Orwell’in İspanya’ya gitmekteki asıl amacı «gazete yazıları vb. için malzeme toplamaktı». Ancak İspanya’ya girebilmek, İngiltere’deki Solcu örgütlerin birinden tavsiye belgeleri almayı gerektiriyordu. Victor Gollanoz 1936 Mayısı’nda Sol Kitap Kulübünü kurmuştu. Kulübün geçici kurul üyeleri Gollanoz, Harold Laski ve John Strachey’di. Kulüp, Orwell‘in Wlgan İskelesine Giden Yol adlı kitabını, uyarıcı bir not ekleyerek de olsa, 1937 Martı’nda yayınlayacaktı.
Orwell’in İspanya için belge edinme yolunda ilk girişimi Strachey kanalıyla oldu. Strachey’in tavsiye kartıyla Komünist Partisi üyelerinden Harry Poütt’e giden Orwell, Uluslararası Tugay’a katılıp katılmayacağı sorusuyla karşılaşınca, neler olup bittiğini görmeden hiçbir yere katılamayacağını belirtti. Bu olaydan sonra, daha önceden «azbuçuk ilişkili» olduğu Bağımsız İşçi Partisi’yle [ILP] bağlantı kurdu. ILP’den Barcelona’ daki parti temsilcisi John McNair’e yazılmış bir tavsiye mektubu aldı.
Savaşmaya karar verdiği zaman, ILP’yle ilişki içinde olan POUM milisine katılmasının esas nedeni bu mektup olmuştur. POUM’u seçmesiyle de, rakip sosyalist gruplar arasındaki karmaşık ve acı mücadelenin göbeğinde buldu kendisini. Ancak olayların gidişinden, özellikle Strachey aracılığıyla Poütt’e yaptığı ilk başvurudan anlaşılacağı gibi bu tamamen Orwell’in isteğiyle gerçekleşmiş bir şey değildi.
Orwell, Marksist teori olarak bildiklerine, onun kendine özgü diline, sekter ve hizipçi kavgalarına İngiltere’deyken de eleştirel bir gözle bakıyordu. Wigan İskelesine Giden Yol’da sosyalistlerin acil görevinin daha çok insanın sosyalistçe davranmasını sağlamak olduğunu ve bunun, kendisine yabancılaşmış bir tavır ve üslup olarak görünen nedenler yüzünden engellendiğini ileri sürüyordu. Kendisini antiemperyalist, antifaşist/eşitlik yanlısı olarak görüyor ve sosyalizmi dolaylı olarak kabul ediyordu. POUM milisine katılması klasik anlamda bir siyasi bağlanma değildi. İngiliz sosyalist ve Marksistlerinde eleştirdiklerinin aynısını İspanya Komünist Partisi’nde olduğu kadar POUM’da da bulmuştu. Ama faşistlerle doğrudan savaşmak için başka yol yoktu ve doktrin farkları başlangıçta onu hiç ilgilendirmiyordu. Birkaç ay geçip bu konuda daha fazla bilgilendikten sonra da tavrını bozmadı; Madrid’de savaşmaya gidebilmek için Komünist Partisi’ndeki bir tanıdığından tavsiye mektubu istemekten çekinmedi. Günkü o sıralar, kendisinin de söylediği gibi, tek düşüncesi hala en yararlı olabileceği yerde savaşmaktı. Siyasi doktrin farkları olsa olsa ikinci sırada yer alabilirdi. «İş kişisel tercihime kalsa Anarşistlere katılmak isterdim» diyor ama en kritik cephede hizmete koşmayı her şeyin önünde tutuyordu.
Bu ayrıntılar hem (epey karışık hale gelmiş olan) tarihi gerçekler hem de Orwell’in doktriner olmayan sosyalizmi konusunda açık bir fikir vermeleri bakımından önem taşıyor. Gerçekten sosyalizmin, Orwell’in kafasında emperyalizme, faşizme ve eşitsizliğe karşı mücadeleden sonra geldiği ileri sürülebilir. Sosyalizm, bu kötülüklerin tümüne karşı genel bir düşünce, genel bir addı ve Orwell İngiltere’den ayrılmadan önce, onun için bundan daha ötede bir içerik taşımıyordu. Orwell’e savaşma kararlılığını veren, İngiltere’de bağlandığı olumlu bir inanç değil, Barcelona’da geçirdiği devrimci deneyim oldu. Hayatında İlk kez «dizginlerin İşçi sınıfının elinde olduğu bir kentte bulunuyordu. «Değecek bir şey uğruna savaşmak» gibi «belirsiz düşünceleri», dönüşüme uğramıştı. Artık «akla uygun görünen tok davranış» faşistlerle savaşmak üzere milise katılmaktı. Miliste «züppelik, para hırsı, patron korkusu vb. glbl uygar yaşamda normal olan birçok güdü varlığını yitirmiş, toplumun alışılagelmiş sınıflaşması, İngiltere’nin leş gibi para kokan havasında akla bile gelmeyecek ölçüde ortadan kalkmıştı.»
Bu deneyim Orwell için tam anlamıyla bir siyasi aydınlanma oldu:
Umudun duygusuzluk ya da kuşkuculuktan daha doğal olduğu, «yoldaş» sözcüğünün başka ülkelerde olduğu gibi boş laf değil gerçekten yoldaşlık anlamına geldiği bir toplulukta yaşıyordunuz… Hiç kimsenin para yapma derdinde olmadığı, her şeyin darlığı çekiği halde kimsenin kimseye yaltaklanmadığı bu topluluk, insana sosyalizmin başlangıç aşamalarının kabaca nasıl olacağını da gösteriyordu belki. Ve bu bana düşkırıklığı vermek şöyle dursun, her şeye rağmen çok çekici geliyordu. Bu etkiyle sosyalizmin bugüne kadar olduğundan çok daha gerçek bir biçimde kurulmasını arzulamaya başladım.
Orwell bu duygusunu, 1937 Haziranında İspanya’dan ayrılmaya hazırlanırken yazdığı bir mektupta çok daha güçlü bir biçimde dile getirmişti: Harika şeyler gördüm. Bugüne kadar sosyalizme hiç inanmamıştım; artık İnanıyorum.
Bu can alıcı vurgulama, Orwell’in devrimci sosyalizmi İspanya’da bulunduğu sırada benimsediğini gösteriyor. Orwell’in yoksul, evslz barksız, ayrıcalıkları reddederek yaşadığı serserilik yıllarıyla Barcelona’daki zor günleri paylaşma deneyimini bir noktaya kadar birleştiren belirgin bir çizgi var ama kişisel tercihlerden ortak bir davaya kesin geçiş de söz konusu artık. En ağır sıkıntılara edilgin bir tavırla göğüs germek, bu sıkıntıları sona erdirme mücadelesine etkin olarak katılmaya dönüşmüştür. Bu nedenle Orwell’in tam devrimci sosyalist olduğu sırada bir iç mücadeleye —hem de deneyim ve gelişimini açıkça görebilmemizi hala engelleyecek ölçüde derin ve sürekli bir biçimde— karışması garip bir çelişki olarak kalacaktır.
Orwell 1937’nin ilk aylarında cephedeyken savaşın ve devrimin geleceği konusunda sonu gelmeyen tartışmalara tanık oldu. Durum gerçekten sınırsız tartışmaya açık bir karmaşa içindeydi. Kaba çizgilerle bir taraf her şeyin faşist orduların yenilgiye uğratılması görevine bağımlı kılınmasını savunurken, öteki taraf faşizmin ancak aynı anda bir toplumsal devrim de gerçekleştiği takdirde yenilebileceğini öne sürüyordu. Savaşın sonradan yazılan çeşitli tarihlerinde, her iki görüş de en ince ayrıntılarına kadar ve çoğu kez buruklukla tekrarlanmış ve incelenmiştir. Bu alanda adım atmaya kalkmanın mayın tarlasında dolaşmaktan farkı yoktur. Tarihçilerin çoğu, POUM’un da yer alacağı anarko-sendikalist ağırlıklı bir devrimi savunmanın, bir ölüm-kalım savaşı içinde yersiz bir hedef şaşırtma olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bazıları, hem savaş sırasında hem de sonra, bunu savaş çabalarının bilerek sabote edilmesi olarak tanımlayacak kadar ileri gitmiştir. Karşıt görüşü, yani devrimin Cumhuriyetçilerin temel güçleri tarafından bastırılmasının Sovyet çizgisine bağlı bir büyük devlet siyaseti olduğu ve dolayısıyla İspanyol halkının uğrunda savaştığı davaya İhanet anlamına geldiğini ise pek az kimse savunmuştur.
Yukarıda gördüğümüz gibi, devrimci Barcelona’daki deneyim Orwell’i militan bir sosyalist yapmıştı. Fakat cephedeki ilk ayların karışıklığı ve eylemsizliği içinde Orwell genellikle Komünistlerin savunduğu çizgiyi destekledi. Çünkü onun gözünde pratik sağduyu, birlik ve etkinlikten yana olmayı gerektiriyordu. Devrimci milisin dağınıklığını anlatırken, okulda ve imparatorluk Polisinde gördüğü askeri eğitimden örnekler getirir sık sık. Öte yandan milisin devrimci ruhuna ve pratikteki yoldaşlığına hayrandır. Zaten savaşmasının da başlıca nedeni budur.
Durum değlşmemiş olsaydı bu çelişki ne yönde çözülürdü, bunu söyleyebilmek zor. Orwell’in kafasındaki çelişkili dürtüler, çevresindeki olayları değerlendirmesine çok açık bir biçimde yansıyordu. Eğitim ve öğretiminden gelen etkiyle, etkinliğin başlı başına bir değer olduğu inancındaydı. İngiltere’deki serserilik yıllarında geçirdiği toplumsal gelişim sonunda ezilenlerin ortak davasına yürekten bağlanmıştı ve bu davanın savunulmasını engelleyen ya da geciktiren siyasi bölünmelere dayanamıyordu. Bu İki özelliği onu zaten Halk Cephesinin doğal üyesi yapıyordu. Üstelik resmi Cumhuriyetçi görüşten de etkilenmiyor değildi. Ama ortak davaya daha önce edilgin olarak duyduğu inanç, geçirdiği devrimci deneyimle, insanlığın yeni dünyasında yaşama duygusuyla gerçekleşmiş ve hareket kazanmıştı. Cephede üç buçuk ay kaldıktan sonra Barcelona’ya döndüğünde ise farklı bir kentle karşılaştı. Barcelona 1936 Aralığında «sınıf ve servet farklarının hemen hemen bulunmadığı» bir yerdi. Şimdi ise «İşler normale dönüyordu. Lüks otel ve lokantalar pahalı yiyecekleri mideye indiren zenginlerle doluydu. Oysa yiyecek maddesi fiyatları büyük bir fırlayış gösterdiği halde, işçi sınıfının ücretlerinde buna koşut bir artma olmamıştı.» Devrimci hava her yönden kaybolmaktaydı, denetim artık görünüşte bile işçi sınıfının elinde değildi. Bu yalnızca halk milisinin kaldırılmasına ve merkezi orduyla merkezi yönetimin yeniden örgütlenmesine yol açan siyasi değişiklikler sonucu olmamıştı. Ama bu değişikliklerde üstü kapalı bir biçimde varolan İktidar mücadelesi artık «normale dönmüş» gözüken Barcelona’da patlak verince, Orwell’in kimden yana olacağı kesindi. O, yasadışı ilan edilen ve bastırılan hareketin bir parçasıydı. Bunun POUM milisinde görev yapmasıyla hiçbir İlişkisi olmadığını da vurgulamak gerek. Barcelona’daki çatışmayı anlatışı, bu mücadelenin olağanüstü karmaşık olduğunu ortaya koymaktadır. Bu arada sadece gördüklerini aktardığını, her anlatı gibi bunun da yanlı, önyargı ve hatalara açık olduğunu belirtmeyi de ihmal etmez. Ne olursa olsun, kendisine ve cepheden gelen yoldaşlarına yapılanlar öylesine keyfi ve vahşiydi ki başka türlü davranabilmesi olanaksızdı. Sokak savaşının nasıl ve hangi siyasi nedenlerle başladığı konusunda farklı şeyler anlatıldı, hala da anlatılmaktadır. Orwell’in bütün bildiği, bilebileceği, yeniden sınıflara bölünmüş olan bu kentte, cepheden dönen insanların faşizmle mücadele adına, hatta anlatılanların çoğuna göre, gerçek halk ve sosyalizm davası adına polisler ve muhafızlar tarafından kitle halinde tutuklandıklarıydı. Bu deneyim Orwell’de asla kapanmayacak bir yara açtı. Zaten kapanacak olsa Orwell hakkında asıl o zaman daha kötü düşünmek gerekirdi.
Bir devrimin ve İç savaşın unutulmayacak derecede canlı bir kişisel öyküsü olan Katalonya’ya Selam, bazı yönleriyle Orwell’in en önemli, insanı en çok duygulandıran kitabıdır. Fakat çift yanlı siyasi nedenlerle, bu kitaba Orwell’in daha önceki ve sonraki yazılarının bazılarından daha az değer verilmiştir. İç mücadeleler konusunda Orwell’in kaçınılmaz olarak tartışmalı yorumları, o günden beri soldaki pek çok okuru kitaptan uzak tutmuştur. Daha az fark edilen bir başka olgu ise, Orwell’in devrimci sosyalizme gösterdiği açık ve duygulandırıcı bağlılık nedeniyle farklı ve daha geniş bir okur kitlesinin de kitaptan kopmuş olmasıdır. Çünkü bu okurlar, daha sonraki yapıtlarından edindikleri yerleşmiş Orwell imgesiyle onu siyasi düşkırıklığının, devrim ve sosyalizmin kaçınılmaz yenilgisinin sesi olarak görüyorlardı. Katalonya’ya Selam’da bu görüşü destekleyecek malzeme yok değildir. Orwell devrimci ruhun yitirilmesini ve bastırılmasını şöyle anlatır: «[İspanya’da olanlar] bütün dünyada oynanmakta olan büyük bir oyunun geçici ve yerel bir aşamasıydı, o kadar.
Yine de, İspanya hakkında yazdıklarının hiçbirinde, daha sonra sağcı bir görüş olarak değerlendirilebilecek yargılara varmaz. Saflarında bulunduğu devrimci hareket bastırılmış olmasına karşın İspanya’dan inançlı bir devrimci sosyalist olarak dönmüştür: «Etiyle kemiğiyle gerçek bir işçiyi doğal düşmanı polisle çatışma içinde gördüğüm zaman kimden yana olacağımı çok iyi bilirim.»” «Burjuva komünizmi» diye adlandırdığı şeyden ve onun yüceltilmiş «işçi» sinden, İspanya’ya gitmeden önce de duyduğu kuşku hala sürüyordu, ama gerçek mücadele içinde secimin) yapmıştı. İspanya’daki resmi komünist siyasete ve yabancı basının İspanya’daki mücadele üstüne verdiği haberlere çok kızıyordu. Daha o zamandan «Stalinizm» diye adlandırdığı bu olguya duyduğu nefret hiç değişmedi. Ama İspanya deneyiminden sonra —bugün dışardan bakıldığında «keskin» denebilecek— devrimci sosyalist tutum içindeydi. İspanya’daki mücadeleyi devrimci sosyalist açıdan anlatışı, hem kapitalist düzene hem de bağnaz komünizme amansızca düşman olan tavrıyla sonradan Budapeşte ya da Paris olaylarının anlatılışına büyük bir benzerlik gösterir. Orwell’in siyasi gelişimindeki bu aşamanın üstünde özellikle durmak gerek.
Çok daha ilgi çekici olabilecek bir nokta ise Orwell’in bu konumdan, son yıllarındaki konuma nasıl ve ne zaman geldiğidir. Örneğin, komünist basının resmi yalanlan olarak gördüğü şeylerle giriştiği tartışmalardan çok sonra, 1942′ de «İspanya Savaşına Bakış»ı yazdığı zaman totaliter tehlike olarak hala faşizmi görüyordu. «Nesnel gerçek kavramı dünyadan silinip gidiyor» diye düşünmesinin nedeni faşist propagandaydı: Daily Mail ve Catholic Herald’ın Franco yanlısı propagandalarıydı. «Önderin ya da yönetici bir kliğin yalnız geleceği değil geçmişi de denetim altında tuttuğu bir kabus dünyası. Önder, filan olay için ‘asla olmadı’ diyorsa asla olmamıştır, önder ‘iki kere iki beş eder’ diyorsa öyledir.» Nazi teorilerinden çıkarmıştı bu görüntüyü. Blrıdokuzyüzseksendört’ün bu dolaysız habercileri, esas olarak Orwell’in faşizme karşı duyduğu tepkiyi dile getiriyordu. Orwell örneğin «kölelik» kurumunun yeniden kurulduğunu Nazilerin çalışma kamplarına bakarak söylüyordu. Genelde Orwell’in İspanya’dan düşkırıklığına uğramış bir sosyalist olarak döndüğü ve bundan sonra enerjisini, insanları totaliter bir sosyalist geleceğe karşı uyarmaya adadığı düşünülür ama bundan daha yanlış bir düşünce olamaz.
Yine de gerçek gelişimini izleyebilmek kuşkusuz zor. 1938’de Bağımsız İşçi Partisi’ne katılışını şöyle açıklıyordu: «Sosyalizme sadece yakınlık duymak yetmez, etkin bir sosyalist olmak gerekir. Yoksa her zaman etkin olan düşmanlarımızın aleti oluruz.»4» «Geçen on yıl içinde… kapitalist toplumun gerçek niteliğini bir ölçüde kavradığın» söylüyor, gelecek seçimleri işçi Partisi’nin kazanmasını umut etmekle birlikte bu partinin sosyalizmi konusunda düşler beslemediğini ve «kapitalist demokrasi adına kimsenin kendisini bir çocuk gibi elinden tutup götürmesine izin vermek» niyetinde olmadığını belirtiyordu.
Yine 1938’de pasifizmin aydınlar için yumuşak bir seçenek olduğu anıştırmalarına karşı savaş karşıtı hareketi savundu.
Hakikat şu ki, bırakın gerçek devrimci değişikliği, herhangi bir gerçek ilerleme bile ancak halk kitleleri kapitalist-emperyalist savaşı kesinlikle reddederlerse başlayabilir… Onlar «demokrasiyi savunmak için», «faşizme karşı» ya da modası geçmiş başka bir slogan uğruna savaşmaya istekli olduklarını gösterdikleri sürece, daha kimbilir kaç kez aynı oyuna geleceklerdir.
Borkenau’nun Komünist Enternasyonal kitabını eleştirirken şöyle söylüyordu:
Batı kapitalizminin sorunları çözülecekse, bu gerçekten devrimci bir hareketle, yani köklü değişimler yapmaya ve gerekirse zor kullanmaya hazır ama demokrasinin temel değerlerinden komünizmin ve faşizmin koptuğu gibi kopmayan üçüncü bir seçenekle gerçekleştirilecektir. Böyle bir hareketin büyüme yeteneğine sahip tohumları pek çok ülkede var.
Horbert Read’e şunları yazmıştı:
Yaklaşan savaşa karşı çıkmayı amaçlayan bizim gibi insanların savaş aleyhtarı yasadışı faaliyetler örgütlemeye girişmesinin çok gerekli olduğu inancındayım… özellikle ünlü kişilerin en iyi sonuçları açık mücadeleyle elde edeceği düşüncesine tamamen katılıyorum ama aynı zamanda bir yeraltı örgütünün de bulunması çok işimize yarayabilir.”
Orwell Read’e yazdığı bir başka mektupta da yeraltı etkin, tikleri için önerilerde bulunurken günün siyasi ortamında solun çoğunluğunun uzlaşmacı bir tavır alacağı ve faşistlere karşı çıkacak tek seçeneğin «kendileri gibi ayrılıkçı solcular» olacağı düşüncesindeydi. 1939 Temmuzu’nda İngiliz emperyalizmi üstüne yazarken şu soruyu soruyordu: «Hitler’in sistemini, ondan daha büyük ve kendi farklılığı İçinde en az onun kadar kötü bir şeyi güçlendirmek için yıkmanın, başarabilsek bile, anlamı ne?»”
Savaş karşıtı devrimci sosyalizm döneminde Orwell’in, çok sık eleştirdiği devrimci dildeki sıfatla, «Troçkist» olmadığını eklemek gerek. Kendisi «Stalinist» çok sık kullanmakla birlikte, «Troçkist» sıfatının rastgele kullanılan bir hakaret olduğunu ileri sürüyordu. Ama aynı dönemde. Sovyetler Birliği’nin hatalarının «Bolşevik Partlsi’nin nitelik ve amaçlarına» kadar uzandığına inandığını açıkça belirtti. «Sürgündeki Troçki Rus diktatörlüğünü kınıyor ama bundan kendisi de en az şu anda hayatta olan herkes kadar sorumludur.»”
Devrimci sosyalizme yeni bir kimlik kazandırmaya çalışan Orwell, örgütlenebileceği bir üs bulamadı ama bu yoldaki umut ve planlarını bırakmadı.
Sonra birdenbire, Sanki bir gecede tamamen değişiverdi. Değişikliğin nedeni ne savaşın başlamış olması ne de HitlerStalin antlaşmasıydı. İşin aslı şuydu:
Rus-Alman antlaşmasının açıklanmasından bir gece önce rüyamda savaşın başladığını gördüm. Freud’cu derin anlamlan ne olursa olsun, bazen duygularımızın gerçek durumunu ortaya koyan rüyalardan biriydi. İki şey öğretti bana: Birincisi, uzun zamandır korkuyla beklenen savaş başladığı zaman rahatlayacaktım; ikincisi, yüreğimin derininde bir yurtseverdim, kendi tarafıma karşı eylem ve yıkıcılık yapamayacak, savaşı destekleyecek, olanak bulursam savaşacaktım.4»
Orwell Mart sonlarında Fas’dan İngiltere’ye dönmüş bulunuyordu. Babası Haziran’da ölmüştü. Yukarıdaki rüyanın anlatıldığı «Sağıyla da Soluyla da Benim Yurdum» adlı denemede 1914-18 Savaşı sırasında çok gene olduğundan ve «savaşı kaçırdığı için insanın kendisini daha az erkek hissettiğinden söz ediyordu. Orwell çok genç yaşlarından başlayarak sık sık askeri eğitim görmüştü ve «onun yaşındaki insanlar için İspanya İç Savaşının çekiciliği biraz da Büyük Savaşa çok benzemesinden ileri geliyordu.» Ertesi yılın ilkbaharında Muggeridge’in The Thlrtles [Otuzlu Yıllar] kitabını eleştirirken şöyle diyordu:
Bunalım anı gelip çatınca her şeye rağmen yurtsever olduğunu fark etmek, askeri gelenek içinde yetişmiş orta sınıf insanına özgü bir duygudur, «ileri» ve «aydın» olmak. Albay Blimp’i alaya almak, tüm geleneksel bağlılıklardan kurtulduğunuzu ilan etmek pek güzel. Ama gün gelip çölün kumu kana bulanınca bir şey İnsanın kafasına dank ediyor: İngiltere benim İngiltere’m, bugüne kadar senin için ne yaptım! Kendim de bu gelenek içinde yetiştiğim için hangi kılığa bürünürse bürünsün onu tanıyabiliyor, üstelik yakınlık da duyuyorum. Günkü en aptal, en duygusal haliyle bile solcu aydınların sığ kendini beğenmişliğinden daha güzel.»
Bu açıklamaya göre Orwell’deki ani değişikliğin, aslına dönmekten başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Bu bir anlamda doğrudur. Ama Orwell, geleneklerin sağladığı olanakla gerçekleştirdiği bu basit yeniden uyum eyleminin altında çok derin bir umut kırıklığı sürecini yaşıyordu. Bunu, Soluk Almak İçin Yüzeye Çıkış’ın ardından 1939 yazında yazdığı «Balinanın İçinde» denemesinde açıkça belirtir. Henry Muler’e ilişkin düşüncelerini anlatırken edilginlikten sempatiyle söz etmektedir:
Dünya sürecinin kendi denetimi dışında olduğuna inanan ve onu denetlemeyi zaten istemeyen insanın dünya görüşü [dür edilginlik.]… İlericiliğin de gericiliğin de üçkağıtçılık olduğu ortaya çıkmıştır. Susup oturmaktan, gerçekliğe boyun eğerek onu dehşetten arındırmaktan başka çare yok gibi. Balinanın içine girin —daha doğrusu, balinanın içinde olduğunuzu kabul edin (çünkü zaten içindesiniz). Kendinizi dünya sürecine koyverin, ona karşı mücadele etmeyi ya da onu denetlediğinizi sanmayı bırakın. Kabul edin, katlanın, kaydedin.»
Bu, dönemin tehlikelerine karşı bir yazara tavsiyesidir Orwell’in. Ama genelde, kendi yaşadığı gerçek umut kırıklığını göstermektedir. Orwell kendisini olmadık eziyetlere sokmuş, kıyasıya savaşmış, boynuna bir kurşun yemiş, veremle boğuşmuş, enerjisinin büyük bölümünü siyasi yanılsamalar, yalanlar, değersiz inançlarla dolu görünen bir çölde harcamış, sonunda «İngiltere» efsanesiyle Avrupa’nın yarattığı büyük düşkırıklığı arasında sıkışıp kalmıştı. Artık yapabildiği kadar bir uzlaşmaya varıp köşesine çekilmeliydi. Bundan sonraki siyasi gelişimini izlemek için, Orwell’e bu açıdan bakmanın doğru olacağı kanısındayım.
Orwell’in savaş zamanındaki gazete yazılarının çoğu renkli olmakla birlikte en iyi ürünleri değildir. Kendisinin 1937’yle 1939 arasındaki tavrının aynısını ya da benzeri tavırları sürdüren ya da yeni benimseyen kişileri eleştirdiği yazılar polemik açısından renklidir ama bir yandan da fazlasıyla kin ve hakaret doludur. Dönemin bunaltıcı baskısı altında dürüst ve tutarlı bir tavır koyabilmek, Orwell’in de çok iyi bildiği gibi hemen hemen olanaksızdı. Sekter gevezelikler, «teslimiyetçi» grupları bulup damgalama çabaları zaman zaman kendisinin de farkına vardığı bir küçüklük ve aşağılık taşıyordu. 27 Nisan 1942’de güncesine şunları yazmıştı: «Hepimiz gırtlağımıza kadar pisliğe battık. Bir yerlerden bir çıkar bekleyen insanlarla konuştuğum ya da yazılarını okuduğum zaman, aydın dürüstlüğünün ve dengeli yargının dünyadan silinip gittiği duygusuna kapılıyorum. Herkes demagog mantığıyla düşünüyor…»4# Bana öyle geliyor ki, bu, yalnız eleştirdikleri için değil, savaş zamanındaki kendi yazıları için de —tümü için olmasa bile— geçerli. Abartma ve çılgınlığa kendisi de çılgınca bir abartmayla karşılık vermişti.
«Teslimiyetçilere saldıran yazıları ve Hindistan’a yapılan propagandayı gerçekten «dürüst» tutmaya çalıştığı BBC’ deki işi dışında kalan, halka yönelik yazılarında savaşın desteklenmesini, Hitler’i de İngiliz sınıf sistemini de aynı anda yenilgiye uğratacak devrimci bir savaşa dönüştürme hedefiyle birleştirmeye çalıştı. Bu da ötekiler gibi bir umuttan başka bir şey değildi.
1944 sonlarında, geçmiş yıllarda yaptığı çözümleme hatalarını kamuoyu önünde gözden geçirmek üzere yazdığı bir yazıda, tipik Orwell sesi yeniden kendini gösterdi: «Öyle sanıyorum ki, savaşa ‘karşı’ çıkanımızın da, savaşı ‘destekleyen’imizin de ilk kabul etmesi gereken şey hepimizin hatalı olduğu.»50 Bu bir açıdan Orwell’in dürüstlüğüne ve açıkgözlülüğüne özgü, mantıklı bir itiraftı. Ama bir başka açıdan, daha derinde yatan umutsuzlukları birleştirecek yeni bir öğeyi, tüm —ya da hemen hemen tüm— siyasi düşüncelerin, insanın kendi dilek ve düşlerine uyum sağlayabilmesi için bir yol olduğu anlayışını gündeme getiriyordu. 1946’da şöyle yazmıştı Orwell:
Bence ininin, tıpkı ölmesi muhtemel bir hastanın hayatını kurtarmaya çalışan doktor gibi siyasi mücadeleyi sürdürmeli. Ama… önce siyasi davranışların çoğunlukla akıl dışı olduğunu, dünyanın, tedaviye girişmeden önce teşhisi gereken bir tür akıl hastalığı çektiğini kabul etmezsek hiçbir yere varamayız.»
İşte Bindokuzyüzseksendört’ü anlamamız için gerekli olan yargı budur. Tabii Orwell buna siyasi bir üstyapı vermişti. Bu üstyapının ana öğesi, totaliter tehlike olarak faşizmin yerini komünizmin almasıydı. Soğuk savaşın ilk yılları olan o döneme özgü akımın bir parçasıydı bu. Ama Orwell’in deneyimi ve gelişimi gözönünde tutulunca belirleyici bir önem kazanmaktadır.
Orwell atom bombasını büyük bir dönüm noktası olarak görüyordu: «Ya biz onu reddederiz ya o bizi yok eder.» (Kasım 1954) Ama siyasi coğrafya değişmekteydi. 1943’de şöyle yazmıştı:
Amerikalı milyonerlerle İngiliz asalaklarının bize kabul ettirmek istedikleri sıkıcı dünya şekillenmeye başladı. İngiliz halkı kitle halinde karşıdır böyle bir dünyaya… Duygusal açıdan bu ülkenin çoğunluğu Amerika yerine Rusya’ya bağlanmayı yeğler.
1947’ye gelindiğinde bu tersine dönüşmüştür:
«Rusya’yla Amerika’dan birisini seçmek zorunda katsanız hangisini seçerdiniz?»… Artık kendi ayaklarımız üstünde duracak kadar güçlü değiliz. Eğer bir Batı Avrupa Birliğini gerçekleştiremezsek uzun dönemde siyasetimizi Büyük Devletlerden birine bağımlı kılmak zorunda kalacağız. Bugünlerde moda olan bütün gevezeliklere rağmen herkes için için Amerika’yı seçmemiz gerektiğini biliyor.
Bu siyasi tutum değişikliğinin altında dünyanın, her biri atom bombasına sahip olan ve otoriter rejimlerle yönetilen iki-üç süper devlet tarafından paylaşılacağı korkusu yatıyordu. Orwell bu otoriterizme Borkenau’dan aldığı deyimle «oligarşik kolektivizm» adını takmıştı. Bindokuzyüzseksendört’ün dünyasıdır bu kuşkusuz. Ancak Orwell’in bu kritik yıllarda büyük devlet siyasetine, sürekli savaş ekonomisine ve otoriterizme (ki her yerde, her siyasi etiketin ardında bu eğilimleri görüyordu) dayalı bir gelecek teşhisine varması, sonra da bunu doğrudan yalnızca Sovyet sistemiyle özdeşleştirmesi dikkat çekici bir noktadır.
Orwell bir demokratik sosyalist olarak kaldı. Siyaset enerjisinin çoğunu geniş bir cephede sivil özgürlükleri savunmaya verdi. Ama geleceği, özünde genel bir kabus olarak görmüş, sonra dönemin siyasi akımlarının da etkisi altında, bunun hedefini öylesine daraltmıştı ki, sonunda kabusun kendisi kabusu yaratan öğelerden biri haline geldi.