Onat Kutlar
Hastalandığından haberim olmadığı için o gün seni uzaktan da olsa görmeye geldim. Hava güneşli ve sıcaktı ama beklediğimiz çevrili, küçük ve her yanını otlar bürümüş avlu serindi… Neredeyse bütün bir yazı güz karanlığında geçirdiğimizden yadırgamadık. Melek hem incelikli hem coşkun mizahıyla bize çevreyi tanıttı.
“Kokteyl’e hoşgeldiniz” dedi, “Burası garden parti için ayrılmış olan yer. Çay veya meşrubat için içeride ayrıca salonumuz var…” Sonra salona geçildi. Seni göremedik ama başka dostları gördük. Bir küçük kız çocuğunun babasına sarılışını izledik. Deniz ve Defne, babanın değerli bir ozanımız olduğunu bilmiyorlardı ama gene de ağladılar. Konuşmaları bir süre izledikten sonra basına ayrılan bölümün arkasındaki daha küçük avluya çıktım, orada volta atarak birkaç sigara içtim. Ayrıldım oradan. Törenlerin hiçbirinin havasından hoşlanmadığımı geçen defa yazmıştım. Düğün, ölüm vesaire… Gerçi bir ilgisi yok ama sanırım bir daha gelmeyeceğim.
Şimdi düşünüyorum da, yıllar önce bir kez, bir tek kez, bir törene katılmam olanağı bulunmadığı için üzülmüştüm. 1974’te Krakovv’da, Neruda’nın ölüm törenini gösteren belgeseli izlerken. Eylül sonunda, güneşli bir günde gömüldü Neruda. Tanklar ve tel örgülerle çevrili ıssız Santiago sokaklarından birinde kırk elli kişilik küçük bir topluluk hızlı adımlarla, âdeta koşarcasına yürüdü. Eller üstünde bir tabut. Tabutu izleyenlerin yüzleri neredeyse tek tek belleğimde. Siyah ve zarif yas giysileri içinde birkaç kadın, kır saçlı, zayıf, yüzlerinde ağır yılların çizgilerini taşıyan gururlu erkekler, yoksul ve soluk giysileriyle işçiler ve gerilmiş bedenlerini öfkeyle bastıran gençler. Kimse yoktu ortalıkta. Askerler bile. Arada sırada pancurlu, kapalı pencerelerin birinden bir yasemin dalı düşüyordu topluluğun üstüne ve hemen kuru bir rüzgârın kaldırdığı toza karışıyordu. Düzensiz adım sesleri duyuluyordu yalnızca. Birden tok, kalın, gür bir kadın sesi yükseldi topluluktan:
“Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde ptrıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa…”
Şiir devam ederken sesin sahibini gördüm. Elli yaşlarında, üstünde yoksul işçi giysileri, ayaklarında postala benzer ayakkabılar bulunan ama gözleri derin bir gülüşle aydınlık, anaç bir kadındı. Şiiri sanki orada bulunanların çok ötesindeki bir yerlere söyler gibiydi. Şiir bitince kısa bir sessizlik oldu. Sonra bir erkek sesi bağırdı: Companero Pablo Neruda! Arkadaşımız Pablo Neruda… Topluluk aynı hızla yürüyordu. Sinler devam etti.
“Unutmak Yok
Neredeydin diye sorma
derim ki ’işte öyle’.
Topraktan söz etmeliyim kendini yok eden.
Ben yalnızca kuşların yitirdiği şeyleri bilirim
geride kalan denizi, kız kardeşlerimin ağlayışını.
Neden bu kadar çok bölge var? Neden bir gün
başka bir gün birleşir? Karanlık gece
birikir ağızda, neden? Neden ölüler vardır?
Nereden geldiğimi sorarsan
kırık nesnelerle konuşmam gerekecek,
acı kapkacakla,
kocaman hayvanlarla çürüyüp kokuşmuş
ve çorak yüreğimle.
Aklıma gelenler anılar değildi,
unutulmuşlukla uyuyan sarı güvercin de değil,
yaşlı yüzlerdi
boğaza sarılmış parmaklardı
yapraklardan düşen damlalardı bir de:
Günün karanlığı geçti gitti,
yaslı kanımızla beslenen.
İşte menekşeler, kırlangıçlar,
İşte bizi duygulandıran her şey,
İşte tatlı kartpostallar
zamanla sevimliliğin elele dolaştığı
Ama bu dişlerin ötesine geçmeyelim artık
Sessizliğin kabuğuna geçmesin dişlerimiz
Bilmiyorum çünkü nasıl yanıtlayacağımı:
Niçin bu kadar ölü var?
Niçin bu kadar çok deniz setleri
kırmızı güneşin yol yol çatlattığı?
Niçin gemi bordaların vuran başlar?
Ve niçin bu kadar çoktur
öpüşleri gizleyen avuçlar?
Ve niçin bu kadar
unutmak istediğim
çok şey var?”
Bu kez bir başka ses bağırdı: Companero Pablo Neruda…
Yolculuk sürüyordu. Ve bütün izleyicilerle birlikte benim de içimde bir özlem: Şu anda orada olabilseydim…
Çok iyi hatırlayacaksın. Neruda’nın ölümünden çok kısa bir süre sonra elinde bir “Nouvelle Critique”ie bana gelmiştin. İçinde Ritsos’un, Neruda’nın ölümü üstüne yazdığı olağanüstü güzel bir şiir vardı. Sen yalnız mı çevirdin, yoksa birlikte mi çalıştık, şimdi bilemiyorum. Şiirin bir yerde yayınlanıp yayınlanmadığını da. Ne dersin, o şiiri bu eylülde yeniden yayınlamak gerekmez mi?
Evet eylül geliyor. Hem Neruda’nın ölümünün, hem de Şili Darbesinin yıldönümü. Zaman ne kadar çabuk geçiyor… Gülme. Sahiden çabuk geçiyor. İşte yeniden yaklaştı güz. Toprağa düşecek yazın çiçekleri ama yeni tohumlarla birlikte.
“Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.-“
İmza: Arkadaşımız Pablo Neruda.
Şiirleri, geçenlerde yitirdiğimiz dost Oğuz Akkan’ m 1971’de yayınladığı Hilmi Yavuz çevirilerinden aktardım. Bir de mektubundaki uyarın üzerine Fuentes’in romanını okudum. Artemio Cruz’un Ölümünü. yıllar önce ilk olarak Fransa’da yayınlandığında Merhum Semih Tuğrul bana armağan etmişti. Nedense birkaç sayfa okuyup bırakmıştım. Bu kez okuyunca kendime şaştım. Nasıl yarım bırakılır öyle bir kitaplar…
Onat Kutlar
Neruda’ya Saygı, 15 Ağustos’82, Yeter ki Kararmasın
Not: Cenaze töreni video kaydı, fotoğraflar ve “Unutmak yok” şiirinin ilk üç paragrafı sitemiz tarafından yazıya eklenmiştir.