“Yağmurlu bir akşam, raftan bir kitap çekip, uysal bir abajur aydınlığında şiir okumayalı, kim bilir ne kadar oldu?” Biliyorum, cevabınız hazır: Şiirin sırası mı, yahut, maişet gailesine düşmüşüz! Sanki şairler toplumsalın anteni değildir, o gaileyi de yansıtmaz. Gerçek şu ki, hangimiz ezberimizde bir mısra arayacak olsak, lise yıllarımıza uzanmak zorunda kalıyoruz. Şiir okumak alışkanlığı, öğrencilerle, hassasiyeti marazi bazı kadınlara bırakılmış gibidir. Büyük kalabalık, şairlerimizi tanımıyor. Şiir kitaplarının satışı, yıldan yıla düşmekte, basımı tavsamaktadır.
Oysa şair milletiz!.. Bırakın halk ve divan edebiyatımızdaki şiir sıradağlarını, en duygusuzumuz bile iki kadeh içti mi, iç cebinden mutlaka, sayfalarına kurşun kalemle mısralar karalanmış küçük bir defter çıkarır. Yoksa bu, eskiden mi böyleydi? Şiir hayatımızdan çıkıyor. Tabii, şair de. En yanlış spikerlerin, en yanlış şiirleri en yanlış seslerle okuyuşlarına isyan etmeyişimizden belli değil mi bu? Ya da, günlük yaşantımıza bir türlü katamadığımız şiirselliği, şiir kitaplarından edinmeye olsun, çalışmayışımızdan?
Acaba şairlerimiz bundan mı genç ölüyor?
Hayır, şaka etmiyorum. Türkiye’de şair ömrü, ortalama ömürden kısadır. Daha garibi var. Meşrutiyet’ten ‘müdevver’ şairlerimiz, Cumhuriyet şairlerinden uzak yaşamışlardır. Kaba mantık, değişen topluma ayak uyduramayıp, daha erken gitmeleri gerektiğini mi söyler, tam tersi oldu: Yahya Kemal, Halit Fahri, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, hayli ‘ihtiyar’ öldüler. Buna mukabil, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Fethi Giray, Ceyhun Atuf, Ömer Faruk, Suat Taşer, Niyazi Akıncıoğlu, Cahit Irgat, aramızdan ‘genç’ sayılabilecek yaşlarda ayrılmışlardır. Bunda elbet Meşrutiyet neslinin toplumla evvelden özdeşleşmiş olması; oysa Cumhuriyet neslinin, geleneksel şiir tavrını ve sesini, TDK Türkçesiyle sürdüremediği için, yabancılaşma etkili olmuştur. Ama tek sebep bu mu? Osmanlı geleneğinde divan şairi paşalarla beylerin, halk şairi eşkıyayla köylerin himayesindeydi. Cumhuriyet şairi, milletin himayesinde olacaktı; nedense, sık örselenen ‘üvey evlat’ muamelesi görüyor.
Kötümser ve acı mıyım? Nasıl olmam? Yazarlar Kooperatifi’nin dergisinde manşet: ‘Ozanımıza sahip çıkalım’. O da ‘genç’ sayılmaz mı? Tabela ressamlığından arzuhalciliğe, neler yapmış, Ankara’da pıtrak gibi yerden fışkıran o naylon gazetelerde, ne yazı hamallıkları!.. Elektrik kısıntılarının mezar karanlığına bürüdüğü yayınevindeki odamda, söyleşilerimizi hatırlıyorum: Meğer Gürün’de (Sivas) kadı dedemin (babamın babası) komşusuymuşlar; benim hiç görmediğim Gürün, onun sılası; amca oğullarım, oyun arkadaşları!.. Taşralı bir heyecanla bunları anlatıyor. Ya da geçimine katkı olsun diye, kimsenin görmediği bir gazetede düzenlediği sanat sayfalarını!.. Kitapları defalarca basılabilen, ender şairlerimizden biridir ya, şairliğiyle geçinemiyor: Şiirini ve sağlığını yıpratacak, yan işler tutmak zorundadır.
Handiyse bir yıl oldu, komayla bitkisel hayat arası bir yerdedir, o desteklere şimdi ihtiyacı çok daha büyük; ‘ozanımıza sahip çıkalım’ diyen derginin duyurmak istediği bu değil mi? İnsanlığımıza bir çağrı olduğu kadar, vurdumduymazlığımıza şiddetli bir şamar!.. Evet, bu bir gerçek, şairler de ölür, fakat niye böyle genç, bu kadar erken?..