Schopenhauer: İnsanlar korkak olduklarından daha fazla tembeldir

Eğitimci Olarak Schopenhauer
Pek çok ülkeyi ve ulusu ve birkaç kıtayı görmüş olan bir gezgine, tüm insanlığın ortak özellikleri olarak ne tür nitelikleri keşfettiği sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: “Tembelliğe meyillidirler.” Çoğu kişiye öyle geliyor ki eğer gezgin şöyle deseydi, cevabı daha doğru ve geçerli olurdu: “Hepsi korku içinde. Geleneklerin ve fikirlerin arkasına gizleniyorlar.” Temelde her insan, dünyada yalnızca bir kez, bir Unicum olarak yaşadığını ve kendisinin birliğini teşkil eden bu şaşırtıcı ölçüdeki rengârenk çeşitliliğin içinden, ne kadar tuhaf olursa olsun, hiçbir rastlantının ikinci bir kez çıkmayacağını gayet iyi bilir. İnsan bunu bilir ama bildiğini kara bir vicdan gibi saklar. Neden acaba? Geleneğe uyulmasını talep eden ve kendisini gelenek maskesinin arkasına gizleyen komşusundan duyduğu korkudan dolayı. Peki ama bireyi, komşusundan korkmaya, kendisi olmak yerine, sürünün bir parçası olarak düşünüp hareket etmeye zorlayan şey nedir? Birkaç nadir örnekte bu belki de utangaçlıktır (Schamhafigkeit). Çoğu zaman ise rahatlık ve bezginliktir – kısacası, gezginin sözünü ettiği tembellik eğilimi. Gezgin haklıdır: İnsanlar korkak olduklarından daha fazla tembeldir ve en çok korktukları şey de o koşulsuz dürüstlüğün ve çıplaklığın onlara yamayacağı zorluklardır. Ödünç alınmış davranışlarda ve kendine mal edilmiş fikirlerde saklı olan bu uyuşturucu gezintiyi yalnızca sanatçılar küçümserler ve onlar gizli sırrı, herkesin kara vicdanı (böses Gewissen), insanoğlunun şahsına münhasır bir mucize olduğu ilkesini teşhir ederler. Sanatçılar her insanın, kaslarının her hareketine varıncaya dek, kendisi ve yalnızca kendisi olduğunu bize göstermeyi göze alırlar; daha da önemlisi, sanatçılar bize, insanın, kendi biricikliğinin katı tutarlılığı içinde, güzel, doğanın her ayrıksı ve harika eseri gibi, üzerinde düşünülmeye değer olduğunu ve sıkıcı olmaktan başka her şey olduğunu gösterirler. Büyük düşünür insanları küçümsediğinde, onun küçümsediği şey onların tembelliğidir, çünkü onların seri halde üretilmiş mallar gibi görünmelerine, kayıtsız, insanca etkileşim ve bilgilendirmeye layık değillermiş gibi görünmelerine yol açan şey tembelliktir. Kitlelerin bir parçası olmak istemeyen insanoğlunun yapması gereken tek şey, içinde olduğu rahatlığa son vermektir; ona şöyle seslenen vicdanının sesine kulak versin: “Kendin ol! Şu anda yaptıklarının düşündüklerinin, istediklerinin hiçbiri değilsin.”

Her genç ruh gece gündüz bu haykırışı duyar ve ürperir, çünkü kendi gerçek kurtuluşunu düşündüğünde, sonsuzluk tarafından kendisinin kaderi haline getirilmiş mutluluğun boyutlarını sezer. Fikirlerin ve korkuların zincirleri ile prangaya vurulduğu sürece, hiçbir şey genç ruhun bu mutluluğa erişmesini sağlayamaz. Ve bu kurtuluş olmaksızın hayat nasıl da donuk ve anlamsız hale gelir! Doğada, kendi dehasını ortaya koymaktan kaçınmış olan ve sonra da sağına, soluna, önüne ve her tarafına kaçamak bakışlar yönelten insandan daha yalnız ve iğrenç bir yaratık (Geschöpf) yoktur. En sonunda böyle bir kişi ile ilişki kurmamız bile imkânsız hale gelir, çünkü o, çekirdeksiz, boyanıp şişirilmiş eski püskü bir giysi, artık hiçbir korku, hele de hiçbir merhamet uyandırmayan süslü bir hayalet olarak tümüyle dışımızdadır. Ve tembel kişinin zaman öldürdüğünü söylemek doğruysa, o zaman kurtuluş umudunu kamusal fikirlere –yani tembelliğe– bağlayan bir zamanın günün birinde gerçekten öldürüleceğinden ciddi ciddi kaygılanmalıyız demek istiyorum ki böyle bir çağ, hayatın gerçek kurtuluşunun cefasını çekecektir. Yaşayan insanlar tarafından değil, bunun yerine kamusal düşünen sözde insanlar tarafından yönetilmiş olan bir çağın mirası ile uğraşacak gelecek kuşakların tiksintisinin büyüklüğünü bir düşünün. İşte bu yüzdendir ki bizim çağımız uzak bir gelecek için, tarihin belki de en karanlık ve en bilinmeyen –Çünkü en az insanca olan– bölümünü oluşturacaktır. Şehirlerimizin yeni caddelerinde yürüyorum ve kamusal fikir oluşturucuları kuşağının kendisi için inşa ettiği bu berbat evlerden hiçbirinin günümüzden sonra nasıl da ayakta kalmamış olacağını ve o güne ulaşıldığında bu evleri inşa edenlerin fikirlerinin bile nasıl da yıkılmış olacağını düşünüyorum. Buna karşılık, bu çağın yurttaşları olmadıklarını hisseden tüm o insanlar nasıl da umutlu olabilirler çünkü eğer onlar bu çağın yurttaşları olsalardı, çağın öldürülmesine yardım edecek ve onunla birlikte yok olacaklardı – oysa onlar, kendileri de bu hayat içinde yaşamaya devam etsinler diye, aslında çağlarını uyandırıp hayata döndürmek istiyorlar.

Fakat gelecek umutlanmak için bize herhangi bir neden sağlamasa bile – bizim tam da bu Şimdi içindeki saçılası varoluşumuz (dasein) kendi standartlarımıza ve yasalarımıza göre yaşamamız için bize en güçlü teşviki sağlamaktadır: Kesin bir şekilde bugün yaşıyor olmamız ama yine de varlık kazanmak için zamanın sonsuzluğuna sahip olmuş olmamız, niçin ve hangi amaçla tam olarak böyle bir anda varlık kazandığımızı göstermek için bu kısa bugünden başka bir şeye sahip olmadığımız biçimindeki açıklanamaz olgu. Varlığımız için kendimize karşı sorumluyuz; sonuç olarak, biz aynı zamanda kendi varlığımızın gerçek kaptanı olmak ve onu akılsız bir tesadüfe benzemekten korumak istiyoruz. Varoluşa belli bir yüreklilik ve gönüllülükle risk alarak yaklaşmalıyız: özellikle de hem en iyi hem de en kötü durumlarda onu kaybetmeye mahkûm olduğumuz için. Neden bu yeryüzü parçasına, bu meşgaleye yapışalım; komşumuzun dediklerini niçin önemseyelim? Çok değil birkaç yüz kilometre ötede geçerliliğini yitiren görüşlerle kendimizi bağlamak ne büyük bir kabalıktır. Doğu ve Batı, ürkekliğimizle alay etmek için gözümüzün önünde tebeşirle çizilmiş hatlardır. “Özgürlüğü elde etmeye çalışmak istiyorum.” der genç ruh kendisine ve sırf iki ulus birbirinden nefret edip birbirine savaş açıyor diye ya da iki kıta bir okyanus tarafından birbirinden ayrılıyor diye ya da birkaç bin yıl önce varlığı bile olmayan bir din şu anda her yerde öğretiliyor diye, ruhun bunu yaparken engellenmesi muhtemeldir. “Bunların hiçbiri sen kendin değilsin” der genç ruh kendisine. Hayat nehrinden geçerken sadece senin kullanman gereken köprüyü senden başka hiç kimse ama hiç kimse kuramaz. Daha kesin konuşmak gerekirse, seni bu nehrin öte yakasına taşımak isteyen sayısız yol, köprü ve yarı-tanrı vardır ama onlar bunu yalnızca senin özün pahasına yaparlar; kendini rehin vererek yitireceksin. Bu dünyada sadece senin üzerinde yürüyebileceğin tek bir yol vardır. Nereye gider bu yol? Bunu sorma, sadece o yoldan git. Şu sözü söyleyen kimdi: “Gittiği yolun kendisini nereye götüreceğini bilmeyen biri kadar yücelen hiç kimse yoktur.”

Fakat kendimizi tekrar nasıl bulabiliriz? İnsan kendisini nasıl tanıyabilir? Karanlık ve gizli bir şeydir insan ve eğer yabani tavşanın derisi yedi katlıysa, insanoğlu yedi çarpı yetmiş kez deri dökse bile hâlâ, “Bu gerçekten sensin, burası artık dış kabuk değil” diyemeyecektir. Üstelik bu şekilde kazı yaparak kendi derinliklerine inmek, kendini mümkün olan en kısa güzergâhtan kendi varlığının özüne ulaşmaya zorlamak, acı verici, tehlikeli bir görevdir. Kendine hiçbir doktorun iyileştiremeyeceği zararlar vermek ne kolaydır. Ve daha da önemlisi, bu niçin gerekli olsun ki çünkü her şey –dostluklarımız ve düşmanlıklarımız, bakışımız ve tokalaşmamız, hafızamız ve unuttuklarımız, kitaplarımız ve el yazımız– varlığımıza tanıklık eder. Fakat bu hayati araştırmayı yapmanın yalnızca bir yolu vardır. Bırakın genç ruh geriye dönüp hayatına şu soruyla yaklaşsın: Şu ana kadar gerçek anlamda neyi sevdin, ruhunu ne cezbetti, ne aynı anda onu hem mutlu etti hem de ona hâkim oldu? Saygı duyulan bu hususları önüne koyduğunda, belki onların doğası ve dizilimi bir yasa, senin benzersiz özünün temel yasasını aklına getirecektir. Bu hususları mukayese et, kişinin bunları nasıl tamamladığını, genişlettiğini, aştığını başkalarına dönüştürdüğünü, bunların nasıl bugüne kadar senin kendi özüne tırmanmanı sağlayan bir seyyar merdiven oluşturduğunu gözlemle; çünkü senin gerçek varlığın senin içinde derinlerde saklı değildir, tersine ölçülemez biçimde senden ya da en azından genelde kendi “Ben”in olarak gördüğün şeyden daha yükseklerdedir. Senin gerçek öğretmenlerin ve yetiştiricilerin sana senin kendi varlığının, eğitilme ve yetiştirilme yeteneğinden tamamen yoksun olan, buna karşılık her olayda eli kolu bağlanarak felç edilmiş ve ulaşılması güç olan o varlığının, gerçek anlamını ve temel malzemesini göstereceklerdir. Eğitimcilerin senin kurtarıcılarından başka bir şey olmayacaktır. Ve işte bu tüm eğitimler içinde en gizli olanıdır: eğitim yapay kaburgalar, balmumundan yapılma burunlar ya da düzeltici mercekler sağlamaz, tam terine bunları sağlayacak herhangi bir şey olsa olsa bir eğitim komedisidir. Eğitim daha ziyade bir kurtuluştur, bitkinin nazik filizlerine zarar veren tüm zararlı otların, zararlı böceklerin, molozların ortadan kaldırılması, aydınlığın ve sıcaklığın yaydığı parlaklık, gece yağmurunun sevgi dolu acelesidir; kendi anaç ve şefkatli yapısını sergileyen doğaya öykünme ve ona tapmadır; doğanın acımasız ve merhametsiz saldırılarını engelleyip onları iyiliğe dönüştürdüğünde, doğanın üvey anneye özgü yapısı ve anlamanın acı yoksunluğu hakkındaki ifadeler üzerine bir örtü örttüğünde, doğanın mükemmelleşmesidir.
Kendini bulmanın, çoğu zaman kara bir buluta tutulmuşçasına içinde yüzdüğümüz uyuşukluktan sonra kendine gelmenin başka yolları elbette var fakat ben, kişinin kendi eğitimcileri ve yetiştiricileri üzerinde düşünmekten daha iyi hiçbir yol bilmiyorum. O nedenle bugün burada, öğrencisi olmaktan gurur duyduğum bir öğretmen ve eğitimci (Zuchtmeister), Arthur Schopenhauer’i hatırlamak istiyorum – ki böylece daha sonra diğerlerini de hatırlayabileyim.

Çeviren: Cemal Atila
Nietzsche – Say Yayınları – 2011

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz