St. Pierre’in güzel olduğu denli isabetli bir biçimde söylediği gibi: “Beslenmede perhiz bizi bedensel açıdan sağlıklı yapar, insanlarla ilişkide perhiz ruhumuza huzur verir.” Buna göre, yalnızlıkla zamanında dost olan, hatta onu seven birisi bir altın damarı bulmuştur. Ama asla herkes bunu bulamaz. Çünkü, sıkıntı ne denli başlangıçsal ise, can sıkıntısının bertaraf edilmesi çabası da insanları birbirine o denli yaklaştırır. Her ikisi de olmasaydı, elbette herkes yalnız kalırdı; çünkü çevre, ancak yalnızlık içinde kesin bir öneme, herkesin kendi gözündeki, ve dünyanın gürültüsü içinde her adımda sancılı bir tekzip edilmeyle karşılaşıp bir hiçe indirgenmeyen biricikliğe bürünür. Hatta, bu anlamda yalnızlık herkesin doğal durumudur: Onu yeniden, Âdem misali, başlangıçsal, kendi doğasına uygun bir mutluluk içine sokar.

Ama Âdem’in ne anası ne de babası vardı! Bu yüzden, bir başka anlamda ise, insan için yalnızlık doğal değildir; çünkü insan dünyaya geldiğinde kendini yalnız değil, ana babasının, kardeşlerinin arasında, yani topluluk içinde bulur. Bunun sonucunda, yalnızlık sevgisi başlangıçsal bir eğilim olarak var olamaz, ancak deneyim ve sonradan düşünme sayesinde ortaya çıkabilir: Bu da, kendi zihinsel gücünün gelişmesi ölçüsünde ama aynı zamanda yaşanan yılların artması sonucunda gerçekleşecektir; buna göre, genel olarak ele alındığında, her bir insanın toplum içine girme dürtüsü, yaşıyla ters olantılı olacaktır. Bir bebek, birkaç dakika yalnız bırakıldığında hemen bir korku ve acı çığlığı atar. Küçük çocuk için, yalnız olmak büyük bir cezadır. Delikanlılar, birbirleriyle kolayca dostluk kurarlar: Ancak, soylu ve yüce ruhlu olanlar ara sıra yalnızlığı ararlar; yine de, tüm bir günü yalnız geçirmek henüz onlara da zor gelir. Oysa yetişkin bir erkek için bu çok kolaydır: Çok uzun süre yalnız kalabilir ve yaşlandıkça bu süre de artar. Göçmüş kuşaklardan geriye bir tek kendisi kalmış ve üstelik yaşamın hazlarından kısmen uzaklaşmış, kısmen onları yitirmiş yaşlı bir adam, kendi asıl unsurunu yalnızlıkta bulur. Ama burada, tek tek kişilerde, yalnızlık ve kendini yalıtma eğilimi, her zaman kişinin entelektüel değerinin ölçüsüne göre ortaya çıkacaktır. Çünkü, bu eğilim, söylendiği gibi, salt doğal, doğrudan doğruya gereksinimlerin ortaya çıkardığı bir eğilim değil, daha çok bulunulan deneyimlerin ve bu deneyimler üzerine düşünsemenin sonucudur, yani insanların çoğunun ahlaki ve entelektüel açıdan sefil niteliği hakkında ulaşılmış bir kavrayıştır; bu sefillikte en kötüsü, bireylerin birbirlerinin ahlaki ve entelektüel yetersizlikleri üzerinden dolap çevirmeleri ve karşılıklı olarak birbirlerinin ekmeğine yağ sürmeleridir. Bunun sonucunda insanların çoğuyla ilişki kurmayı hazzedilmez ve hatta katlanılmaz kılan, her türlü, son derece çirkin olay ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bu dünyada zaten çok sayıda kötü şey varken, toplum bunların en kötüsü olarak kalmaktadır: Bu yüzden, arkadaş canlısı bir Fransız olan Voltaire bile, “Yeryüzü, kendileriyle konuşmaya değmeyen insanlarla kaynıyor” demiştir. Yalnızlığı çok ve tutkuyla seven yumuşak yürekli Petrarca da, bu eğilimi için aynı nedeni gösteriyor:

Yalnız bir yaşamı sürekli aradım
(Dere, tarla ve orman tanıktır buna)
Işığın yolunu bulmamda yararı dokunmayan,
O budala kafalardan kaçarak.
Yine Petrarca, Zimmermann’ın yalnızlık üzerine ünlü yapıtına örneklik etmişe benzeyen güzel kitabı De vita solitaria’da, bu konuyu açıklıyor. Chamfort, toplumdan uzak olmanın tam da bu ikincil ve dolaylı kaynağını, alaycı üslubuyla şöyle dile getiriyor: “Bazen, yalnız yaşayan birinin, toplumu sevmediği söylenir. Bu durum, bir kimsenin gezintiye çıkmayı sevmediğini söylemeye ve bunun kanıtı olarak da, geceleri Bondy ormanında gezmeye çıkmayı sevmediğini göstermeye benzer. Ama, yumuşak huylu ve Hıristiyan Angelius Silesius da, kendi üslubuyla ve mitsel diliyle, aynı şeyi söylüyor:

Herodes düşmandır, Yusuf’a, akla,
Tanrı ona tehlikeyi düşte (zihinde) bildirir.
Dünya Beytlehem’dir, Mısır yalnızlıktır:
Kaç ruhum, kaç, yoksa ölürsün acıdan.
Jordanus Brunus da aynı anlamda okunabilir: “Dünyada bir cennet yaşamı tatmak isteyenler, hep bir ağızdan, ‘Bak, uzun bir süre kaçtım ve yalnızlık içinde kaldım’ demişlerdir.” İranlı Sadi de, Gülistan’da, kendisinden, benzer bir anlamda söz eder: “Şam’daki dostlarımdan sıkılınca, hayvanların toplumunu ziyaret etmek için, Kudüs’ün çölüne geri döndüm.” Kısacası, en iyi Prometheus’un dile getirdiği şekilde, hepsi de aynı anlamda konuşmuşlardır. Ancak doğalarının en düşük ve en soysuz yönleri aracılığıyla, yani gündelik olan, basmakalıp olan ve bayağı olan aracılığıyla herhangi bir ilişki içine girebildikleri, onları kendi düzeylerine yükseltemedikleri için, onların düzeyine inmekten başka çare bulamadıkları için kendilerine yük olan varlıklarla ilişki kurmak onlara nasıl bir zevk verebilir ki?

Buna göre kendini yalıtmayı ve yalnızlığı besleyen, aristokratça bir duygudur. Tüm serseriler arkadaş canlısıdırlar, zavallılar. Buna karşılık, bir insanın soylu biri olduğu, ötekilerden hoşlanmayışından, onlarla birlikte olmaktansa yalnızlığı tercih edişinden ve sonra yavaş yavaş, yılların akışıyla, ender istisnalar sayılmazsa, dünyada sadece yalnız olmakla topluluk içinde olmak arasında bir seçim yapılabileceğini kavramasından anlaşılır. Kulağa ne denli sert gelse de, Angelus Silesius bile, kendi Hıristiyan yumuşaklığını ve sevgisini bir kenara bırakarak şunları söylemeden edememiştir:

Yalnızlık zordur: Ama yine de toplulukla olma,
Yoksa her yerde bir çölün içinde kalırsın.
Ama büyük kafalar söz konusu olduğunda, tüm insan soyunun bu asıl eğiticilerinin, tıpkı etrafında gürültü yapan çocuk sürüsünün oyununa karışmak eğiliminde olmayan bir pedagog gibi, başka insanlara eğilim duymamaları elbette çok doğaldır. Çünkü, onları yanılgılar denizinde doğru yola sevk etmek için ve hamlıklarının ve bayağılıklarının karanlık uçurumundan, ışığa, kültüre ve soylulaşmaya çekmek için dünyaya gelmiş olanların, onların arasında, ama onlara ait olmadan yaşaması gereklidir; bu yüzden, gençliklerinden başlayarak, ötekilerden belirgin bir biçimde değişik varlıklar olduklarını duyumsarlar, ama ancak yavaş yavaş, yılların içinden geçerek durumun açık bir bilgisine ulaşırlar; bundan sonra, ötekilerden zihinsel uzaklıklarının yanı sıra fiziksel bir uzaklığın bulunmasını ve kendisi de genel sıradanlıktan az ya da çok dışlanmış bulunmayan hiç kimsenin onlara yaklaşmamasını da isterler.

Demek ki, tüm bunlardan, yalnızlığın doğrudan ve başlangıçsal bir dürtü olarak ortaya çıkmadığı, dolaylı olarak, özellikle soylu zihinlerde ve ancak zamanla, doğal toplumsallık dürtüsünü de aşmak koşuluyla kimi zaman Mephistopheles’in önerilerine karşın geliştiği sonucu çıkıyor:

Bırak kendi tasanla oynamayı
Bir akbaba gibi, yaşamını kemiren:
En kötü toplum bile duyumsatır sana,
İnsanların arasında bir insan olduğunu.
Yalnızlık tüm seçkin zihinlerin yazgısıdır: Zaman zaman bundan yakınacaklardır, ama her zaman kötünün iyisi diye bunu seçeceklerdir. Yaş ilerledikçe bu kişilerde sapere aude, yani bilge olmaya cesaret etmek daha kolay, daha doğal bir biçimde gerçekleşecek ve altmışlı yıllarda yalnızlık dürtüsü gerçekten doğal, hatta içgüdüsel bir dürtü olacaktır. Çünkü her şey bu dürtüyü kolaylaştırmak için birleşmiştir. Arkadaş canlılığına yönelik en güçlü eğilim, kadınları sevmek ve cinsel dürtü, artık etkili değildir; yaşlılıkta cinsel dürtünün olmayışı, belirli bir kendi kendine yeterliliğin temelini oluşturur ve toplumsallık dürtüsünü yavaş yavaş soğurur. İnsan binbir yanılsamadan ve aptallıktan geçmiştir; etkin yaşamı çoğun bırakmıştır, artık hiçbir beklentisi, hiçbir planı ve niyeti yoktur; ait olduğu kuşak artık yaşamıyordur; yabancı bir kuşağın ortasında, zaten nesnel ve esas olarak yalnızdır. Bu arada zamanın akışı hızlanmıştır ve zihinsel olarak bundan da yararlanmak istemektedir. Çünkü yalnızca kafa, kendi gücünü koruyorsa, şimdi ulaşılmış bulunan çok sayıda bilgi ve deneyim, tüm düşüncelerin yavaş yavaş tamamlanan olgunlaştırılması ve tüm kuvvetlerin uygulanmaya yatkın oluşları her türden incelemeyi eskisinden daha ilginç ve daha kolay kılar. İnsan daha önce sisler içindeymiş gibi duran binlerce şeyi, net bir biçimde görebilir: Sonuçlara ulaşır ve kendi üstünlüğünü duyumsar. Uzun bir deneyim sonucunda, insanlardan çok şey beklemekten vazgeçmiştir; çünkü genel olarak, daha yakın bir tanışıklıktan kazançlı çıkan insanlardan değildir: daha çok, ender şanslı durumlar dışında, insan doğasının en bozuk örneklerinden başkasıyla karşılaşılmayacağı, bunlara hiç dokunmamanın en iyisi olduğunu bilir. Bu yüzden, insan bildik hayal kırıklıklarına uğramaz, karşısına her çıkanın nasıl biri olduğunu kısa sürede ayrımsar ve onunla daha yakın bir bağ kurma isteğini ender olarak duyar. Sonunda, özellikle yalnızlığı bir gençlik aşkı olarak gördüğünde, ardından köşeye çekilme alışkanlığı ve kendi kendisiyle ilişki içinde olma da gelir ve ikinci bir doğa halini alır. Buna göre, önceleri, toplumsallık dürtüsüyle savaşması gereken yalnızlık sevgisi, şimdi bütünüyle doğal ve basittir: İnsan yalnızlığın içinde, suyun içindeki balık gibidir. Bu yüzden, her seçkin ve dolayısıyla ötekilere benzemeyen kişi bu yalnızlıkta, gençliğinde bastırılmış olsa da yaşlılıkta kolaylaşan, özündeki bireyselliği bulur.

Elbette, yaşlılığın bu gerçek önceliği herkesin payına ancak entelektüel güçleri ölçüsünde düşecektir; yani, olağanüstü bir kimseye herkesten çok düşecektir, ama yine de en küçük ölçüde de olsa, herkese düşecektir. Ancak son derece yoksun ve sıradan mizaçtakiler, yaşlılıkta eskisinden daha da arkadaş canlısı olacaklardır: Eskiden aranan biriyken, artık uyum sağlamadıkları topluma yük olurlar ve toplumun içine, olsa olsa hoşgörüyle karşılanarak girebilirler.

Yaşadığımız yılların sayısı ile, toplumsallığımızın derecesi arasındaki, ortaya koyduğumuz karşıt ilişkide teleolojik bir yön de bulunabilir. İnsan ne denli genç ise, her ilişkiden öğrenebileceği o denli çok şey vardır: Şimdi doğa onu, kendisi gibilerle ilişki içinde olduğu karşılıklı öğrenmeye mecbur kılmıştır ve bu bakımdan insan toplumu büyük bir Bell-Lanchester tipi eğitim kurumu olarak görülebilir; okullar ve kitaplar ise yapay, çünkü doğanın tasarısından uzak duran kurumlardır. Bu yüzden insan, amaca çok uygun olarak, ne denli genç ise doğal eğitim kurumuna da o denli çalışkan bir biçimde gider. “Hiçbir şey, her yönüyle kusursuz değildir” diyor Horatius ve bir Hint atasözüne göre de, “Sapsız lotus olmaz”: Bu yüzden, yalnızlığın da birçok avantajının yanında küçük dezavantajları ve sıkıntıları vardır, ancak bunlar toplumunkilerle karşılaştırıldıklarında çok küçüktürler; bu yüzden kendinde doğru bir şeyler bulunan kişi, insanlar olmadan yaşayabilmeyi, onlarla birlikte yaşamaktan daha kolay bulacaktır. Yalnızlığın dezavantajlarından birisi vardır ki, bilincine varılması, ötekiler kadar kolay olmaz; bu da, sürekli evde kalmak yüzünden, bedenimizin dış etkilere karşı çok duyarlılaşması ve en küçük bir hava akımının bile onu hasta etmesidir; bu yüzden, sürekli köşeye çekilmişlik ve yalnızlık yüzünden, ruhsal durumumuz öyle duyarlı olur ki, en önemsiz olaylar, sözcükler ve hatta salt tavırlar yüzünden huzursuz olur ya da hastalanır ya da inciniriz; oysa sürekli kalabalığın içinde kalan biri, bunları dikkate almaz bile.

Ama özellikle gençlik yıllarında, kendisi için uygun olan insanlardan hoşlanmayış yüzünden yalnızlığa düşen, ama yalnızlığın ıssızlığına uzun süre dayanamayan bir kimseye, yalnızlığının bir bölümünü toplum içine çekmesini, yani toplumun içinde de bir ölçüde yalnız olmayı öğrenmesini, buna göre düşündüğü şeyi hemen ötekilere söylememesini, öte yandan, onların söylediklerini ciddiye almamasını, doğrusu, hem ahlaki hem de entelektüel açıdan, onlardan çok şey beklememesini ve bu yüzden onların görüşleri bakımından övgüye değer bir hoşgörüyü sürekli korumak için en güvenli yol olan aldırışsızlığı sağlamlaştırmasını öneririm. Bundan sonra, onların arasında olmasına karşın tam onların toplumu içinde olmayacaktır; bu toplum açısından, kendine daha nesnel davranacaktır: Bu durum onu toplumla daha doğru bir ilişkiye sokacak ve böylelikle kirlenmenin ya da incinmenin her türlüsünden korunmuş olacaktır. Hatta bu geri çekilmeci ya da korunaklı toplumsallığın okumaya değer dramatik bir betimlenişini Moratin’in El Cafè o sea la comedia nueva adlı komik oyununda, D. Pedro karakterinde, özellikle birinci perdenin ikinci ve üçüncü sahnelerinde buluyoruz. Bu anlamda toplum bir ateşe de benzetilebilir akıllı kişiler uygun bir uzaklıktan ısınır ama içine düşmezken, budala kişi, önce kendini yakıp sonra da yalnızlığın soğukluğuna sığınır ve ateşin yakıcılığından şikâyet eder.

10. Kıskançlık insanın doğasında vardır: Yine de, aynı zamanda hem bir kötülük hem de bir beladır. Bu yüzden ona, mutluluğumuzun düşmanı gözüyle bakmalı ve kötü bir cin olarak onu boğmaya çalışmalıyız. Seneca, burada bize güzel sözleriyle yol gösteriyor: “İnsan, karşılaştırma yapmadan, kendinde olana sevinmeli: Daha mutlu birini rahatsız eden kimse, asla mutlu olmayacaktır” (de ira, III, 30) ve yine: “Senin önünde ne çok kimse olduğunu görürsen, ne çok kimsenin de senin arkanda olduğunu düşün” (ep., 15): Demek ki, sık sık, bizden daha iyi görünenlere değil, bizden daha kötü olanlara bakmalıyız. Hatta, karşımıza çıkan, üzerimizde daha büyük etkisi olan gerçek kötülüklerde bizimkilerden daha büyük acıları gözlemlemek ve bundan sonra da, bizimle aynı durumda olanlarla, kader arkadaşlarıyla ilişki içinde olmak, bize daha etkili, bununla birlikte, kıskançlıkla aynı kaynaktan fışkıran avuntuyu sağlayacaktır.

Kıskançlığın etkin yönleri hakkında bu kadar. Edilgin yönleri hakkında ise, hiçbir nefretin, kıskançlık kadar uzlaşmaz olmadığı düşünülebilir; bu yüzden onu uyandırmak için sürekli ve hırsla çalışmak yerine, bu hazzı da diğer bazıları gibi, tehlikeli sonuçları yüzünden kendimize yasaklamalıyız.

Üç türlü aristokrasi vardır. 1. Doğuştan ve rütbeden gelen aristokrasi, 2. Para aristokrasisi 3. Zihinsel aristokrasi. Sonuncusu aslında en seçkin olanıdır, kendisine zaman tanındığında böyle olduğu açıkça görülecektir. Büyük Frederik bile, bakanlar ve generaller, nazırlar masasında yemek yerlerken, Voltaire’in, hükümdarların ve prenslerinin oturduğu bir masada yer almasına alınganlık gösteren saray nazırına, “Ayrıcalıklı kafalar, prenslerle aynı düzeydedirler” demişti. Bu aristokrasilerin her birinin etrafı, onları kıskananlardan oluşan ve aristokrasinin üyelerine gizliden gizliye öfkelenen bir sürüyle çevrilidir; bu sürü aristokrasiyi korkutamazsa, her yolu deneyerek ona, “Sen de bizden fazla değilsin!” demeye çalışır. Ama tam da bu çabalarıyla, tam tersine inandığını açığa vurur. Kıskanılanların buna karşı kullandıkları yöntemler, tüm bu yakınlar sürüsünü uzak tutmak ve onlarla temastan olabildiğince kaçınmaktır, onları, geniş bir uçurum aracılığıyla uzak tutmaktır; ama bunun mümkün olmadığı yerde de, onların uğraşlarına son derece kayıtsız bir biçimde tahammül etmektir, bu kayıtsızlığın kaynağı onları saf dışı bırakır: Bu yöntemin de istisnasız bir biçimde uygulandığını görüyoruz. Buna karşılık, kendileri bir aristokrasiye dahil olanlar, başka bir aristokrasinin üyeleriyle genellikle iyi geçinirler ve onları kıskanmazlar; çünkü her biri kendi üstünlüğünü ötekilerin üstünlükleriyle tartar.

Arthur Schopenhauer
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz