Sanat ve Propagandanın Cepheleri – George Orwell

Canınıza kasteden bir hastalığa katıksız bir estetik tutumla yaklaşamaz, boğazınızı kesmeye yeltenen bir adama karşı duygularınızı köreltemezsiniz. Edebiyatın siyasi olmaktan başka yolu yoktu, aksi halde hiçbir şey zihnin sahtekârlığından kaçamazdı. Faşizm ve Sosyalizmin birbiriyle savaştığı bir dünyada düşünen bir insan, taraf belirlemek zorundaydı ve duyguları yazımında olduğu kadar edebiyat hakkındaki yargılarında da kendine yer açmalıydı. Edebiyatın siyasi olmaktan başka yolu yoktu, aksi halde hiçbir şey zihnin sahtekârlığından kaçamazdı.

Edebiyat eleştirisini ele alacağım ve bunu en az barış olasılığıyla ilgili konuşmalar kadar umutsuzluk vadeden bir dünyada yaşarken yapmak zorundayım. Bu çağ barışçıl değil ve eleştiri çağı da değil. Son on yılın Avrupası’nda eseri başlı başına bir değer olarak görüp eskisi gibi akla yatkın, titiz ve tarafsız edebiyat eleştirisi yapmak neredeyse imkânsızlaştı.

Son on yılın İngiliz edebiyatına hatta bundan da çok yaygın edebi tutuma bakacak olursak, edebiyatın artık neredeyse estetiği terk ettiği hemen dikkatimizi çeker. Edebiyat propagandaya boğuldu. Söz konusu dönemde yazılan her kitap kötüdür demeye getirmiyorum. Fakat Auden, Spender ve MacNeice gibi zamanın karakteristik yazarları didaktik eğilimli, siyasi yazarlardı ve estetik bilinçleri elbette ki vardı ama teknikten daha çok konuya ilgi gösterdiler. Önlerindeki her kitabı neredeyse bir hiciv gibi ele alıp bu kitaplardan dar anlamda edebi niteliklerden ziyade siyasi ve toplumsal çıkarımlarda bulunmaya meyilli Christopher Caudwell, Philip Henderson ve Edward Upward gibi Marksist yazarların işleri diğerleri arasındaki en canlı eleştiriler olarak görülebilir.

Bir önceki dönemin bundan ne kadar keskin ve şaşırtıcı bir tezat oluşturduğuna bakınca insan daha da hayret ediyor. 1920’lerin karakteristik yazarları, örneğin T.S. Eliot, Ezra Pound ya da Virginia Woolf asıl önemi tekniğe veren yazarlardı. Kuşkusuz kendilerince inandıkları şeyler ve önyargılar vardı ama teknik yeniliklerle işlerinde görülebilecek herhangi bir ahlak dersi, anlam ya da siyasi çıkarımdan çok daha fazla ilgiliydiler. James Joyce aralarında en iyisi, tekniğe en hâkim olanıydı ve “saf” sanatçı olmaya bir yazarın olabileceği kadar yakındı. D.H. Lawrence’ta bile –ki çağdaşlarına göre daha fazla “bir gayesi olan yazar”dır– bugün toplumsal bilinç olarak adlandırdığımız şey fazla bulunmuyordu. 1920’lerle sınırladım ama bu durum aslında 1890’lardan itibaren böyleydi.

Bu dönemin başından sonuna kadar, biçimin konudan daha önemli olduğu “sanat için sanat” kavramı kanıksanmıştı. Bernard Shaw gibi karşı cephede yer alanlar da vardı elbette ama yaygın bakış açısı buydu. Dönemin en önemli eleştirmeni George Saintsbury 1920’lerde çok yaşlanmıştı fakat etkisi 1930’lara kadar son derece kuvvetli bir şekilde hissedildi ve Saintsbury’nin tutumu her zaman sanatta tekniğin öne çıkarılması üzerine oldu. Sadece yorum biçimine, tutumuna bakarak her kitap hakkında eleştiri yapabileceğini ve yazarın fikirlerinin kendisini neredeyse hiç ilgilendirmediğini savundu.

Pekâlâ, bakış açısının bu kadar hızlı bir şekilde değişmesini nasıl açıklayacağız? Edith Sitwell’in, tekniği tamamen manasız bir şekilde vurgulayan ve edebiyata neredeyse sözcüklerin hiçbir anlamı yokmuş gibi bir tür süsleme sanatı olarak yaklaşan Papa hakkındaki kitabını 1920’lerin sonlarına doğru elinize alıyorsunuz; sadece birkaç yıl sonra kitapların ancak Marksist bir eğilimle yazıldığında “iyi” olabileceğini savunan Edward Upward gibi Marksist bir eleştirmeniniz oluyor. Bir anlamda her iki yazar da dönemlerini temsil ediyor. Soru şu: Bakış açıları neden bu kadar farklı olmak zorunda?

Bence bunun nedeni çevreden kaynaklı durumlarda aranmalı. Edebiyatın estetik ve siyasi niteliği, bir dönemin toplumsal atmosferi çevresinde üretildi ya da en iyi ihtimalle koşullandı. Başka bir dönem sona erdiğine göre –ne de olsa Hitler’in 1939’daki Polonya saldırısı kuşkusuz 1931’deki büyük kriz gibi bir dönemin sonunu getirdi– geriye dönüp edebi tutumların etraftaki olaylardan ne şekilde etkilendiğini birkaç yıl önce yapamayacağımız kadar net bir şekilde görebiliriz.

Dickens, Thackeray, Trollope gibi yazarları muhtemelen kendilerinden sonraki herkesten daha uzun süre hatırlanacaktır. Fakat Viktorya İngilteresi edebiyatında Flaubert, Baudelaire, Gautier gibi isimlerin karşısına koyabileceğimiz yazarlar yoktur.
Geçtiğimiz yüzyılın en dikkat çekici yönü, edebiyat eleştirisinin mesele edilmeye değer oluşu ve 1830 ila 1890 yılları arasında İngiltere’de edebiyata neredeyse hiçbir şekilde eleştirel bir yaklaşımla bakılmayışıdır. Söz konusu dönemde iyi kitaplar yazılmadı değil. Dönemin Dickens, Thackeray, Trollope gibi yazarları muhtemelen kendilerinden sonraki herkesten daha uzun süre hatırlanacaktır.

Fakat Viktorya İngilteresi edebiyatında Flaubert, Baudelaire, Gautier gibi isimlerin karşısına koyabileceğimiz yazarlar yoktur. Şimdilerde kabul ettiğimiz şekliyle estetik özenden bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Viktorya döneminin ikinci yarısında bir İngiliz yazar için kitabın anlamı kısmen kendisine para kazandıran bir şey ve kısmen de söylevde bulunabileceği bir araçtı. İngiltere hızla değişiyordu; eski aristokrasinin yıkıntılarından yeni bir paralı sınıf yükselmişti, Avrupa’yla ilişkiler kesilmiş ve köklü bir sanat geleneği bozulmuştu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki İngiliz yazarlar, aralarından Dickens gibi yetenekliler çıkmış olsa da ilkellerdi.

Fakat yüzyılın devamında Matthew Arnold, Pater, Oscar Wilde gibiler sayesinde Avrupa’yla yeniden ilişki kuruldu ve edebiyatta biçim ve tekniğe yeniden saygı gösterilmeye başlandı. ‘Sanat için sanat’ kavramı –modası geçmiş bir adlandırma olabilir ama bence şu anda elimizdeki en iyisi bu– bu döneme kadar uzanır. Kavramın çok uzun bir süre gelişmeye devam edebilmesinin ve bu kadar fazla kanıksanmasının nedeni ise 1890 ile 1930 yılları arasındaki dönemin baştan sona görülmemiş bir rahatlık ve güven ortamında geçmesiydi. Buna kapitalist çağın altın vakti de diyebiliriz. Büyük savaş bile bu dönemin keyfini kaçıramadı. On milyon insanın ölümüne yol açtı ama dünyayı bu savaşın ne çoktan sarstığı kadar ne de sarsacağı kadar etkilemedi. 1890 ila 1930 yılları arasında hemen her Avrupalı, içten içe uygarlığın sonsuza kadar süreceği gibi bir inanç besledi. Kişisel olarak talihli ya da talihsiz olabilirdiniz ama içinizde bir yerde hiçbir şeyin kökten bir şekilde değişmeyeceğini hissediyordunuz. Böyle bir atmosferde entelektüel yalıtılmışlık gibi sanata yönelik özenti bir merak da mümkündür. Tory yönetiminin ve Yüksek Kilise’nin kabuklaşmış tabakasından olan Saintsbury gibi bir eleştirmen de siyasi ve ahlaki bakış açılarından nefret ettiği kişilerin kitaplarını ancak bu devamlılığın, bu güven hissinin bulunduğu bir ortamda dürüstlükten şaşmadan ele alabilirdi.

Fakat 1930’dan bu yana benzer bir güven hissi hiç duyulmadı. Hitler ve ekonomik kriz Büyük Savaş’ın, hatta Rus Devrimi’nin bile yapamadığı ölçüde bu güveni yerle bir etti. 1930’dan itibaren ortaya çıkan yazarlar sadece yaşamları değil sahip olduğunuz tüm değerler planını sürekli tehdit eden bir dünyada yaşıyorlar. Böyle bir ortamda kendinizi çekemezsiniz. Canınıza kasteden bir hastalığa katıksız bir estetik tutumla yaklaşamaz, boğazınızı kesmeye yeltenen bir adama karşı duygularınızı köreltemezsiniz.

Edebiyatın siyasi olmaktan başka yolu yoktu, aksi halde hiçbir şey zihnin sahtekârlığından kaçamazdı.
Faşizm ve Sosyalizmin birbiriyle savaştığı bir dünyada düşünen bir insan, taraf belirlemek zorundaydı ve duyguları yazımında olduğu kadar edebiyat hakkındaki yargılarında da kendine yer açmalıydı. Edebiyatın siyasi olmaktan başka yolu yoktu, aksi halde hiçbir şey zihnin sahtekârlığından kaçamazdı. Sevgiler ve nefretler göz ardı edilemeyecek kadar bilinç düzeyine yakındı. Kitapların konusu birden öylesine önemli olmuştu ki ne şekilde yazıldıkları neredeyse bir mesele olmaktan çıkmıştı.

Aşağı yukarı on yıl boyunca edebiyatın hatta şiirin polemik yazımla iç içe olması edebiyat eleştirisinin işine çok yaradı çünkü saf estetik yanılsamasını yok etti.

Propagandanın o ya da bu şekilde her kitaba bulaştığını, her sanat eserinin bir anlamı ve gerek siyasi gerekse toplumsal ya da dini bir gayesi olduğunu ve estetik açıdan yargılarımızın mutlaka önyargı ve inanışlarımızı da barındırdığını hatırlamamızı sağladı. Sanat için sanat anlayışını çürüttü. Fakat aynı zamanda şimdilik bir çıkmaza da soktu çünkü pek çok yazarın, ayak diremeleri halinde zihinsel dürüstlüğü imkânsız hale sokacak siyasi bir disipline bağlanmaya çalışmasına neden oldu.

Zamanlarında kendilerine açık olan tek düşünce sistemi resmi Marksizm’di ve bu anlayış Rusya’ya karşı ulusçu bir sadakat bağını diretiyor, kendini Marksist olarak addeden yazarı güç siyasetinin sahtekârlıklarına bulaşmaya zorluyordu. İstenen bu olduysa bile söz konusu yazarların varsayımları Rus-Alman Paktı’yla birden darmaduman oldu. 1930’lardaki birçok yazar güncel olaylardan kendini yalıtamayacağını keşfetmişti; 1930’ların sonunda birçokları da entelektüel dürüstlüğünü bir siyasi öğreti uğruna harcayamayacağını, aksi halde yazar olmaya devam edemeyeceğini keşfediyordu.

Estetik titizlik tek başına yetmez ama siyasi doğruluk da yetmez. Son on yılın olayları bizi sallantıda bıraktı, İngiltere’yi şimdilik herhangi bir edebi eğilimin keşfinden mahrum etti ama sanat ve propagandanın cephelerini daha önce hiç olmadığı kadar iyi tanımlamamıza etkisi oldu.

Edebiyat ve Totalitarizm
Modern edebiyat esasında bireysel bir şeydir. Ya düşünce ve duygularınızın gerçekçi bir ifadesidir ya da hiçbir şeydir.
İlk konuşmama bu çağın eleştiri çağı olmadığını söyleyerek başlamıştım. Partizanlık çağındayız ve tarafsızlık mümkün değil. Varsayımlarına katılmadığınız bir kitaba edebi değerini vermenin özellikle zorlaştığı bir çağ. Siyaset –en genel anlamıyla siyasetten bahsediyorum– normalde görülmeyecek bir ölçüde edebiyatı işgal etti ve böylece birey ile topluluk arasında süregelen daimi mücadeleyi bilinç yüzeyimize çıkardı. Ancak bizimki gibi bir dünyada dürüst, yansız eleştiri yazmanın zorluğuyla karşılaştığınızda, bir sonraki çağın tüm edebiyatına musallat olan tehlikenin doğasını da görmeye başlıyorsunuz.

Özerk bireyin varlığını kaybettiği –ya da şöyle diyelim– bireyde özerk olduğu yanılsamasının artık oluşmadığı bir çağda yaşıyoruz. Edebiyat üzerine olan tüm konuşmalarımızda, dahası eleştiri üzerine olan tüm konuşmalarımızda da özerk bireyi sorgulamaksızın varmış gibi kabul ediyoruz. Modern Avrupa edebiyatının tümü –ki son dört yüzyılın edebiyatından bahsediyorum– entelektüel dürüstlük kavramı üzerine kuruludur; Shakespeare’in meşhur sözündeki gibi, “Her şeyden önce de kendi kendinle doğru ol.”1

Yazardan öncelikle yalan söylememesini bekleriz; gerçekten ne düşünüyorsa, ne hissediyorsa onu söyleyecektir. Bir sanat eseri hakkında söyleyebileceğimiz en kötü şey samimiyetsiz olduğudur. Eleştiri için bu durum yaratıcı edebiyatta olduğundan bile daha geçerlidir, sonuçta yazar tam anlamıyla dürüst olduktan sonra edebiyatta şekil ve üslupçuluğa, hatta açıkça anlamsızlığa belli bir yere kadar ses çıkarılmaz. Modern edebiyat esasında bireysel bir şeydir. Ya düşünce ve duygularınızın gerçekçi bir ifadesidir ya da hiçbir şeydir.

Özerk birey kavramını sorgulamadan kabul ettiğimizi söylemiştim. Ama kelimelere döküldüğünde, ancak o zaman, edebiyatın karşı karşıya olduğu tehlikeyi fark ediyorsunuz. Ne de olsa zamanımız bireye hiçbir şekilde özgürlük tanımayan ve muhtemelen bunu yapamayan totaliter devletlerin zamanı. Totalitarizm dendiğinde akla hemen Almanya, Rusya, İtalya gelir ama bence bu durumun tüm dünyaya yayılması riskiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Serbest piyasa ekonomisinde dönemin sonuna gelindiğine şüphe yok ve ülkeler birbiri ardına merkezileşen ekonomiyi benimsemeye başladı, siz buna isterseniz Sosyalizm isterseniz devlet kapitalizmi deyin.

Bununla birlikte bireyin ekonomik özgürlüğü ve büyük ölçüde istediklerini yapma, işini seçme ve dünya üzerinde istediği yere gitme özgürlüğü de sona eriyor. Yakın zamana kadar bunun olacağı öngörülmemişti. Ekonomik özgürlük ortadan kalktığında bireysel özgürlüklerin de bundan etkileneceği aslında tam olarak hiçbir zaman fark edilmedi. Sosyalizm çoğunlukla ıslah edilmiş liberalizm olarak ele alındı. Devlet ekonomik hayatınızın sorumluluğunu üstlenecek ve sizi fakirlik, işsizlik gibi korkulardan kurtaracaktı ama özel düşünce hayatınıza müdahale gereği duymadan. Sanat liberal kapitalist dönemde olduğu gibi gelişebilecekti ve bu gelişme sanatçı artık ekonomik dayatmaların baskısı altında olmadığı için biraz daha fazla olacaktı.

Edebiyat böyle bir ortamda hayatta kalabilir mi? En kısa cevap sanırım hayır olmalı.
Günümüzde yaşananların bu fikirleri yalanladığını kabul etmemiz gerekiyor. Totalitarizm, düşünce özgürlüğünü daha önce hiçbir dönemde görülmemiş ölçüde ortadan kaldırdı. Düşünmeyi yalnızca olumsuz değil olumlu olarak da denetlediğini anlamamız önemli. Belli düşünceleri ifade etmenizi –hatta düşünmenizi– yasakladığı gibi ne düşünmeniz gerektiğini emrediyor yani size bir ideoloji yaratıyor ve davranış kuralları belirlerken bir taraftan da duygu dünyanızı yönetmeye çalışıyor. Böylece sizi dış dünyadan uzaklaştırdıkça, karşılaştırma yapabileceğiniz her türlü standardı yok ettiği yapay bir evrene hapsediyor. Totaliter devlet, her şekilde vatandaşlarının düşünce ve duygularını, en azından eylemlerini hiçe saydığı ölçüde, kontrol etmeye çalışıyor.

Bizim açımızdan önemli soru şu: Edebiyat böyle bir ortamda hayatta kalabilir mi? En kısa cevap sanırım hayır olmalı. Totalitarizm dünyaya yayılır ve sürekli hale gelirse, edebiyat bildiğimiz şekliyle ortadan kalkar. Ve bununla –başta öyle değilmiş gibi gelebilir– yalnızca Rönesans sonrası Avrupa edebiyatının ortadan kalkacağı da kastedilmiyor.

Totalitarizm ve gerek Avrupa’yı gerek Doğu’yu etkileyen eski tutucu anlayışlar arasında bazı çok önemli farklar var. Eski anlayışların değişmediği, en azından hızlı bir şekilde değişmediği gerçeği en önemli fark. Orta Çağ Avrupa Kilisesi, neye inanmanız gerektiğini söylüyordu ama hiç değilse doğduktan ölene kadar aynı şeylere inanmanıza izin veriyordu. Bir gün bir şeye ertesi gün başka bir şeye inanmanızı beklemiyordu. Bu durum günümüzün sıradan her Hristiyan, Hint, Budist ve Müslüman toplumunda az çok geçerli. Bir anlamda kişinin düşünceleri etrafına bir halka geçirilir ama tüm hayatı aynı düşünce çerçevesinde sürer. Duyguları karmakarışık edilmez.

Totalitarizme bakınca, durum tam tersi. Totaliter devlet düşünceyi denetliyor ama bir zemine oturtmadan ve tuhaflığı da burada. Tartışılmaz doktrinler getiriyor ama bunları durmadan değiştiriyor. Doktrinlere vatandaşlarının mutlak sadakati için ihtiyaç duyuyor ama güç siyasetinin dayatmaları yüzünden değişiklikten kaçamıyor. Kendini yanılmaz olarak gösteriyor ama bir taraftan da olduğu gibi nesnel gerçekliğe saldırıyor.

Basit, aleni bir örnek olarak, Eylül 1939’a kadar Rus Bolşevizmi her Alman için dehşet ve nefretle kabul etmesi gereken bir şeydi; Eylül 1939’dan sonraysa hayranlık ve sevgiyle karşılaması gereken bir şey oldu. Rusya ve Almanya arasında önümüzdeki birkaç yıl içinde muhtemel gözüken bir savaş başlaması durumunda, aynı derecede yıkıcı bir değişikliğin yaşanması gerekecek. Almanlardan duygu dünyalarını, sevgi ve nefretlerini gerekirse bir gecede ters yüz etmeleri bekleniyor. Böyle bir şeyin edebiyat üzerindeki etkisine dikkat çekmeye gerek bile duymuyorum. Sonuçta yazmak büyük ölçüde duygu meselesidir ve bunu her zaman dışarıdan kontrol edemezsiniz.

İtalya’da edebiyat felce uğradı ve Almanya’da neredeyse edebiyat yapılmıyor. Nazileri en iyi tanımlayan özelliği kitapları yakmaları.
Zamanın yerleşik inancını destekler gibi yapmak kolay ama anlattığınızın doğruluğunu hissettiğiniz ölçüde yazdıklarınızın bir önemi olur; aksi takdirde yaratıcı güdü eksiktir. Önümüzdeki tüm belirtiler, totalitarizmin takipçilerinden istediği ani duygu değişikliklerinin psikolojik açıdan imkânsız olduğunu gösteriyor. Dünyada zaferini ispatlaması halinde totalitarizmin bildiğimiz şekliyle edebiyatın sonu anlamına geleceğini savunmamın en temel sebebi de bu. İşin aslı totalitarizm şimdiye kadar böyle bir etkiyi yaratmış gibi duruyor. İtalya’da edebiyat felce uğradı ve Almanya’da neredeyse edebiyat yapılmıyor. Nazileri en iyi tanımlayan özelliği kitapları yakmaları. Rusya’da bile bir zamanlar beklediğimiz gibi edebi rönesans gerçekleşmedi ve en fazla umut vadeden Rus yazarlar da açıkça intihar etme eğilimi gösteriyor ya da hapishanelerde kaybolup gidiyor.

Serbest piyasa ekonomisinin açıkça sona ermekte olduğunu söylediğimde düşünce özgürlüğünün de aynı sondan kaçamayacağını öne sürmüş gibi gelebilirim. Ama böyle bir şey olacağına inanmıyorum. Son olarak sadece, edebiyatın hayatta kalmasının liberalizmin en derine kök saldığı yerler yani ordusu olmayan ülkeler ile batı Avrupa ve Kıta Amerikası, Hindistan ve Çin sayesinde olacağı umuduna inandığımı söyleyeceğim. Belki zorlama bir umut ama ekonomide kolektivizmin yaklaştığına, bu ülkelerin totaliter olmayan bir Sosyalizm formu geliştirmeyi bileceğine ve bunda da düşünce özgürlüğünün bireyin ekonomik özgürlüğünün yok oluşuna rağmen ayakta kalacağına inanıyorum. Bu, edebiyatı önemseyen herkesin sıkıca tutunacağı tek umuttur. Edebiyatın değerini hisseden, onun insanlık tarihinin gelişimindeki başrolünü gören herkes, aynı zamanda, bize dışarıdan veya içeriden dayatılan totalitarizme direnmenin bir ölüm kalım meselesi olduğunu da anlamalıdır.

Çeviren: Burcu Uluçay | Oggito
Orwell’in BBC Denizaşırı Servis için yaptığı yayın, yazılı olarak 19 Haziran 1941’de the Listener’da yer aldı.

Kaynak: Yazılar, Sonia Orwell ve Ian Angus’un editörlüğüyle George Orwell’in 1940-1943 yılları arasındaki yazılarının derlendiği The Collected Essays, Journalism and Letters of George Orwell Volume II: My Country Right or Left 1940-1943 adlı kitaptan Türkçeye çevrilmiştir.

1 Shakespeare, William, Hamlet, Perde 1 Sahne 3, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz