Şair, barıştan doğar. Tıpkı ekmeğin undan doğması gibi. Kundakçılar, savaşçılar ve kurtlar, onu yakmak, öldürmek ve parçalamak için şairi arar. Hüzünlü bir parkın ağaçları arasında, bir bıçak ustası, Puşkin’i yaralayarak ölümüne sebep olmuştu. Çılgın atlılar, Petöfi’nin cesedini çiğneyerek geçmişti. İspanya’da faşistler, ülkedeki savaşlarına, en ünlü şairlerini öldürerek başlamışlardı.
Yolumu Seçiyorum
Kararımı İspanya İç Savaşı sırasında vermiştim. Bu kararı vermemde birçok etken vardır. Çelişkilerle dolu şair dostum Leon Felipe gerçekten çok ilginç bir insandı. İç savaşın en hararetli günlerinde FAİ’nin (Federacion Anarquista İberica) haykırdığı propagandaya katılmıştı. Sık sık anarşist toplantılara katılıyor, düşüncelerini açıklayıp, ateşli şiirlerini okuyordu. Bu şiirlerde belirsiz ve haykıran anarşist bir ideoloji görülüyordu. Madrid’de rengarenk çoğalmaya başlayan anarşist grupları etkilemeye çalışıyordu. Halk ise gitgide cepheye koşmaktaydı. Anarşistler, kentteki bütün tramvayları ve otobüsleri kırmızı ve sarıya boyuyordu. Uzun saçları ve sakalları, bellerine sardıkları kurşunlar ve taşıdıkları tabancalarla, İspanya’daki ölüm karnavalının başrolünü oynayan kişilerdi. Biri sarı öteki kırmızı çizmeleriyle –sanırım kunduracılar yaparken çok uğraşmıştır– bir sürü anarşiste rastlıyordum sokaklarda. Tabancadan başka tüfek ve bıçak taşıyanları da vardı. Çok defa gruplar halinde dolaşıyorlar, sigara içerek, caka satarak bina kapılarında toplanıyorlardı. En önemli görevleri, kiracıları korkutarak onlardan kira toplamaktı. Bazen de mücevher, yüzük ve saatlerini vermeye zorluyorlardı.
Leon Felipe’yle bir akşam üzeri, anarşi dolu konuşmalarının birinden döndüğünde, sokağımın köşesindeki kahvede buluştuk. Şairin, sakalına uyan bir pelerini vardı. Kahveden çıkarken, bu romantik görünüşlü pelerinin eteklerini, masalardan birinde oturmakta olan alıngan birine sürttü. Leon Felipe’nin ucuz bir soylu görünüşüyle yaptığı hareketi adamcağız hakaret kabul etmiş olacaktı ki, birkaç adım sonra bir grup anarşist tarafından tutuklandık. Kahvede oturan adam bunlara emirler veriyordu. Kimliklerimizi istediler. Şöyle bir baktıktan sonra geri verdiler. Galicialı şairi tutuklamışlardı. Silahlı iki anarşist onu aralarına alıp götürmeye başladı. Evimin yakınındaki “kurşuna dizme yerine” doğru yürüyorlardı. Geceleri buradan gelen kurşun sesleriyle çok defa uykumda rahatsız ediliyordum. Yolda cepheden yeni döndükleri belli olan silahlı milis askerlerine rastladık. Leon Felipe’nin kim olduğunu ve ne suçtan tutuklandığını onlara anlattım da, dostumun serbest bırakılması böylece sağlanmış oldu.
Bu ideoloji karışıklığı ve bazı ideolojilerin yok edilmesi, beni düşüncelere sürükledi. Yaşlı ve geri kafalı Avusturyalı bir anarşistin yaptığı kahramanlıkları bana anlattılar. Uzun saçlı bu sarışın adam, “gezintiler”i severdi. Daha çok sabaha karşı harekete geçtikleri için “şafak vakti” adını verdiği bir grubu idare ediyordu.
“Bazen başınız ağrır mı?” diye sorardı kurbanına.
“Evet, arada sırada.”
“Öyleyse size çok iyi bir ilacım var,” diyen Avusturyalı anarşist, tabancasını kurbanının alnına dayayıp, tetiği çekerdi.
Kısacası, kendime bir yol seçecektim. İşte bu yolu, İspanya’nın yaşadığı kötü günlerde seçtim ve hiçbir zaman pişman olmadım.
Rafael Alberti
Şiir, her zaman için barışın bir parçası olmuştur. Şair, barıştan doğar. Tıpkı ekmeğin undan doğması gibi. Kundakçılar, savaşçılar ve kurtlar, onu yakmak, öldürmek ve parçalamak için şairi arar. Hüzünlü bir parkın ağaçları arasında, bir bıçak ustası, Puşkin’i yaralayarak ölümüne sebep olmuştu. Çılgın atlılar, Petöfi’nin cesedini çiğneyerek geçmişti. İspanya’da faşistler, ülkedeki savaşlarına, en ünlü şairlerini öldürerek başlamışlardı. Rafael Alberti, her şeye rağmen yaşamakta olan bir şairdir. Onun için binlerce ölüm planlanmıştı. Bunlardan biri Granada’da olacaktı. Bir başkası Badajoz’daydı. Güneşin ışıdığı Sevilla’da, küçük köyü Cadiz’de ya da Puerto Santa Maria’da aradılar onu, bıçaklamak için, asmak için, şiirini öldürmek için.
Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.
Rafael Alberti’yi mavi gömleği ve renkli kravatıyla Madrid’in sokaklarında tanıdım. Halkı için savaşırken tanıdım onu. Böylesine güç bir görevi her şairin yüklenmediği yıllarda daha İspanya’nın saati çalmamıştı, fakat o bir şeyler olacağını seziyordu. Güneyin adamıydı. Topaz sarısı şarabın muhafaza edildiği mahzenlerin yanında, duru deniz sularının kıyıyı okşadığı yerlerde doğmuştu. Üzümlerin ateşi ve dalgaların coşkunluğuyla yetişmişti yüreği. O her zaman bir şair olmuştu. Gençliğinin ilk yıllarında kimse fark etmemişti. Sonra bütün İspanya ve bütün dünya tanımıştı Alberti’yi.
Castilla’nın dilini tanımak ve konuşmak şansına sahip bizler için Rafael Alberti, İspanyol dilinde şiirin ihtişamıdır. Şair olarak doğmuştur ve bir şiir uzmanıdır. Kışın ortasında açan bir gül gibidir şiiri. Gongora’nın karı, Jorge Manrique’in kökleri, Garcilaso’nun çiçeği. Gustavo Adolfo Becquer’in hüznü vardır şiirlerinde. Onun kristal çanağında bütün İspanya toplanmıştır.
Bu gül, İspanya’ya faşizmin girmesini önlemek isteyenlerin yolunu aydınlatacaktı. Bütün dünya biliyor bu kahramanlığın ve trajedinin tarihini. Alberti sadece epik soneler yazıp, bunları kışlalarda ve cephelerde okumadı, top ateşlerinin arasında kanat çırpmaya çalışan ve sonra bütün dünyaya uçan şarkılar da yazdı.
Şairlerin arasında en temiz suyla yıkanmış olanı Alberti, dünyanın en bunalımlı döneminde, şiirin topluma ne oranda yararlı ve destek olabileceğini göstermiştir.
Bu bakımdan Mayakovski’ye benzer. Şiirin topluma yararı ve desteği, güce, ince duyguya ve sevince dayanır. Bu özellikleri olmayan şiirin sesi az çıkar, şarkı söyleyemez. Oysa Alberti, her zaman şarkı söylemiştir.
Şili’de Naziler
Yine üçüncü mevkide döndüm Şili’ye. Latin Amerika’da Celine, Drieu La Rochelle ya da Ezra Pound gibi başarılı yazarlar faşizme hizmet etmemişlerdi. Fakat Hitler’i destekleyen ve çoğu görevini para karşılığı yapan kimselerin oluşturduğu akımlara rastlanıyordu. Şili’nin sokaklarında da, asker giysililer ve birbirlerine rastladıklarında, kollarını kaldırarak faşistçe selam veren gruplar görülüyordu. Bu kıtada Almanya’dan gelen akıma sempati gösterenler vardı. Bunların yanı sıra, Şili, Brezilya ve Meksika’da çok sayıda yaşamakta olan Alman asıllı aileyi de, Hitler’in baş döndürücü yükselişi ve Germen ırkının binlerce yıllık imparatorluğu masalı etkilemekteydi.
