“Çocukluğundan çık da uyan arkadaşım!” [Jean-Jacques Rousseau}
TASARIM OLARAK DÜNYA
YETER SEBEP İLKESİNE BAĞLI TASARIM: DENEY İLE BİLİMİN NESNESİ
1. “Dünya, benim tasarımımdır’.” Bu, yaşayan, bilen her şey için geçerli bir doğruluktur. Gelgelelim, bu doğruluğu düşünülmüş olmaya, soyut bilince ancak insan getirebilir. İnsan bunu gerçekten yaparsa, onda felsefi yargı gücü gelişmiş olur. O zaman da insan için şunlar açıklık kazanır, kesinleşir: O, güneşi, yeryüzünü bilmemekte, yalnızca güneşi gören gözü, yeryüzünü duyumsayan eli bilmektedir, onu kuşatan dünya olsa olsa tasarım olarak vardır – açıkçası, dünya, ancak başka bir şeyle ilişkisi içinde, tasarımı kavrayan biriyle ilişkisinde vardır, bu da kendisidir.
A priori söylenebilen bir doğruluk varsa o da budur. Çünkü bu doğruluk, olanaklı, düşünülebilir bütün deneylerin kalıbını dile getirir. O, bütün ötekilerden, zamandan, uzamdan ya da nedensellikten daha genel bir kalıptır; çünkü ötekilerin hepsi onu gerektirir. Yeter sebep ilkesinin çok sayıda özel biçimi olduğunu kabul ettiğimiz bu kalıplar, yalnızca tasarımların belli bir sınıfı için geçerlidir. Oysa, özne ile nesne ayrımı, bütün bu sınıfların ortak kalıbıdır. O, soyut ya da sezgisel; saf ya da görgül her tasarımın altında olanaklı, kavranabilir olduğu tek kalıptır. Dolayısıyla şundan daha kesin bir doğruluk yoktur, bütün ötekilerden daha bağımsız olan, en az kanıtlama gerektiren doğruluk şudur: Bilme bakımından bütün var olanlar, -açıkçası tüm dünya – ancak özneyle ilişkisinde, algılayanın algısıyla ilişkisinde nesnedir, tek sözcükle, tasarımdır. Elbette bu geçmişin tümünde doğruydu, geleceğin tümünde de doğru olacaktır. En uzaktaki için doğru olduğu gibi yakında, neredeyse avucumuzun içinde olan için de doğrudur. Çünkü, bu, uzam ile zamanın kendisi için doğrudur. Bu ayrımlar, ancak onların içinde doğar. Şöyle ya da böyle dünyaya ait olan ya da olabilen her şey, kaçınılmaz biçimde şundan etkilenir: O, özne tarafından koşullanır, yalnızca özne için vardır. Dünya, tasarımdır.
Bu doğruluk hiç de yeni değildir. O, Descartes’in ortaya koyduğu kuşkucu düşüncelerde içkindi. Gelin görün ki ondan kesin olarak ilk kez Berkeley söz etti. Öğretisinin geri kalanı zamanın sınamasına direnemese bile, onun felsefeye bu yöndeki hizmeti unutulmayacaktır. Kant’ın ilk yanlışı, bu ilkeyi yadsımaktı. Öte yanda, bu doğruluk, Hindistan’ın bilge kişilerince çok çok önce saptanmıştı. Çünkü, o, Vyasa’ya bağlanan Vedanta felsefesinin temel ilkesini ortaya koyar. Sir William Jones, asyalıların felsefesi üzerine son denemesinde (Asiatic Researches, cilt ıv, s. 164) bunu göstermektedir: “Vedanta okulunun temel ilkesi, özdeğin varlığına karşı çıkmaya, açıkçası katı, içine girilmez, yer kaplayan öğeyi yadsımaya dayanmaz (bunu yadsımak delilik olur). Tersine bu öğretinin temel ilkesi, özdeğe ilişkin gözde anlayışı düzeltmeğe, özdeğin ansal algıdan bağımsız bir özü olmadığını, varolma ile algılanabilir olmanın birbirinin yerine geçen terimler olduğunu ileri süremeğe dayanır. Bu sözler, deneysel gerçeklikle aşkın tasarımsallığın bağdaştığını bol bol anlatır.
O zaman, bu ilk kitapta, biz dünyayı salt bu yönünden, tasarım olduğu kadarıyla göz önüne alacağız. Dünyayı yalnızca kendi düşüncesi sayan birinin içinde, bu konuda bir ikircik vardır. Bu ikircik, ona, doğru olup olmaması bir yana, bu görüşün tek yanlı olduğunu anlatır; bu görüşün birtakım keyfi soyutlamalar aracılığı ile ortaya çıkarılmış olması gerektiğini söyler. Gene de o bizim kendimizi hiçbir zaman kurtaramayacağımız bir varsayımdır. Bu görüşün tek yanlılığı, bundan sonraki kitaptaki bir doğrulukla dengelenecektir. O, bizim burada yola çıktığımız doğruluk ölçüsünde kesin, doğrudan değildir. Bizi bu doğruluğa ancak derin bir araştırma, daha zor bir soyutlama, değişik olanı ayırma, özdeş olanı birleştirme götürebilir. Bu, saygı uyandıran önemli bir doğruluktur, korku vermese bile herkes için ciddi, kendine getirici olmalıdır. O, herkesin, her birimizin, “Dünya benim istememdir.” diyebilmesini, zorunlu olarak da demesini gerektirir. Gelin görün ki, şimdilik, bu ilk kitapta, olanca dikkatimizi, onu dağıtmadan dünyanın bilinebilir yönüne vermeliyiz. Bu yön, araştırmanın çıkış noktasıdır. Buna göre, hangi biçimde var olurlarsa olsunlar, bütün nesnelere – aşağıda daha ayrıntılı tartışacağımız gibi kendi gövdemize bile – yalnızca tasarımlar diye bakmaktan, onları yalnızca tasarımlar diye adlandırmaktan çekinmeyeceğiz. Biz böyle yaparak, her zaman olsa olsa onu öteki yönü kuran istemeden soyutlarız. (Daha sonra bunun herkese kesin görüneceğini umuyoruz) Çünkü, dünya, bir yönüyle baştan başa tasarım, öteki yönü ile de baştan başa istemedir. Gelgelelim, bu ikisinden biri olmayan bir gerçeklik, kendinde nesne, bir düşün soyut bir ürünüdür (Yapıtının akışı içinde, Kant’ın kendinde şeyi bile, ne yazık ki yozlaşmıştı.). Onu felsefede doğru kabul etmek, aldatıcı bir bataklık yakamozunu gerçek diye bellemektir.
2. Her şeyi bilen, hiç kimse tarafından bilinmeyen, öznedir. Buna göre de, o, dünyanın taşıyıcısıdır, bütün görüngülerin, bütün nesnelerin koşuludur (açıkçası, geneldir, varlığı her zaman önceden kabul edilir). Çünkü varolan ne varsa, özne için vardır. Bilginin nesnesi olmadığı sürece, bildiği sürece herkes kendini bu özne olarak bulur. Gelgelelim kişinin gövdesi bir nesnedir. Öyle ki, bu bakış açısından, gövdeye de tasarım deriz. Çünkü, dolaysız bir nesne olsa bile, gövde nesneler arasında bir nesnedir, onun da nesnelerin uyduğu yasalara uyması gerekir. Bütün algı nesneleri gibi, o da bilginin kalıpları olan uzam ile zamanın içindedir, çokluk da onlar aracılığıyla vardır. Tersine, bilen özne, hiçbir zaman bilinmez, o, bu kalıplara girmez. Ne ki, bu kalıplar her zaman özneyi gerektirir. Böylece onda ne çokluk ne de çokluğun karşıtı, birlik vardır. Biz onu hiç mi hiç bilmeyiz, ancak herhangi bir şey ona bilinir, o bilendir.
Öyleyse, tasarım olarak dünyanın, bizim, dünyanın şimdilik göz önüne aldığımız tek yönünün, özünde iki zorunlu, ayrılmaz yarısı vardır. Onun bir yarısı nesnedir. Nesnenin kalıpları uzam ile zaman, bunlar aracılığıyla da çokluktur. Tasarım olarak dünyanın öteki yarısı öznedir. O, uzamla zamanda değildir, çünkü özne, algılayan her varlıkta bütündür, bölünmemiştir. Öyle ki, algılayan biri, varolan milyonlarca kişinin tam olarak yaptığı gibi, nesneyle birlikte, tasarım olarak tüm dünyayı bütünler. Gelin görün ki, bu algılayan kişi savrulup giderse, tasarım olarak dünya da olmaz olur. Dolayısıyla bu yarılar düşüncede bile ayrılamaz. Çünkü bu ikisinden her birinin öteki aracılığıyla, öteki için anlamı, varlığı vardır. Bunların her biri öteki ile vardır; ötekiyle de yok olur. Onlar birbirini dolaysızca sınırlar, nesnenin başladığı yerde özne biter. Bütün nesnelerin özünde olan, dolayısıyla da genel geçer olan kalıpları – uzam, zaman, nedensellik -nesnenin bilgisi yokken bile özneden yola çıkarak ortaya koymamız, tam olarak bilebilmemiz bu sınırlamanın karşılıklı olduğunu gösterir. Açıkçası, Kantçı dilde, bu kalıplar bilincimizde a priori (deneyden önce) bulunurlar. Bunu bulup ortaya çıkarması Kant’ın temel başarılarından biridir, üstelik pek büyük bir başarıdır bu. Ben bunu daha ileri götürerek şunu ileri sürüyorum: Yeter sebep ilkesi, nesnenin bizim a priori bilincinde olduğumuz bütün bu kalıplarının ortak anlatımıdır. Dolayısıyla, saf, a priori bildiklerimizin hepsi, bu ilkenin içeriğinden başka bir şey değildir, bu ilkeden çıkanlardan başka bir şey de değildir. Bizim kesin, a priori bilgimizin tümü onda içerilir. “Yeter Sebep İlkesinin Dört Kökü Üzerine” adlı denememde, her olanaklı nesnenin bu ilkeye nasıl bağlandığını ayrıntısıyla gösterdim. Açıkçası, orada, nesnenin, bir yandan belirlenen, bir yandan belirleyen olarak öteki nesnelerle zorunlu bağı olduğunu ortaya koydum. Bu çok geniş bir uygulamadır. Öyle ki nesneler tasarım oldukları, daha fazlası olmadıkları ölçüde, bütün nesnelerin varlığının tümü, onların birbiri ile zorunlu ilişkisinden türer; yalnızca bu ilişkide içerilir. Dolayısıyla nesnelerin varlığı bütün bütün görelidir. Ancak, bu konuda daha sonra daha çok şey söyleyeceğiz.1[… ]
3. Tasarımlar arasındaki başlıca ayrım sezgisel tasarımlar ile soyut tasarımlar arasındadır. Soyut tasarımlar, tasarımların yalnızca bir sınıfını, açıkçası kavramları oluşturur. Bunlar, dünyada yalnızca insanın mülküdür. Soyut tasarımlara yetenekli oluşu, insanı bütün hayvanlardan ayırır. Bu yetenek, her zaman, us diye adlandırılageldi. Daha sonra bu soyut tasarımları başlı başına ele alacağız, ancak daha önce yalnızca sezgisel olan tasarımlar konusunda konuşmalıyız. Bunlar tüm görünür dünyayı ya da bütün deneylerin toplamını, deneyin olanaklı olduğu koşullarla birlikte kapsarlar. Dediğimiz gibi şu Kant’ın önemli bir buluşudur: Görünür dünyanın bu koşulları, bu kalıplar – yani onun algılanmasındaki en genel şey, onun bütün görüngülerinde aynı biçimde ortak olan zaman ile uzam – içeriklerinden ayrı, kendi başlarına alındıklarında bile, soyut olarak düşünülmekle kalmaz aynı zamanda doğrudan algılanırlar. Bu algı, deneyden yinelenme aracılığı ile alınan bir düşlem türü değildir; o deneyden büsbütün bağımsızdır. Öyle bağımsızdır ki tersine deney ona bağlı sayılmalıdır. Çünkü uzam ile zaman nitelikleri, a priori bir algıda bilindikleri için, bütün olanaklı deneylerde yasalar olarak geçerlidir. Bu tür bir deney, her yerde bu yasalara uymalıdır. Yeter sebep ilkesi üzerine denememde, uzam ile zamanı özel, bağımsız bir tasarımlar sınıfı olarak ele aldım. Çünkü onlar saf, içerikçe boş olarak algılanırlar. Şimdi duyusallığın genel geçer kalıplarının Kant tarafından bulunmuş olan bu niteliği – kendi başlarına, deneyden ayrı olarak algılanabilmeleri, yanılmazlık niteliği olan matematiğin dayandığı yasaya göre bilinebilmeleri – kesinlikle çok önemlidir. Gelgelelim, uzam ile zamanın başka bir niteliği bundan daha az dikkat çekici değildir. Yeter sebep ilkesi nedensellik ile devindiricinin yasası olarak, deneyi, yargının temelinin yasası olarak da düşünceyi belirler. O, burada benim varlığın temeli adını verdiğim pek özel bir biçimde görünür. Bu, zamanda onun anlarının art ardalı-ğıdır. Uzamda, uzamın parçalarının konumudur. Bu parçalar birbirini sonsuza dek karşılıklı olarak belirler.
Giriş niteliğindeki denemeden, kalıplarının çeşitliliğine karşın, yeter sebep ilkesinin içeriğindeki tam özdeşliği açıkça görmüş olan biri, şuna da inanacaktır: Bu kalıpların en yalınını bilmek kişinin kendisinin en derin doğasını kavraması bakımından önemlidir. Biz yeter sebep ilkesinin en yalın kalıbının zaman olduğunu kabul ediyoruz. Zamandaki her nokta, ancak bir önceki noktayı, kendi babasını gidermesi, sonra da kendisinin çabucak giderilmesi koşuluyla var olur. Geçmişle gelecek (onların içeriklerinin sonuçlarına aldırmazsak) bir düş gibi boştur. Şimdi, onların arasında, genişliği, süresi olmayan bir sınır çizgisi olarak uzanır yalnızca. Benzer biçimde, yeter sebep ilkesinin bütün kalıplarında aynı boşluğu bulacağız. Uzam ile zamanın, bu ikisinin tüm içeriğinin, göreli bir varlığı olduğunu göreceğiz. Açıkçası, nedenler ile devindiricilerden kaynaklananların tümünün varlığı görelidir. Bunlar, ancak kendileri gibi olan aracılığı ile, kendileri gibi olanlar için vardır. Sıra kendilerine geldiğinde yalnızca onlar kadar kalıcıdırlar. Bu bakış açısının özü eskidir. Herakleitos şeylerin bengi akışından yakındı. Platon nesneyi, hep olagelen ama hiç var olmayan düzeyine indirgedi. Spinoza onu yalnız başına var olan, kalıcı olan biricik tözün yalın ilineği diye adlandırdı. Kant, böyle, açıkçası ancak görüngü olarak bilineni, kendinde şeyin karşısına koydu. Son olarak Hint felsefesinin eski çağ bilgeliği şunu açıklar: “O Mâyâ’dır, aldatmanın peçe-sidir. Bu peçe, ölümlülerin gözlerini örter onlara bir dünya gösterir. Kişi bu dünya vardır da diyemez yoktur da diyemez Çünkü o bir düş gibidir. Kumda parlayan, gezginin uzaktan su sandığı gün ışığı gibidir; ya da o yere atılmış bir ip parçasıdır da gezgin onu yılan sanır.” (Bu benzetmeler Vedalarda, Puranaların sayısız bölümünde yinelenir). Ne var ki, bütün düşünürlerin anlatmak istediği, sözünü ettiği bizim şu anda göz önüne aldığımızdan başka bir şey değildir – Yeter sebep ilkesine bağlı, tasarım olarak dünya…
4. […] Nesne genelde yalnızca özne için, öznenin tasarımı olarak var olur. Bunun gibi, tasarımların her özel sınıfı, öznedeki algılama yetisi adı verilen aynı ölçüde özel bir nitelik için var olur. Kant kendilerinde boş kalıplar olan uzamla zamanın bu öznel bağlaşığına, saf duyu-sallık dedi. Bu yolu açan Kant olduğu için bu terimi alıkoyabiliriz. Gelin görün ki bu terim, tam yerinde değildir. Çünkü duyusallık özdeği öngörür, gerektirir. (Bu ikisi aynı olduğundan) özdek ile nedenselliğin öznel bağlaşığı anlama yetişidir, o, bundan başka bir şey değildir. Nedenselliği bilmek anlama yetisinin bir işlevidir, biricik gücüdür. Büyük bir güçtür bu, nice şeyi, kat kat uygulamayı kucaklar. Gene de bütün belirlemelerinde şaşmaz bir özdeşliği vardır. Tersine, her türlü nedensellik, böylece bütün özdekler, dolayısıyla da gerçekliğin tümü, yalnızca anlama yetisi için, anlama yetisi aracılığı ile, anlama yetisinde vardır. Anlama yetisinin ilk, en yalın, hep bulunan belirişi, gerçek dünyanın algısıdır. Bu, bütünüyle etkiden yola çıkarak nedeni bilmedir. Dolayısıyla, bütün algılar anlama yetisi ile ilintilidir. Gene de, herhangi bir etki, bir izlenim doğrudan saptanmasa, böylece bir başlangıç noktası olarak hizmet etmese, anlama yetisi algıya hiçbir zaman ulaşamazdı. Ne ki bu hayvansal gövdeler üzerindeki bir etkidir. Öyleyse, bu hayvansal gövdeler, öznenin aracısız, doğrudan nesnesidir. Bütün öteki nesnelerin algısı onunla olanaklı olur. Her hayvansal gövdenin yaşadığı değişmeler doğrudan bilinir, açıkçası duyulur. Bu etkiler nedenlerine geri götürüldüğünde, nedenlerin, nesne olduğu ortaya çıkar. Bu bağ soyut kavramların sonucu değildir, düşünmeden doğmaz, keyfi de değildir, tersine doğrudan, zorunlu, kesindir. O, saf anlama yetisinin bilişsel yöntemidir. Onsuz, algı da olmazdı, o olmasa dolaysız nesneden geriye yalnızca nesnenin değişimlerine ilişkin doğrudan aracısız, bön, bitkimsi bir bilinç kalırdı. Bu değişimler, isteme için acı ya da haz olarak anlamlı olmadıkça, bütünüyle anlamsız bir biçimde birbirini izlerdi. Nasıl güneşin doğmasıyla görünür dünya göz önüne seriliyorsa, anlama yetisi da yalın bir işleviyle bir çırpıda bu belirsiz, anlamsız duyumu algıya dönüştürür. Gözün, kulağın ya da elin duyduğu algı değildir: O yalnızca veridir. Dünya, ancak anlama yetisi sonuçtan nedene geçtiğinde önümüzde algı olarak durur. Dünya o zaman uzamda yer kaplar, biçimi değişirken, özdeği her zaman kalıcı olur. Çünkü anlama yetisi, özdeğe ilişkin tasarımda, açıkçası gerçek etkinlikte uzam ile zamanı birleştirir. Tasarım olarak dünya ancak anlama yetisi aracılığı ile vardır. Benzer biçimde dünya yalnızca anlama yetisi için vardır.
Çocukların görmeyi öğrenme süreci, kör doğan ama görme yetisi sonradan ameliyatla onarılanların görmeyi öğrenme süreci; bizim (iki gözle) çift duyumsadığımızı tek olarak görmemiz; duyu organlarının olağan yerleri değiştirildiğinde çift görme ile çift dokunma olması; gözdeki imgeleri ters çevrilse bile nesnelerin düz görünmesi; dışarıdaki nesnelere renk yüklemek, oysa rengin gözün etkinliğinin bir iç işlevi olması, kutuplaşma aracılığı ile bir bölümleme olması, son olarak da stereoskop -bütün bunlar, algının salt duyulardan gelmediği, akıl ile, açıkçası sonuçtan nedenin anlaşılmasıyla elde edilen saf bilgiyle ilişkili olduğu konusunda, sağlam, karşı çıkılmaz kanıtlardır. Sonuçta algı, nedensellik yasasını gerektirir. Bütün algılar bunun bilgisine dayanır. Onun birincil, tek olanağı sayesinde bütün deneyimler de nedenselliğin bilgisine dayanır. Bunun karşıtı olan görüş, nedensellik yasasına ilişkin bilginin deneyden geldiği görüşü yanlıştır. Bu Hume’un kuşkuculuğudur. Söz konusu kuşkuculuk, İlkin [Kant’ın] bu savı ile çürütüldü. […]
5- Kavramlar ayrı bir tasarımlar sınıfı oluşturur. Bunlar yalnızca insan usunda vardır, şimdiye dek göz önünde tuttuğumuz algı tasarımlarından baştan sona farklıdır. Dolayısıyla, dürüst konuşursak, onların doğasına ilişkin apaçık bilgiye hiçbir zaman ulaşamayız. Onların doğası bakımından, olsa olsa soyut, tutarlı olmayan bir bilgiye ulaşabiliriz. Öyleyse, deneyden algı tasarımlarından oluşan gerçek dış dünya anlaşılırsa, kavramların deneyle doğrulanmalarını ya da algının nesneleri gibi göz önüne ya da imgeleme getirilmelerini istemek saçma olacaktır. Kavramlar algılanamaz, olsa olsa düşünülebilir, yalnızca İnsanların kavramlar aracılığı ile ürettiği etkiler gerçekten deneyin nesneleridir. Dil, bile isteye, tasarlayarak eylem, bilim, bunlardan kaynaklananların tümü bu tür etkilerdir. Dış deneyin bir nesnesi olarak konuşma yetisi çok kapsamlı bir telgraftan başka bir şey değildir. Bu telgraf keyfi İmleri büyük bir hızla, büyük bir ustalıkla iletir. Peki bu İmler nasıl anlam yaratır? Onlar nasıl yorumlanırlar? Biri konuşurken biz onun sözlerini, imgelemde o anda resimlere mi dönüştürüyoruz? İmgelem yıldırım hızıyla geçmişe uçup sözcüklerin akışına, dilbilgisi çekimlerine göre onları birbirine bağlayıp, devindirip, biçimlerini değiştirip ayrıntılı olarak onların resmini mi çiziyor? Öyleyse biz bir konuşmayı dinlerken ya da kitap okurken kafamızda kim bilir nasıl bir kargaşa oluyordur. Ama gerçekte böyle olmaz. Konuşmanın anlamı doğrudan, açık seçik kavranır, genelde düşlemler bu işe karışmaz. O, usun usla kendi yetki alanı içinde konuşmasıdır. Onun ilettikleri, aldıkları soyut kavramlardır, algıda bulunmayan tasarımlardır. Bunlar bir kere oluşturulur her zaman için geçerli olurlar. Sayıları da oldukça azdır. Gene de gerçek dünyadaki sayısız nesnenin tümünü sarıp sarmalar, içerir, temsil ederler. Bu, konuşma organı olsa bile, bizimle ortak algı tasarımları olsa bile bir hayvanın hiçbir zaman konuşamamasının nedenini kendi başına açıklar. Sözcükler öznel bağlaşığı us olan belli bir tasarım öbeğini gösterdiklerinden onlar hayvanlara bir şey demez, sözler hayvanlar için anlamsızdır. Dolayısıyla dil, bizim akıldan kaynaklandığını düşündüğümüz bütün öteki belirmeler gibi, insanı hayvandan ayıran her şey gibi, bu tek, yalın öğenin, dilin kaynağı olmasıyla açıklanabilir: Bu öğe kavramlardır, algıda temsil edilemeyen soyut tasarımlardır, onlar uzam ile zamanda geneldir (bireysel değildir). Ancak özel durumlarda kavramdan algıya geçeriz, algıda kavramların temsilcileri olarak imgeler kurarız. Gelgeldim, imgeler hiçbir zaman kavramların hakkını vermez. [… ]
Şimdi, kavramlar algıya ilişkin tasarımlardan temelde farklı olsa da, kavramların onlarla zorunlu bir ilişkisi vardır. Algı tasarımları olmasa kavramlar bir hiç olurdu. Öyleyse kavramların doğası ile varlığının tümünü bu ilişki kurmaktadır. Düşünme zorunlu olarak, algının özgün dünyasının bir kopyası, bir yinelemesidir. Gene de bütünüyle başka bir içerik içinde, özel bir kopya türüdür bu. Dolayısıyla, kavramlar, pek doğru bir biçimde tasarımların tasarımları diye adlandırılabilir. […]
Arthur Schopenhauer
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya
1-‘ Schopenhauer’in yeter sebep ilkesinden anladığı öncelikle bilişsel bir kalıptır. Duyularımızın içeriği bu ilkeyle bağlanır, örgütlenir. Böylece bu ilke şeylerin düzenli dünyasını algılamamızı olanaklı kılar. Düşünür ilkenin dört biçimde işlediğini ileri sürer 1- Nedensellik yasası: Bir neden varsa bunu bir etki izlemelidir. 2-Mantıksal ilke: Bir öncül varsa bunu sonuç izlemelidir. 3- Uzam-Zaman ile ilgili ilke. 4- Güdüleme ilkesi: Bir güdü varsa bir eylem ortaya çıkar.