JOHN BERGER: VE KÖTÜLÜK SABİT, YOK EDİLEMEZ BİR GERÇEKLİK ŞİMDİ

DÜŞ

Anadilimin bütün şivelerini bir avuç toprağa gömdüm hepsi uykuda şimdi karıncaların topladığı çam pürleri gibi bir gün bir başka gezginin sendeleyen çığlığıyla kazara uyanırlar belki ısınıp gevşeyerek gezgin duyar bütün gece böylece ninni dinler gibi gerçeği Demiryolları inşa edilmeden önce, insanlar düşlerinde istasyon yerine ne görürlerdi acaba? Dik, keskin kayalıklar belki, belki de kuyu ya da demir ocakları? Bu soru da tramvay ya da otobüs gibi tren istasyonuna yaklaşmanın bir yolu. On dokuzuncu yüzyıl yapılan içinde anahat tren istasyonları, o eski kavuşma duygusunun insana en derinden hissettirildiği yerlerdi. Depolar, bankalar, oteller, tiyatrolar, pazarlar ise birer paravandı, ya da bir başka deyişle, bu yapılar birer düştüler. Tren istasyonuysa -hangi mimari anlayışın süsüne, gösterişine bürünürse bürünsün- bütün çıplaklığıyla gözler önündeydi hep. Çünkü istasyonlar kavuşma ve ayrılma diyarlarıydı ve hiçbir şey bu iki olayın önemini örtemezdi. Geliş ve gidiş. Kavuşma ve ayrılma. Düşler tren istasyonlarını buyur etmeye öyle hazırdılar ki – çünkü değişik biçimlerde de olsa tren istasyonu duygusu insan için zaten bildik bir şeydi.

“Hamal” sözcüğünün Yunancası “metafor”dur. Bu da, ulaştırma, toplama, dağıtma meselelerinin imgelemle nasıl da derinden bağıntılı olduğunun anımsatıcısıdır. Limanlar tren istasyonlarından daha alçakgönüllüdür, gidip gelinen mesafeler daha uzun olsa da, denizler, tren rayları gibi yalnızca ulaşım amacıyla inşa edilmemiştir. Havaalanlarıysa çok kibardır, gerçeklik havaalanlarından hep bir kaçış içindedir. Bir tren istasyonunda kişisel ve kişisel olmayan bir arada var olur. Ulaşım yerleri bellidir. Trenler basılı tarifeye göre bir düzen içinde hareket eder. Raylar sabittir. Ama her yolcuya, uğurlamaya ya da karşılamaya gelmiş herkese göre beklenen trenin anlamı değişir. Bu anlamlar, yüzlerin, bagaj ayrıntılarının, peronlarda kucaklaşan insanların sarılış ya da hoşça kal deyişlerinin yakın gözleminden çıkartılabilir. İlk inenlerin bazıları İspanyol’du, şehre yerleşmiş göçmen işçilerin akrabalarıydı. Perona dizilmiş küçük çocuklar büyüklerinden daha az sersemlemiş görünüyorlardı; sanki çocukların gözünde bir şehrin öbüründen hiç farkı yoktu, hepsi eşit derecede bildik ve yabancıydı. Arka vagonlardan bir adam tutuna tutuna, iki Alsas köpeğiyle birlikte indi. Daha sonra lokomotif gövdeden ayrılıp çekildi, treni öyle bir başına bıraktı. İşte o an peronun sonunda seni gördüm. Üstünde bir pantolon vardı. Tek başına kalmış trenin yanındaki o uzun platforma saçılan, çukur vadinin öğleden sonraki engin beyazlığında öyle küçük görünüyordun ki! Senin görünmenle her şey değişivermişti. Demiryolu altındaki geçitten batan güneşe, panoda tren vakitlerim bildiren rakamlardan dama tünemiş martılara, henüz görülmeyen yıldızlardan damağımda kalmış kahve tadına dek her şey. Çok zaman önce içine doğmuş olduğum koşullar ve rastlantılar dünyası bir odaya dönüşmüştü. Artık “ev”deydim.

Yolcuların geçiş kâğıtlarını sınır polisine göstermek üzere oluşturdukları kuyruğa girdin. Memur seni tepeden tırnağa süzdü ve benzerlik kırıntıları bulmak için pasaportundaki o eski fotoğrafa uzun uzun baktı. Sonunda başıyla onayladı ve kollarım açtın bana. Otobüs durağında gazete satan adamın gözünde, yarım saat önce ondan gazete alan aynı kır saçlı yabancıydım. İlk gördüğünde yalnız, şimdiyse yanımda başı eşarplı, aynı yabancı dilde konuşan bir kadınla oluşumun dışında bir değişiklik görmüyordu. Elma ağaçlarının kabuklan soyuluyor kafa derimde an iğneleri kovanın öfkesini gösteriyor koru, bir tanem, tatlılığını. Gök başparmaklarını gözlerime bastırıyor yıldız kümeleri kayıp gidiyor koru, bir tanem, tatlılığını. Dağı özleyen kum kadar dinmek bilmeyen yağmur beni yatağa hazırlıyor koru, bir tanem, tatlılığım.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda sosyal adaletsizliğe karşı en doğrudan protesto biçimi düzyazıydı. Zamanla insanların us’u fark edeceklerini, zaten tarihin de us’tan yana olduğunu savunan us güdümlü yazılardı bunlar. Bugünse, bu konu hiç de öyle kesin görünmüyor. Sonunda böyle bir şeye varılacak diye bir garanti verilmiyor. Geçmişteki ve şimdiki acılar gelecekte evrensel bir mutluluk çağıyla pek silinecek gibi görünmüyor. Ve kötülük sabit, yok edilemez bir gerçeklik şimdi. Bütün bunlar da çözümün -yaşama vermemiz gereken anlamla barışma yolunun ertelenemeyeceği anlamına geliyor. Geleceğe güvenilmez. Gerçek olan an şimdidir. Ve bu gerçeği gitgide daha yoğun bir şekilde soğuran şey düzyazıdan çok şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok güven verir, ama şiir kanayan yaraya seslenir. Dilin üstün yanı yumuşaklığı değildir. Kapsamındakileri, bir aşk sözcüğünü bile, acımasız bir katılık içinde barındırır; önemli olan sözcük değildir: Her şeyin başı dilin nasıl kullanıldığıdır. Dilin özelliği potansiyel olarak eksiksiz oluşudur, sözcükler yardımıyla insan yaşantılarının tümünü -olmuş ya da olabilecek her şeyi- barındırma potansiyeli vardır. Dil konuşulmaz olana bile yer ayırır. Bu anlamıyla dilin insanın tek barınağı olduğu, insana düşman olmayan tek barınağı olduğu söylenebilir. Düzyazı bağlamında, bu ev uçsuz bucaksız bir alan, rayların, patikaların, caddelerin kesişip uzadığı bir ülkedir; şiir bağlamındaysa, bu barınak tek bir merkezde, tek bir seste yoğunlaşır ve bu ses aynı zamanda hem bir sesleniş hem de seslenişe verilen yanıttır. İnsan dille her şeyi anlatabilir. Bu yüzden dil herhangi bir sessizlikten ya da tanrıdan daha yakındır bize. Dilin bu açıklığı bir kayıtsızlık anlamına da gelebilir. (Dilin kayıtsızlığı bültenler, kanun kayıtlan, bildiriler ve dosyalarca sürekli kullanılır ve soruşturulur.) Şiir dilden bu kayıtsızlığım yıkmasını ister ve dili özen göstermeye çağırır. Şiir nasıl böyle bir çağrıda bulunur? “Şiir emeği” ne demektir?

“Emek” demekle söylemek istediğim, bir şiir yazılırken gerekli iş değil, yazılmış şiirin becerdiği iş. Her özgün şiir, “şiir emeğine” hizmet eder. Ve bu tükenmez emeğin amacı yaşamın birbirinden ayırdığı ya da vahşetin parçaladığı şeyleri bir araya getirmektir. Fiziksel acı çoğunlukla eylem aracılığıyla azaltılabilir ya da dindirilebilir. İnsanlığın bütün öbür acılan şu ya da bu tür ayrılıklardan doğar. Şiirin “dindirme” yöntemi daha dolaysızdır. Şiir hiçbir kaybı onaramaz, ama ayrılığa yol açan uzama karşı koyabilir. Bunu da dağılmış olanı sürekli bir araya toplamakla ortaya koyduğu “emek” ile becerir. Üç bin beş yüz yıl önce Mısırlı bir şair şöyle diyordu: Ah sevgilim öyle güzel ki havuza girip yıkanmak gözlerinin önünde izin vermek görmene ıslak giysim nasıl sarılıyor gövdemin güzelliğine Gel de bir bak. Şiirin eğretileme kullanma, benzerlikler keşfetme eğilimi, karşılaştırmalar yapmak (buna benzer tüm karşılaştırmalar hiyerarşiktir), ya da herhangi bir olayın önemini azaltmak için değil, varoluşun parçalanamaz bütünlüğünün kanıtı olacak karşılıklar bulmak içindir. Şiirin yakınlık duyduğu şey bu bütünlüktür ve bu yakınlık duygusallığın tam karşıtıdır; duygusallık hep bir affa sığınmanın, bölünebilir şeylerin peşinde koşar. Eğretileme ile bir araya toplamaktan başka şiir “ulaşım” gücüyle birleştirir de. Bir duygu ulaşımım evrensel ulaşıma eşitler; belli bir noktadan sonra söz konusu uçlar önemini yitirir ve geriye sadece aşırılığın yoğunluğu kalır; uç noktalarsa ancak dereceleri sayesinde birleşebilirler.

Anna Ahmatova: Sabit siyah ayrılıktan aldığım pay denk seninkine. Neden ağlıyorsun? İyisi mi ver elini ve söz ver bir düşte geri döneceğine. Sen ve ben acıdan bir dağız, sen ve ben bu dünyada bir daha hiç karşılaşmayacağız. Hiç olmasa gece yarıları bir selam gönderebilsen yıldızlardan. Burada nesnel ve öznel olanın birbirine karıştırıldığım tartışmak, günümüzde çekilen acıların eriştiği noktayla çelişen deneyci bakış açısına geri dönmektir; doğrusu oldukça tuhaf, haksız bir ayrıcalık istemidir bu. Şiir dilin özen göstermesini sağlar, çünkü her şeye bir içtenlik katar. Bu içtenlik “şiir emeği”nin bir sonucu, şiirin söz ettiği her olayı, adı, eylemi, bakış açısını içtenlikle bir araya getirmesinin sonucudur. Genelde, dünyanın bu zalimliğine ve kayıtsızlığına karşı koyacak daha dayanıklı bir şey yoktur. Nerden gelir bunca acı? Nerden gelir bulur bizi? Hep o acı ezelden beri düşlerimizin kardeşi dizelerimizin yol göstericisi. diyor şair Nazik al Mal’-ika.

Olayların sessizliğini kırmak, acı ya da yürek parçalayan yaşantılardan söz açmak, dile getirmek, bu sözcüklerin duyulabileceği ve duyulduğunda da olayların yargılanacağı umudunu bulmaktır. Duanın kökeninde işte bu umut yatar ve dua -bir o kadar da emek- dilin kökeninde yer alır. Dilin tüm kullanımları içinde bu kökenin anısını en saf şekliyle koruyan şey şiirdir. Şiir işlevi gören her şiir özgündür. Özgün’ün iki anlamı vardır: Öze dönüş, yani kendinden sonra gelen her şeyi üretmiş ilk örneğe dönüş ve daha önce benzeri görülmemiş bir şey anlamına gelir. Bu iki anlam şiirde, yalnızca şiirde bütünleşerek birbiriyle çelişmez olurlar. Bununla birlikte, şiirler basit birer dua değildir. Dinsel bir şiirin bile gönderide bulunduğu tek ve öznel şey Tanrı değildir. Şiir dilin kendisine gönderide bulunur. Bir ağıtta sözcükler ait oldukları dili kaybetmenin acısıyla ağlaşıp sızlanırlar. Şiir karşılaştırılabilir, ama daha geniş bir biçimde dile gönderide bulunur. Dile dökmek, sözcüklerin duyulabileceği ve tanımlanan olayın yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Olayların Tanrı ya da tarihçe yargılanacağı umududur bu. Her iki durumda da yargı uzaklardadır. Ama dil, hep hazırda bekleyen ve bazen de yanlışlıkla yalnızca bir araç olarak düşünülen dil, gönderide bulunan şiir olduğunda, inat ve gizemle kendi yargısını sunar. Bu yargı herhangi bir ahlak anlayışından farklıdır, ama duyup haberdar olduğu kadarıyla iyi ve kötü arasında bir ayrım umudu verir – sanki dilin kendisi bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratılmıştır. Bir dostun evinde uyandık. Yerde bir post üstünde uyumuştuk. Aşağımızdaki odada bir piyano vardı. Evin iki küçük çocuğu okula gitmeden önce bir alıştırma çalıyorlardı. Dört el için bir alıştırmaydı bu. Arada bir şaşırıyor, baştan alıyorlardı.

On sekizinci yüzyılda soruların özgürce bahçeye açılan kapılar gibi olduğu çağda yaşıyor olsaydık, sana şöyle sorabilirdim: Anımsıyor musun? Fakat kötülük ve kayıtsızlığın sınırsız olduğu çağımızda gereksiz sorularla uğraşamayız; dahası, kendimizi kesinlik kazanmış şeylerle savunmak istiyoruz. Biliyorum ki, anımsıyorsun. İki çocuk hafif hafif ve azimle çalıyor, evi notalarla dolduruyorlardı. Sırtın bana dönük yatıyordun, göğüslerin avuçlarımdaydı. ikimiz de kıpırdamıyorduk. Müziği dinlemek için bir çaba sarf etmek gerekmiyordu, biz de dinliyorduk – bir otel odasında insanın görmeksizin duvar kâğıtlarına bakarak dalıp gidişi gibi tıpkı. Okula gitmeden önce çocukların hafif hafif ve azimle çaldıkları müziğe uyanmakla kalbim, öylesine yaklaşmıştık ki henüz evimizi terk etmeden evimizde uyanmaya!

Su kıyısında her şeyin hakkıyla yaşandığı tuğlaları kırlangıçlar kadar bakımlı bir limanda tekrar tekrar okunan evden gelen bir mektup gibi bu kasabada kiremit damlı kitaplığı ve adresleri borç içinde ölmüş J. Vermeer’in hatırında olan bu kasabada su kıyısında ölülerin sayıma çıktığı bakışlarıyla ressamın tek kiralık oda bırakmadığı göğün çıt çıkarmadan bir doğum haberi beklediği bu yeri terk edenlerin gözlerinden akan bu kasabada burada sabahlan iki çan sesi arasında meydanda balık satılırken’ duvar haritalanmn deniz diplerine indiği bu kasabaya vanşına hazırlıyorum kendimi.

108 Kendi ölümümle beni en çok uzlaştıran şey bir düşünce, senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağın yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerinden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. (Kırık kaburga kemiklerimin üstünde göğsün bir çiçek gibi.) Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da, huzur verici olması garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra, kalsiyum fosfat bile olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum.

John Berger
Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, Metis Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz