YAŞAR KEMAL: TÜRK EDEBİYATININ OKULU HAPİSTİR, DUYGUSALLIK DEĞİL ÖFKE GEREKLİ!

1

Yazarımız Sabahattin Ali de öldürtülmüştür. Kemal Tahir 15 yıl, Aziz Nesin 5 yıl, yaşayan en büyük şairimiz Ahmed Arif 5 yıl, müzisyen Ruhi Su 5 yıl hapiste yatmışlardır. Ben de bu çizgide yer alıyorum.

Yaşar Kemal’le Altan Gökalp’in yaptığı konuşma (Le Monde):
Yaşar Kemal ve Türk Halkının Epopesi

İnce Memed ilk yayından 26 yıl sonra, sizin yarattığınız bu kahraman, Türk köylüsünün bağrından çıkarak yeniden canlanıyor. Yakınlarda, Çukurova’da yapılan bir röportaj sırasında topraklarından atılmış köylüler, İnce Memed’in bu bölgede gerçekten yaşadığını söylüyorlardı. Sizin düş gücünüzün yarattığı bu kişiliğe onların sahip çıkmalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Ben Çukurova kökenliyim, Çukurovayı taşıyla toprağıyla bilirim. Yöre halkını, sorularını çok yakından tanırım. Bildiklerimi ve duyduklarımı yazdım. Fakat köy yaşantısının bir dökümünü yapmıyorum. Ben, köylerden çok kentlerde yaşadım. Burjuvalar, emekçiler, balıkçılar… Her meslekten çeşitli kişilerle karşılaştım.

Edebiyata gelince, bu alanda karşımıza halk edebiyatı çıkar. 13. yüzyılda Yunus Emre ile başlayan bir başkaldırı geleneği Nazım Hikmetle günümüze dek gelmiştir. İlginç bir istatistiğe göre Türkiyede 13. yüzyıldan bu yana 38 ünlü Türk şairi öldürtülmüş! Şu bir gerçek ki, Anadolu edebiyatı ve şiiri her şeyden önce Anadolu halkının başkaldırısının sesi oluyor. En büyük mistik ozanımız Yunus Emre bile şöyle diyor:

Yoktur beylerin mürveti
Bindikleri Arap atı
Yedikleri insan eti
İçtikleri kan oluptur.

Ezici güçlere karşı ne büyük bir öfke. 13. yüzyılda Baba İshak ayaklanmalarından tutun da öteki yüzyıllardaki Celali başkaldırmalarına kadar Anadoludaki tüm başkaldırışların çıkış noktası zorbalara karşı “Kardeşlik, Eşitlik ve Özgürlük” düşüncesi olmuştur. Mehdiler ise bu yolu altı yüzyıl boyunca sürdürmüşlerdir. Mustafa Kemal de bu “hayır” diyenlerin çizgisindedir. Onunla birlikte, Türkiyede ilk olarak Anadolu kültürüyle bütünleşen bir devlete sahip olduk. Benim kuşağımın yazarları bu kültür bütünleşmesi içinde yerlerini aldılar. Soylu bir Osmanlı ailesinden gelen Nazım Hikmet bile büyük şiirini Anadolu halkının bağrında yarattı. Yaşamının on yedi yılını düşünceleri nedeniyle cezaevlerinde geçiren Nazım Hikmet, şiirini burada, Anadolunun her bir köşesinden gelmiş her tür insan, hırsızlar, katiller, ezilenler, sömürülenler, kısacası tüm duyarlılıklarıyla var olan halkının arasında geliştirdi. Günümüz Türk edebiyatının okulu hapistir. Yazarımız Sabahattin Ali de öldürtülmüştür.

Kemal Tahir 15 yıl, Aziz Nesin 5 yıl, yaşayan en büyük şairimiz Ahmed Arif 5 yıl, müzisyen Ruhi Su 5 yıl hapiste yatmışlardır. Ben de bu çizgide yer alıyorum. Ve kendimi Mahmut Makal dışında, romancı olan ilk Türk köylüsü olarak görüyorum. Köyüm, içinde yetiştiğim yöre, ozanların, şairlerin yöresidir: Buradan gelip geçen büyük ozanlar capcanlı bir şiir birikimi, şiir geleneği bırakmışlardır Ben bu gelenek, bu birikim içinde yoğruldum. Sekiz yaşımdayken köylerde şiir okurdum.

Böylesi özel nitelikler taşıyan bir yöreden gelmiş olmanız, eserlerinizin yalnız Türkiye’nin çeşitli kültür ortamlarına değil, onun da ötesinde, Avrupa’ya, öteki ülkelere geniş okur kitlelerine ulaşmanızı engellememiş.

Dünya edebiyatını da yakından izledim. Tolstoy, Çehov ve Dostoyevskiyi 20 yaşında okudum. Dünya edebiyatıyla kendi köklerimi birleştirmeye çalıştım. Faulkner ve Stendhal benim için özel önemi olan iki yazardır. Stendhal, epiği en iyi anlamış kişidir. Bir roman yazmaya başlamadan önce, iki yazarı okumaya kendimi yeniden zorlarım: Nazım Hikmeti dilimi canlı tutmak için, Stendhal’i, romanımın psikolojik sınırlarını genişletmek için. Malraux’nun İnsanlık Durumu kitabını okuduğum vakit, yazını eskimiş buluyorum. Oysa Stendhal’in Kırmızı ve Siyahı sanki bugün yazılmış gibi. Modern Türk yazarlarını da biçim açısından Stendhal kadar çağdaş bulmuyorum. Faulkner’a gelince özellikle insan-doğa ilişkileri açısından, roman anlayışı açısından, aramızda ortak yanlar buluyorum.

Kökeniniz ve kaynaklarınız, başkaldırışınızı ve epik alana olan ilginizi açıklıyor. Eserlerinizde sözünü ettiğiniz, olayların yer aldığı yöreler, toplumsal ve demografik dalgalanmalarla sürekli değişiyor. Burada toplumlar da öyle. 1920’lerde, toplumun yüzde 90’ı köylerde yaşıyordu. Şimdi ise köy-kent yerleşim dengesi yarı yarıya. Toplumsal yaşam kentlere kayıyor.

Ben de bir köylü olarak, kendimi kentin ortasında buldum. Son romanlarım hep kent üzerine. Demirciler Çarşısı Cinayeti değişim halinde olan feodal Anadoluyu, Çukurovanın sanayileşmesini anlatıyor. Hiç derisini değiştiren bir yılan gördünüz mü? Yılanın derisini değiştirmesi tam bir trajedidir. Edebiyatımız Türk toplumunun bu acılı ve trajik değişimlerini yakından izlemelidir. Eserlerimizde insana değer verdiğimiz sürece kent uygarlığında da yerimiz olacaktır.

İnsan ve doğa ilişkisini, insanlar arası ilişkilerle en azından eş değerde tutuyorsunuz.

Doğanın yağmalanmasına karşı bir öfke gösterilecekse, bunu edebiyatçılar tüm şiddetleri ile yapmalıdırlar.

Duygusallık değil öfke gerekli. Dünya edebiyatına bakarsak insanın benliğini aşan bir öfkeyle, haykırışla karşılaşırız. Shakespeare, Euripides, Homerosa bakın. Sanat eseri bir şiddettir. Bana kalırsa çağımızda en iyi Dostoyevski yansıtıyor bu şiddeti. Doğa bir manzara, bir süs değil. Doğa insanın canı kanı gibi.

Bazı gerçekleri yazarken keşfediyorum. Demirciler Çarşısı Cinayetini yazarken de böyle oldu. Kapitalist düzenin Çukurovaya getirdiği belaları daha iyi sezdim.

1930’lu yıllara kadar bu ovada toprağa gereken değer verilmedi. Toroslardan gelen köylüler ovadaki çalıların köklerini çıkarıyorlardı. Çıkarılan her kök bir başarı, bir utkuydu köylüler için…

1949 yılında ovaya yüzlerce traktör girdi. Bu traktörler ovayı dümdüz ettiler. Ovanın doğal örtüsünden ortada hiçbir şey kalmadı. Böceğiyle, kelebeğiyle, kartalıyla insan iç içe yaşıyordu artık Çukurovada. Orada kartallar yığınak yapıyorlardı. Kartallar uçtuğu zaman gök görünmez olurdu. 1957 yılında bu kartalların bir tanesi kalmadı. O sıralarda, at vebası salgını çıktı. Atlar öldükçe leşleri ilaçlıyorlardı. At ölülerini yiyen kartallar da zehirlenip öldüler. At ölüleri… Kartal ölüleri… Çukurovayı ovalıktan çıkardılar. Bugün çeltik tarlalarıyla birlikte, hiçbir ilacın üstesinden gelemediği yeni bir sinek türü oluştu.

Giderek doğayı karşımıza alıyoruz. Onu düşman sayıyoruz. Aynı biçimde insanın yarattığı değerleri bozarak onu battal bırakıyoruz. Kendi çelişkilerimize, sınıf sömürümüze doğayı da ortak ediyoruz.

Doğayı dramı, trajedisiyle nasıl söylemeli, nasıl anlatmalı?

Romanın yapısı, dili hep bu doğa ilişkisiyle iç içe olmalıdır. Kimi kez çok uzun cümleler yaptığımı söylüyorlar. Yakından bakılacak olursa bütün bu uzun cümleler doğayla ilgili. Denizi betimleyen bir dil, bir atın şahlanışı için kullanılan dile benzemez. Dilin ritmi, uyumu, müziği, doğaya olan başkaldırışı, sevinç haykırışını, çılgınlığı vermeli. Doğanın ritmi değiştikçe yaşamın ritmi de değişir.

İlerlemiş endüstri toplumlarında, çocuklar, yetişkinler, topluluğun dışında bırakılır. Sizin romanlarınızda çocuklar, devre dışı olmak şöyle dursun, yetişkinler topluluğunun çelişkilerine çözüm arayan kahramanlar olarak yansıyorlar. Yapıtlarınızda, çocuklar yaratıcı ya da yıkıcı kahramanlıkların yerini alıyor. Çocuklukta bulduğunuz nedir?

Bana göre çocuklar eksik varlıklar değildir. Onların da bizim gibi üstün ve alçak yanları vardır. Bilgileri, deneyleri az diye onlara tepeden bakmamalı. Bir tay doğduktan on dakika sonra, annesinden süt emmek için ayağa kalkar. Bunu başaramazsa ölür. Çetin bir doğa yasasıdır bu. Anadoluda bir çocuk daha yürümeye başlarken, kendini varlığın ortasında bulur. Hemen köy yaşantısına katılır. Hayvanları güder… Tarlaya gider… Yetişkinlerle birlikte üretime geçerken deney sürecine girer.

Buna karşılık şimdi dünyanın birçok yerinde yeni bir anlayış başgösterdi. Çocuklar bambaşka bir şekilde eğitiliyorlar. Bu eğitim, bir süzgeçten, onların beyinlerine aktarılan bilgilerden başka bir işe yaramıyor. Her şeyi ezberden öğreniyorlar. Bir çocuğa, “Sana şunu öğreteceğim” dediğiniz andan başlayarak insanlar arası eşitlik ilişkileri son bulur.

Böylesi bir eğitimden sonra, çocukların düştükleri ruhsal bunalımlara şaşırmamak gerek. Hayvanlar gibi terbiye edilmeye çalışılan çocuklar sonuçta, insanlığı mahvedecek düğmeye de basabilirler.

Eski Yunan akademik geleneğinden aldığımız bu soyut eğitim tarzı bizi tarih bilincinden yoksun kılıyor. Okullar, çocukları ezen işkence yerleridir. Buna karşın bu cehennem döngüsünü kırmak üzere Türkiyede Köy Enstitüleri deneyi olmuştu. Bu enstitülerin amacı okulu köye getirmek değil, üreterek öğretmek, üreticilerin deneylerinden yararlanmaktı. Doğada yaşayarak, yaşamı elleriyle, gözleriyle öğrenmek…

Bir gün tüm Anadolunun bugünkü sağlıksız eğitim sisteminden geçerek okuryazar olacağını düşündükçe sarsılıyorum. Yalnızca okuryazar olmanın anlamı mı var? Eğitim ismine layık olmayan bir eğitim düzeni sürdükçe koskoca bir yalan!

Anadolu efsaneleri, geleneksel halk hikayeleri sürekli olarak yansıyor yazılarınızda. Anadolu’yu inceleyen halkbilimciler, ele aldığınız konulara, kaynaklandığınız efsanelere hiç yabancılık duymuyorlar. Bu verileri romanınızın içine nasıl yerleştiriyorsunuz?

Sermaye birikiminden söz edildiği gibi, doğa ile karşı karşıya olan insanın bilgi birikimi olacağını düşünüyorum. Her çağda insanlar zayıf, umarsız zamanlarında, sığınacak kişiler, dünyalar yaratırlar. Yemek içmek kadar önemli bir gereksinmedir bu. Orta Anadoluda, Göremede öteden beri insanlar ısınmak, aydınlanmak için yakacak bir şey bulamamışlardır. Bu bozkırlarda ne odun ne de yağ bulunur. Güneş batımından sonra zifiri bir karanlık kaplar etrafı. Karanlık insan soyunu her zaman korkutmuştur. Oysa bu bölgede topladığım tüm efsaneler ışıktan söz eder. Doğa üstü ışıklar ararlar ve bulurlar… Her yer aydınlıktır. Burası bir ışık cennetidir.

Buna karşılık benim bölgem Çukurovada Toros dağları var. Yaylaya çıkıldığında gece boyu çam çırası yakılır. Evlerin önünde ateş yanar. Işık, insanların gündelik yaşantılarının bir parçasıdır. Çukurovada ışık efsaneleri üretilmemiştir. Efsanelerin çoğunun somut yaşama yanıt veren bir somut temeli vardır. Belki de bunalım dönemlerinde, peygamberlerin doğmasının bir nedeni de budur.

Üç romanınızda, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu’nda olduğu gibi…

Çukurovada 30’lu yıllarda müthiş bir kuraklık oldu. Üç yıl boyunca insanlar ve hayvanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu dönemde Tanrının gazabından kurtulmak için belki de yirmiye yakın evliya türedi. Bizim köyümüzde Ali, evliya olduğunu söylemeye başladı. Her ev en güzel döşeğini ona ayırıyordu. Kimse onu paylaşamıyordu. Birinin evinde iki günden fazla kalsa kavga çıkıyordu. “Bizim evliyayı tekelinize alıyorsunuz, her şeyi kendiniz için istiyorsunuz” diyorlardı. Ali ise “kutsallığını” yaratanlara eşit payda umu dağıtmaya çalışıyordu.

Neyse 1933 yılında bir sonbahar günü yağmur yağmaya başladı. Hem de ne yağmur. Sanki her bir yerinden gök delinmişti. O yıl hiç görünmemiş bir ekin oldu, fışkırdı tarlalardan. Toprak tam üç yıl beklemişti. Çayırlardaki otlar diz boyu. Arı kovanları bal, incirler, narlar… Bütün ova çıldırmıştı.

Herkes Aliyi unuttu. Ali ahırlarda uyumaya başladı. “Evliya evliya götü gevliye” diye bütün çocuklar peşine düştü. “Evliya” iken bolluk gelsin diye onun ayaklarına kapananlar onu alaya alıyorlardı. Ali tek söz söylemiyordu. Kimse ona yiyecek vermiyordu. Onu çobanlıktan da attılar. Bir sabah ırmağın 5 kilometre uzağında cesedini buldular, kendini öldürmüştü. Aliyi çok severdim. Bu üçlü anısından doğdu.

Sözlü gelenekten geldiğinizi söylemenize karşın, Memed bir roman kahramanı, Anadolu köylüleri ona sahip çıksa bile. Örneğin sizinkiler gibi romanlar karşısında, “bestseller” etiketini almış romanlar karşısında, halk ozanlarının, masal anlatıcılarının sözlü edebiyat geleneğine ne oluyor?

Bir süre önce, küçük bir köydeydim. Bana “İnce Memedin serüvenlerini anlatan Fehmi Terziyi dinleyeceğimizi” söylediler. Onu dinlemeye gittik. Kim olduğumu ona söylemedik. Anlattıkları benim yazdıklarımdan ya da herhangi bir yazarın yazdıklarından çok daha güzeldi. Köy köy dolaşarak anlattığı öykülerde, dinleyicilerinin gözlerinden aldığı tepkilerle kişilikleri, olayları, yöreleri değiştirerek harikalar yaratmıştı. Epopeler, binlerce yıl akarsuyun altında cilalanmış çakıl taşları gibidir. İşte Memedin serüvenlerini anlatan köylüde de bir kez daha buna tanık olmak beni büyüledi.

Kaynak: Le Monde, 4 Ekim 1981 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz