Arapların bir atasözü vardır: “El cahilûn cesurûn.” Yani cahil kişi cesur olur. Biz de sanırım yeni şiiri bütün derinliğiyle anlayamıyoruz ama anladığımızı sanıyoruz. O şiirin karşısında duyduğumuz zevkle şiir şansımızı, hayranlığımızı yitirmiyoruz.
Şiir yazmaya ne zaman, nasıl başladınız?
Lisenin onuncu sınıfındaydım ilk şiirim çıktığı vakit. Varlık dergisinde yayımlandı. Ekim 1935. O sıralarda Necip Fazıl şiirinin yanı sıra Yedi Meşale şiiri sürüyordu. Ziya Osman Saba ve Cevdet Kudret’in şiirlerini çok sever, onlarda bulduğum ekspresyonizmi taklit etmek isterdim. Ama Varlık’ta yayımlanan ilk dört-beş şiirim, Necip Fazıl’ın iki dörtlükle kurulu küçük şiirleri gibi şiirler oldu.
Şiirlerinizde daha çok içine kapanık, ev içlerinde yaşayan küçük insanların ince hüzünleri, ezilmişlikleri, kırılmışlıkları dile getiriliyor. Bu konuda sizin de bir şeyler söylemenizi isterdim.
Bunu bir benzetmeyle açıklasam daha iyi: Hani eski Yunan tragedyalarında âdettir; cinayetler hep sahne gerisinde işlenir. Ölümleri, sahnede o görünen oyunculara ve seyircilere haberciler iletir, ayrıntılarıyla onlar anlatır. Ben de hep sahne gerisinde, belki aksilik ama hep sahne ardında yeni yeni küçük ölümler görüyorum; gördükçe sahneye geliyorum; bakıyorum orada büyük tragedyalar oynanıyor; belki onların bütünlüğünü bozuyor ama yine duramıyor; dikkati, önemsiz sayılan bu küçük ölümlere de çekmek isteyen bir haberci oluyorum. Bence bu önemli. Bütün şiirlerimden çıkacak anlam bu. Küçük ölümler sanılabilir yazdıklarım; ama büyük tragedyaların yanı sıra yine de önemli ve bir bütünlük taşıyan sorunlar bunlar.
Şiirlerinize şöyle topluca, dışarıdan, çıplak gözle bakacak olsanız, kendinizi nasıl tanımlardınız?
Üç dönem düşünülebilir. Kapalı Çarşı’yla başladık işe, bismillah diyerek. Hani Necip Fazıl’ı, Ziya Osman’ı, Cevdet Kudret’i çok severdim dedim ya, onların etkisindeki şiirlerim yoktur Kapalı Çarşı’da. Sonra Çevre çıktı, Evler çıktı, Eski Toprak çıktı. Üç dönem düşünülebilir: Kapalı Çarşı, Çevre bir de Eski Toprak. Bütün bu dönemlerde, yani başlangıçtan bu yana “iç”te pek bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa sudaki halkaların genişlemesi gibi, daha bir ayrıntılara açılmak düşünülebilir. Ama biçimlerde, ilk şiirlerden bu yana zamanla büyük bir değişme olduğunu kabul etmek gerek. Eski Toprak’tan sonra yazdıklarımda da Eski Toprak şiir anlayışını, estetiğini sürdürmek istedim. Bu üç dönemde de öz, iç değişmedi kaldı; yalnızca halka halka genişledi.
Sudaki halkaların genişlemesini, bu biçimsel değişikliği biraz daha açar mısınız?
İlk şiirlerde, yani Kapalı Çarşı’yı ve Çevre’yi oluşturan şiirlerde düzyazı cümle yapısının ağırlıkta olduğunu söyleyebiliriz. AmaEvler’den bu yana, bu nesir düzeninden çok uzaklaştığımı sanıyorum. Sözcüklerin ses olanaklarını araştırdığımı, düşünceler arasında boşluklar bıraktığımı, yalnızca şiiri bir bütün olarak düşündüğüm için, birbirinden uzak sözcükler arasında çağrışımlarla yine ayrı bir şiir düzeni kurmak istediğimi sanıyorum.
Size şimdi soracağım soruyu daha iyi açıklayabilmek için bize önceKapalı Çarşı adlı kitabınızdaki “Kır Şarkısı” adlı şiirinizi okur musunuz?
Okuyayım. (okur)
Bir de Varlık dergisinin son sayısında yayımlanan “Panik” adlı şiirinizi okumanız gerecek.
Ama o şiir oldukça uzun. İsterseniz okuyayım. Peki, okuyayım. (okur)
İlk okuduğunuz “Kır Şarkısı” adlı şiirinizde tanrı Pan, oldukça yumuşak, iyimser, insancıl, rahat bir tanrı. Oysa yıllarca sonra yazdığınız “Panik” adlı şiirinizde anlattığınız Pan’ı, beton yapılara, büyük caddelere, kirli kent yaşamına sokuyor ve ona daha sert, daha acımasız, daha kötümser bir yüz ve yürek takındırıyorsunuz. Neden?
Doğa, insandan uzaksa temizdir, saftır, cana yakın ve hilesizdir. Bakın o yüzdendir ki satirik şiir, doğaya asla yaklaşamamıştır. Satirik şiir, insanın bulunduğu yerde başlıyor. Bu tip şiir, yani yergi şiiri, bir bakıma trajik şiir. Yani komik ve groteskle gizlenmek istenmiş bir tragedya var satirik şiirde. Eski kırların munis Pan’ı, o “Kır Şarkısı”ndaki cana yakın Pan, kent kriz ve sorunlarının kent dışlarına da taştığı kır ve köy insanlarını kentlere bir yaşama içgüdüsüyle itelediği bir dönemde elbette korkunç ve gazaplıdır. Çünkü kentlerin olduğu kadar doğanın da sükûnu bozulmuştur. İki Pan arasında, yani iki Pan şiiri arasında en az bir on beş yıllık fark olduğunu da, bu on beş yıl içinde birçok yeni sorunların ortaya çıktığını da hatırlamak gerekir.
Sonradan kitaplarınıza da aldığınız önemli şiirlerinizi dergilerde yayımlamaya başladığınızda “Garipçiler” adıyla andığımız Orhan Veli ve arkadaşları yeni bir şiirin kavgasını yapıyorlardı. Siz o şiirin dışında, kavgasız, değişik bir şiir anlayışını sessizce sürüp geliştirdiniz. Siz de, Dağlarca da.
Doğru. Kısaca söyleyeyim: Birincisini, aydınlığın, görünenin şiiri, hele başlangıçta, sığ suların şiiri diye düşünmek mümkün. İkincisi, ona göre, yani onun yanında daha çapraşık, daha ötelerde, arka planlarda, karanlığın içindeki aydınlık, diye düşünülebilir.
Şiirinizde sürekli bir oluşum, birbirini tamamlayış, bir bütünlüğe varıştan söz edilebilir sanıyorum.
Bunu aşağı yukarı az önce de söyledim. “Öz”ün, “iç”in halka halka genişlemesi, bir bütünlük olduğunu gösterir zaten. Yeni akımlar ortaya çıktıkça şairin, “eski ağıza yeni taam” kabilinden ayrı kişiliklere bürünmesini ben acayip bulurum. İnsanda bir öz vardır; o öze yeni kılıklar katabiliriz zaman zaman ama gövde, beden değişmez ki. Bütünlük varsa doğa yasasının sonucu bir bütünlüktür bu.
Bir önceki kuşaktan olduğunuz halde, bugünkü kuşağın ozanlarıyla şiirini atbaşı yürüten bir siz varsınız. Kişiliğinizi koruyarak şiirinizin büyüsünü olanca gücüyle sürdürebilen bir sizsiniz.
Arapların bir atasözü vardır: “El cahilûn cesurûn.” Yani cahil kişi cesur olur. Biz de sanırım yeni şiiri bütün derinliğiyle anlayamıyoruz ama anladığımızı sanıyoruz. O şiirin karşısında duyduğumuz zevkle şiir şansımızı, hayranlığımızı yitirmiyoruz. Bence, şiir okumayı sürdüren, şiirle ilgisini kesmeyen her şair, kendinden sonraki güzel yapıtlar karşısında şevke gelir ve varsa biraz cevher, yani eskiden kalma bir şeyler varsa bir öz varsa onda, şiirini tazeler, sürdürür.
Sizden sonra gelenler arasında sizin etkilerinizi taşıyanlar oldu. Onlar arasında sizi etkileyen de oldu mu?
Ben bunu şimdi sizden duydum. Yani bazı şairleri etkilediğimi. İyi mi desem, fena mı? Yani sevinmek mi gerek, yoksa onların hesabına yerinmek mi? Çok daha iyi şairler vardı, onlardan etkilenebilirlerdi. Kendimden sonraki şairlerden etkilendiklerim oldu mu? Hangileri? Bunu saptayamam. Çok sevdiğim, şiirlerini sık sık açıp okuduğum şairler var. Ama bakın, dediniz ki,
“Etkilediğiniz şairler oldu”. Şimdi benden sonraki şairlerden kimlerin beni etkilediğini de sanırım, ancak yine siz söyleyebilirsiniz. Öyle değil mi?
Tarihler benim için önemlidir. Çünkü iki yıl sonra, –Allah sağ bırakırsa– bu şiirleri banda okumayabilirim. Tarihi de belirleyelim öyleyse: 7 Kasım 1962. İstanbul’da, Doğan Hızlan’ın evinde.
Erdal Öz
İstanbul, 7 Kasım 1962
Not: Ankara Radyosu’nda Bizim Sanatçımız adıyla 15 Aralık 1962 Cumartesi günü saat 21.50’de yayımlanan bu programın bandı, ne yazık ki ben Radyoevi’nden uzaklaştırıldıktan sonra, hazırlayıp arşive koyduğum nice bantla birlikte atılmış.