Hitler sempatizanlarının arttığı o günlerde, Güney Şili’nin şehirlerinden ve köylerinden geçerken, evlerde ve sokaklarda sayısız Nazi haçları ve bayrakları görüyordum. Güneydeki bu küçük kentlerin birinde telefon etmek zorunda kaldığımda, hiç istemeden Hitler’i selamlamıştım. Çünkü oradaki tek telefona sahip olan adam büyük bir buluş sonucu, telefonu Hitler resminin altına asmıştı ve konuşurken ahizeyi başınızın üstünde yüksekte tutmanız gerekiyordu.
“Aurora de Chile” adlı derginin yazarı oldum. Edebiyat toplantılarımızı, dünyadaki ülkeleri yutmaya hazırlanan Nazilere yönelttik yavaş yavaş. Hitler’in Şili’deki büyükelçisi, milli kitaplığa yeni Alman kültürü propagandası yapan kitaplar bağışladı. Bunun üzerine biz, bütün okurlardan, Hitler’ce yasaklanan kitapları dergiye yollamalarını rica ettik. Bizce bu eserler, gerçek Alman dili ve edebiyatının gerçek eserleriydi. Bizim bu duyurumuz, büyük bir olay oldu. Ben ölümle tehdit edildim. Bunun yanı sıra Hitler’i destekleyen kitaplar yollandı. Savaş sonrası Nürnberg mahkemesinin ölüme mahkûm etmiş olduğu Julius Streicher’in çıkardığı, pornografik, sadist ve Yahudi aleyhtarı dergiden başka bir şey olmayan “Stürmer”den de birçok sayı gönderildi. Fakat sonra yavaş yavaş Heinrich Heine’nin, Thomas Mann’ın, Anna Seghers’in, Einstein’ın, Arnold Zweig’ın Almanca basılı eserleri de yollanmaya başlandı. Beş yüz kadar kitap bir araya geldiğinde, bunları milli kitaplığa bağışladık.
Fakat ne sürpriz, milli kitaplık bize kapılarını kapattı, kitapları kabul etmedi.
Bunun üzerine bir yürüyüş düzenledik ve elimizde rahip Niemöller ve Carl von Ossietzky’nin büyük boy fotoğrafları olduğu halde üniversiteye doğru yürüdük. Bilmiyorum hangi nedenle, üniversitenin büyük salonunda Dışişleri Bakanı Don Miguel Cruchaga başkanlığında bir toplantı yapılmaktaydı. Biz ağır ağır salona girdik ve kitaplarla fotoğrafları kürsünün önüne koyduk. Savaşı kazanmıştık, milli kitaplık bağışımızı kabullendi.
İsla Negra
Edebi çalışmalarıma daha fazla eğilmeye ve daha çok zaman ayırmaya karar verdim. İspanya’yla olan ilişkim beni güçlendirmiş, olgunlaştırmıştı. Yirmi Aşk Şiiri’ndeki öznel görüşler ve Yeryüzünde Konaklama’nın hüzünlü tutkusu artık sona eriyordu. Kitap sayfaları arasında yeraltından gelen bir damarın izini bulmuş gibiydim. Şiirin bizlere yararı var mıydı? İnsanlara savaşlarında destek olabilir miydi? Uzun zaman mantıktan uzak ve hayal dolu şeylerle ilgilenmiştim. Direnerek insanlığa giden yolu bulmalıydım. Kişide derin kökler salan hümanizm, yaşadığımız çağın edebiyatından uzaklaştırılmıştı.
Canto General (Evrensel Şarkı) adlı eserime başladım.
Bunun için bir çalışma yerim olmalıydı. Okyanus kıyısında taş bir ev buldum. İsla Negra’daki bu evi yaşlı İspanyol sosyalisti ve gemi kaptanı Don Eladio Sobrino, ailesi için inşa etmişti, ancak bana satmaya razı oldu. Fakat nasıl satın alacaktım? Canto General’i Ercilla yayınevine teklif ettim. O güne kadar öteki eserlerimi basmış olan bu yayınevi, daha proje halinde olan bu kitabı kabul etmedi. Başka yayınevlerinin Don Eladio’ya yaptığı ödemelerle, 1939 yılında İsla Negra’daki çalışma evimi satın alabildim.
Toplumların tarihini, hayatlarını ve savaşlarını konu alan büyük bir şiir düşüncesini, artık kaçınılmaz bir görev kabul ediyordum. İsla Negra’nın vahşi kıyısının ve okyanusun heyecanıyla ve büyük bir arzuyla kendimi yeni türküme verdim.
“Getirin Bana İspanyolları”
Fakat hayat, beni yine uzaklara götürecekti. İspanyol mülteciler hakkında Şili’ye gelmeye başlayan haberler üzücüydü. İç savaş sırasında tam yarım milyon erkek ve kadın, asker ve sivil, Fransız sınırını aşmıştı. Gerici güçlerin baskısı altında bulunan Leon Blum yönetimindeki Fransız hükümeti, bu mültecileri kalelere ve hapishanelere kapatmaya başlamıştı. Birçoğunu da Afrika’ya çöllere yolluyorlardı.
O günlerde Şili’de hükümet değişikliği olmuştu. İspanya halkının yazgısı, Şili toplumunu güçlendirmişti. Şimdi başımızda ilerici bir hükümet vardı.
Bu Şili hükümeti, beni, hayatımın en değerli görevini yerine getirmem için Fransa’ya yollamaya karar verdi. İspanyolları hapishanelerden alacak ve anavatanıma yollayacaktım. Şiirlerim, Latin Amerika’dan gelen bir güneş ışını gibi, ıstıraplar ve kahramanlıklarla dolu bu insanların içine girecekti. Kısa bir süre önce ameliyat edilen alçılı bacağımla deniz kıyısındaki yuvamı terk ettim ve ülke başkanının karşısına çıktım. Don Pedro Aguirre Cerda beni dostça karşıladı:
“Evet, getirin bana binlerce İspanyol. Hepsine iş var ülkemizde. Getirin bana balıkçıları, Baskları, Castillalıları, Estemadura’dan insanları.”
Birkaç gün sonra, bacağım hâlâ alçıda, Fransa’ya doğru yola koyuldum. Şili için İspanyollar aramaya. Büyük bir görev verilmişti bana. Konsolostum ve İspanyol göçmenlerini Şili’ye yollayacaktım. Elimdeki resmi yazıyla Paris’teki Şili Başkonsolosluğu’nun kapısını çaldım.
Anavatanımdaki hükümet ile politik durum birbirine pek uymadığı için, Paris Başkonsolosluğu hâlâ eskisi gibiydi. İspanyolları Şili’ye yollamak düşüncesi, iki dirhem bir çekirdek diplomatların pek hoşuna gitmemişti. Mutfağın yanındaki bir odayı bana büro olarak verdiler. En akla gelmeyecek yöntemlerle çalışmamı zorlaştırdılar, hatta yazı yazacak kâğıt bile vermediler. Birkaç gün sonra başkonsolosluğa “istenmeyenler” dalga dalga başvurmaya başladı. Yaralı askerler, hukukçular, yazarlar, doktorlar ve her türlü uzman işçiler.
Binanın dışında rüzgârlı ve soğuk havada saatlerce bekleyen İspanyolların, içeri girdikten sonra dördüncü kattaki büroma çıkmaması için zeki diplomatlar asansörü kilitlediler. Başvuranların çoğu yaralı ya da hasta olduğundan, benim büroma kadar dört kat merdiveni çıkmak zorunda kalışları yüreğimi sızlatıyordu. Kötü kalpli memurlar ise bana gösterdikleri bu zorluğa seviniyorlardı.
Şeytan Gibi Bir İnsan
Şili hükümeti, bana bir yardımcının gönderildiğini bildirdi. Başkonsolosluğun eski kafalı personelinin bana İspanyol göçmenleri konusunda çıkardığı zorluklardan hiç olmazsa bir bölümünü ortadan kaldıracağını umarak bu yeni adamı merak ve sevinçle bekliyordum. Böylece Saint Lazare istasyonunda onu karşılamaya gittim. Trenden zayıf, sırıtkan ve çerçevesiz gözlüğüyle eski bir kitap kurdunu andıran biri indi. Tahminime göre yirmi dört ya da yirmi beş yaşındaydı. Biraz efemine ve heyecandan iyice incelmiş sesiyle, beni şefi olarak kabul ettiğini ve “ünlü savaş yenilmişleri”ni Şili’ye yollamak için bu yüce görevde bana yardımcı olacağını söyledi. Bu yeni adamın gelişi beni sevindirmesine karşın, pek tekin olmadığı izlenimini de edindim. Bütün övmeleri ve sevgi gösterileri yersizdi, ben onun yanlış biri olduğuna inanmaya başlamıştım. Daha sonraki yıllarda, Şili’de yeni hükümetin zaferinden sonra politik görüşlerinde büyük bir dönüş yapmış olduğunu öğrenecektim.
Arellano Marin, komediler ve fıkralar yazıyordu. Birçok konuda fikir sahibi ve iyi konuşan biri olarak tanınıyordu. Her şeyi bilire benziyordu. Dünya savaşı yaklaşıyordu. Paris, her gece Alman bombardımanlarını beklemekteydi. Bütün evler hava saldırılarına karşı uyarılmıştı. Akşamları nehir kenarında Villiers-sur-Seine semtindeki küçük evime dönüyor ve sabahları bu evi yine terk ederek, sıkıntıyla konsolosluktaki büroma gidiyordum.
Yeni gelen Arellano Marin, benim hiçbir zaman kazanamadığım önemi birkaç günde kazanmıştı. Ona Negrin, Alvarez del Vayo ve bazı İspanyol parti yöneticilerini tanıtmıştım. Bir hafta sonra bu yeni pişmiş memur bütün hepsiyle senlibenli olmuştu. Bürosuna, tanımadığım başka İspanyol particileri de girip çıkmaya başlamıştı. Onlarla yaptığı uzun söyleşiler benim için bir sırdı. Arada sırada beni çağırarak, annesine armağan etmek için satın aldığını söylediği bir pırlanta veya yakutu gösteriyor ya da Paris’in gece lokallerinin birinde parasını yedirmiş olduğu koket bir sarışından söz ediyordu. Aragon ve Elsa’yla da dostluğu oldukça ilerletmişti. Bu adamın kişiliği ve psikolojisi Elsa Triolet’i çekmiş olacak ki, hatırladığım kadarıyla bir ya da iki romanında kendisinden söz eder.
Başka zaman çok dikkatli bakmayan gözlerimle Arellano’nun lükse ve paraya olan tutkusunun gitgide artmakta olduğunu görür olmuştum. Birbiri arkasından pahalı otomobiller alıp sattı, çok iyi döşeli, şahane bir ev kiraladı. Galiba o koket sarışının arzuları hiç son bulmuyordu.
Göçmenlerle ilgili bir sorunu çözmek için Brüksel’e gitmem gerekti. Mütevazı otelimden çıkarken, kaldırımda benim ateşli yardımcım, şık giyimli Arellano Marin’e rastlamayayım mı! Beni coşkuyla selamladı ve öğle yemeğine davet etti. Kaldığı otelde buluştuk. Brüksel’in en pahalı oteliydi. Yemek yiyeceğimiz masaya orkide çiçekleri koydurmuştu. Yemekten önce şampanya ve havyar ısmarladı. Yemek sırasında, davetlisi olduğum bu insanın hiç sıkılmadan anlattığı, yapmayı tasarladığı gezileri ve mücevher alışverişlerini dinledim. Merakları çılgınlık derecesine varmış bir yeni zenginin karşısında sandım kendimi, fakat bakışlarındaki sertlik ve savlarındaki kendine güven beni iğrendiriyordu. Onunla sert ve açık konuşmaya, gerekirse de yaptıklarına engel olmaya karar verdim. Yemekten sonra kahveyi odasında içmeyi rica ettim ve kendisiyle önemli bir şey konuşacağımı söyledim. Konuşarak merdivenleri çıkarken tanımadığım iki kişi Arellano’nun üzerine yürüdü. İspanyolca, kendisini aşağıda beklemelerini söyledi. Daha odaya yeni girmiştik ki, kahveyi filan unutup hemen söze başladım:
“Sanırım,” dedim, “kendine yanlış bir yol seçmişsin. Para hırsı gözünü döndürmüş. Belki bunun tehlikesini hemen kavrayamayacak kadar gençsin, fakat bize yüklenmiş olan politik görevler ciddidir. Binlerce göçmenin geleceği bizim ellerimizde ve bununla oyun olmaz. Yaptığın işleri bilmek istemiyorum, fakat sana şunu söylemek isterim. Birçok insan, hayatını kendi kendine mahvettikten sonra ‘bana kimse öğüt vermedi, kimse beni uyarmadı ki,’ demiştir. Senin de öyle demeni istemem. Bu benim uyarımdı. Şimdi gidiyorum.”
Yüzüne baktım. Gözyaşları dudaklarını ıslatıyordu. Hemen içimi bir pişmanlık kapladı. Acaba fazla mı ileri gitmiştim. Yanına sokulup, elimi omzuna koydum.
“Ağlama!”
“Öfkeden ağlıyorum,” dedi.
Sesimi çıkarmadan odadan çıktım. Paris’e geldikten sonra ona bir daha rastlamadım. Otelde merdivenleri indiğimi gören o iki kişi hemen yukarı çıkmıştı.
Bu hikâye, yıllar sonra Meksika’da konsolos olduğum günlerde son buldu. İspanyol göçmenlerin davetlisi olarak bir öğle yemeğinde bulunuyordum. Göçmenlerden ikisi beni hemen tanıdı.
“Nereden tanıyorsunuz beni?” diye sordum.
“Siz Brüksel’de vatandaşınız Arellano Marin’in odasını terk edip, aşağı indiğinizde biz onun yanına çıkmıştık.”
“Peki ne oldu sonra? Bunu her zaman merak ettim durdum,” dedim.
Anlattıkları inanılmaz bir masal gibiydi. Odaya girdiklerinde Arellano’yu gözyaşları içinde ve sinir buhranı geçirir durumda bulmuşlardı. Hıçkırıklar arasında onlara demişti ki: “Hayatımın en büyük şokunu geçirdim. Biraz önce Neruda, çok tehlikeli İspanyol komünisti diye sizi Gestapo’ya ihbar etmeye gitti. Birkaç saat daha beklemesi için onu ikna edemedim. Kaçıp saklanmanız için sadece birkaç dakikanız var. Bırakın eşyalarınızı burada. Ben muhafaza eder ve sonra arkanızdan yollarım.”
“Ahlaksız, herif!” diye bağırdım. “Peki ne oldu? Hiç olmazsa Almanlardan saklanabildiniz mi?”
“Ne olacak, İspanyol işçi sendikalarının doksan bin dolar parası bavullarımızdaydı. Olan ona oldu. Bu parayı bir daha görmedik.”
Bu şeytan insanın, yanında sarışın dostu olduğu halde Yakındoğu’ya seyahat yaptığını da anlattılar. Herhalde hayalindeki büyük gezi buydu. Bir süre sonra Arellano Marin, partiden istifa etti. “Çok ağır basan ideolojik ayrılıklar beni bu istifaya zorlamıştır.” Basında açıklanan mektubunda böyle diyordu.
Bir General ve Bir Şair
Yenilgiden ve tutsaklıktan gelen her insan benim için bir romandı… Gülüşü, ağlayışı, yalnızlığı ve romantik aşkıyla. Duyduğum bazı hikâyeler beni gerçekten duygulandırdı.
İri yarı, askeri akademiyi bitirmiş, madalyalar almış ve kendi halinde yaşamış bir hava kuvvetleri generalini tanıdım. Şimdi Paris’in sokaklarında İspanya toprağının alımlı bir gölgesi gibi dolaşıyordu; yaşlı ve dimdik, tıpkı Castilla’nın kavakları gibi.
Franco ordularının ülke topraklarını ikiye böldüğü günlerde General Herrera, savunma hatlarını tespit etmiş, karanlık gecelerde keşif uçuşları yapmış ve askerlere emirler vermişti. Hiç ışıksız uçağıyla en karanlık gecelerde düşman bölgesine sayısız uçuşlar yapmıştı. Buna rağmen arada sırada uçağına ateş açılmıştı.
Savaşın sürdüğü haftalarda her gece karanlıkta yaşamak, generalin canını sıkmaya başlamıştı. Kısa zamanda kör alfabesini öğrenmişti. Uçuş sırasında okuması gereken yazıları ve haritaları parmaklarıyla okumayı başardığını söyleyen general, daha sonra Monte Kristo’yu da okumuştu. Üç Silahşörler’e başladığında ise, yenilgi ve zorunlu iltica, her gece süren okumalarına son vermişti.
Bana çok dokunan başka bir olay da, Andalucialı şair Pedro Garfias’ın başından geçmiştir. Savaşın sonunda İskoçya’ya sığınmıştı. Fakat bu ülkede ne yapacağını bilemeyen Andalucialı şair, bütün gününü kalmakta olduğu küçük kentin eski şatosu yanındaki meyhanede geçirmeye başlar. Tek bir kelime İngilizce bilmediği için meyhanede yalnız başına oturur ve dertli dertli birasını yudumlar. Bu kendi halinde ve sessiz müşteri, meyhanecinin ilgisini çeker. Bir akşam bütün müşteriler meyhaneyi terk ettiğinde, ona biraz daha kalmasını rica eder. İki adam şöminenin önüne otururlar, hiç konuşmadan içmeye devam ederler. Yanan odunların çıkardığı ses, onların yerine konuşur. Meyhaneci Pedro’yu her akşam içkiye davet etmeye başlar. Hiç konuşmadan, kendisi gibi karısı ve çocukları olmayan bu adamla karşılıklı içerler. Aradan günler geçer, dilleri çözülür. Garfias ona iç savaş sırasında başından geçenleri anlatır. Anlattıklarından tek bir kelime bile anlamasa da meyhaneci dikkatle hiç sesini çıkarmadan onu dinler, bütün heyecanı, bağırmaları ve küfürleriyle.
Daha sonraki günlerde İskoçyalı ona başından geçenleri anlatır: “Herhalde çekip gitmiş olan karısını ve şöminenin üzerinde üniformalı resimleri asılı oğullarının kahramanlıklarını anlatıyor,” diye düşünür Garfias. Çünkü aylar boyu söylevlerinde o da tek bir kelime anlamamıştır.
Buna rağmen iki yalnız adamın arasındaki dostluk bağı sağlamlaşır. Her akşam oturup, gecenin geç saatlerine kadar birbirlerinin anlamadığı dilde söyleşmeyi bir gelenek haline getirirler.
Garfias, Meksika’ya doğru yola çıkmak zorunda kalınca, karşılıklı son bir defa daha içerler ve ağlayarak birbirlerini kucaklarlar. Üzüntüleri sonsuzdur.
“Pedro,” diye sordum şaire, “sana neler anlatırdı o adam acaba?”
“Hiçbir zaman tek kelimesini bile anlamamıştım Pablo, fakat onu dinlediğim zaman, sanki her şeyi anlıyormuş gibi bir duygu vardı içimde. Ben konuştuğum zaman da, onun beni anladığına emindim.”
Winnipeg
Bir sabah büroma geldiğimde, konsolosluğun memurları bana uzun bir telgraf verdi. Nedense gülümsüyorlardı. Yoksa sabahları bana doğru dürüst bir selam bile vermezlerdi. Telgrafta yazanlar onları memnun etmiş olmalıydı.
Telgraf Şili’den geliyordu. Ve imzalayan da Hükümet Başkanı Don Pedro Aguirre Cerda’dan başkası değildi. O başkan, bana göçmen İspanyolları Şili’ye getirme görevini vermişti.
Şimdi ise sevgili başkanımız Don Pedro, benim İspanyol göçmenleri Şili’ye göndermeye hazırlandığımı o gün yeni öğrendiğini yazıyordu. Büyük şaşkınlık içinde telgrafı sonuna kadar okudum. Bu haberin gerçek olmadığını kendisine derhal bildirmemi de istiyordu.
Başkandan gelen telgrafta yazılanlar benim için bir sırdı. Göçmenleri toplamak, seçmek, mesleklerine göre ayırmak ve yolculuğa hazırlamak çok zor bir iş olmuştu. Yardımcısız, tek başıma yapmıştım bütün işi. Hiç olmazsa, yurtdışında bulunan en son İspanyol hükümetinin üyeleri benim görevimin önemini kabul etmişti. Artık her şey sona ermek üzereydi. Fransa’nın ve Afrika’nın göçmen kamplarından gelen binlerce İspanyol, Şili’ye doğru yolculuğa çıkmak için son hazırlıklarını yapıyordu.
İspanyol hükümet üyeleri Winnipeg adlı bir gemiyi kiralamıştı. Göçmenlerin yolculuğu için bazı yerlerinde değişiklikler yapılmış olan bu gemi, Bordeaux yakınlarındaki küçük liman Trompeloup’da beklemekteydi.
Ne yapacaktım şimdi? İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasından kısa bir süre önce bitirmiş olduğum bu görev, benim için hayatımda unutulmaz bir görevdi. Uzattığım el, savaş sonucu yurtlarını terk etmek zorunda kalmış insanlar için bir kurtuluş olmuştu. Anavatanım onları dostça kabul edecekti. Fakat son anda başkandan gelen telgraf her şeyi berbat ediyordu.
Negrin’i durumdan haberdar etmeye karar verdim. Fransa’da yaşamakta olan eski İspanyol hükümeti üyelerinden Başkan Jan Negrin, Bakan Alvarez del Vayo ve birkaç diğer üyeyle dostluğum vardı. İçlerinde en ilginci Negrin’di. İspanyol politikasını her zaman sınırlı ve dar görüşlü bir taşra politikası olarak kabul etmiştim. Fakat Başkan Negrin, Leipzig’de üniversite öğrenimi yapmıştı ve Avrupa’nın ileri düşüncelerini büyük bir gururla ayakta tutuyordu.
Ona durumu anlattım, almış olduğum telgrafı okudum ve kendimi sürgündeki bir topluma sahte bir biçimde göçme hakkı veren bir düzenbaz gibi gördüğümü söyledim. Şimdi yapabileceğim üç şey vardı. Birincisi; Şili’ye İspanyol göçmenlerinin kabulü kararını yürürlükten kaldırıldığını resmen açıklamak. İkincisi; Şili hükümetinin bu kararına açıkça karşı koymak ve beynime bir kurşun sıkmak. Üçüncüsü ise çok cesur bir hareketti; gemiye bütün göçmenleri doldurmak ve yasağa rağmen Valparaiso’ya doğru yola çıkıp, ne olacağını beklemek.
Negrin, arkasına dayandı ve uzun Havana purosundan derin bir soluk çekti. Sonra hüzünle gülümsedi ve dedi ki:
“Telefon eder misiniz?”
O yıllarda Avrupa ile Amerika arasında telefon görüşmeleri kadar zor ve yorucu başka bir şey düşünülemezdi. Kulağımın zarını patlatan gürültüler ve devamlı kesilmeler arasında, dışişleri bakanının sesini duyar gibi oldum. Birbirimizi anlayıp anlamadığımızı bilmediğimiz için, cümleleri belki on-on beş kez tekrarlamamız gerekiyordu. Haykırışlar ve okyanusun dalgalarını andıran gürültülere rağmen, sanırım Dışişleri Bakanı Ortega, başkanın emrine karşı çıkmamamı ve ertesi günü beklememi söylemişti.
O geceyi Paris’teki küçük odamda tedirgin geçirdim. Ertesi gün öğleden sonra, dışişleri bakanının o sabah istifasını verdiğini öğrendim. Demek ki bakan da bana, göreve devam emrinin verilmesini sağlayamamıştı. Hükümet sallanıyordu. Bir süre için bazı baskıların altında kalmış bizim iyi başkanımız sonunda kendini toparlayıp, otoritesini yeniden kazandı. Bana gönderilen ikinci bir telgrafla, göçmenleri yollama görevine devam etmem bildiriliyordu.
Sonunda göçmenleri Winnipeg’e bindirdik. Uzun zamandır birbirlerinden ayrı kalmış kadınlar kocalarıyla, babalar çocuklarıyla buluşuyordu. Hepsi çeşitli göçmen kamplarından buraya gelmişti. Çığlıklar, gözyaşları ve hıçkırıklar arasında sevgili yakınlarına kavuşuyorlar, birbirlerini kucaklıyorlardı. Hepsi bindi gemiye. Balıkçılar, köylüler, işçiler, aydınlar… Gücün, yiğitliğin ve çalışmanın örnekleri. Savaşları sırasında şiirlerimle destek olduğum bu insanlara şimdi yeni bir vatan bulmuştum. Gururluydum.
Bir gazete aldım ve Varennes-sur-Seine’nin sokaklarında yürüdüm. Eski bir şatonun yanından geçtim. Sarmaşık sarılı kuleleri göğe doğru yükseliyordu. Ronsard ve Péiade’lı şairlerin bir zamanlar toplandığı bu eski şato ününü, mermere altın harflerle kazılmış bir dizeye borçludur. Gazeteyi açtım. İkinci Dünya Savaşı başlamıştı.
O küçük köyde elime aldığım gazete, iri, kirli ve siyah harflerle veriyordu bu haberi.
Bütün dünya beklemişti savaşı. Hitler, birbiri arkasından ülkeleri yutuyordu. İngiliz ve Fransız devlet adamları ellerinde şemsiyeleriyle koşmuş, ona daha çok kentler, ülkeler ve insanlar önermişlerdi.
Karmakarışık duygular ruhumu dolduruyordu. Paris’teki penceremden dışarı baktım. Sokaklarda cepheye giden ilk askerleri gördüm. Hayatlarında askerlik nedir daha öğrenmemiş gencecik delikanlılar, şimdi ölümün büyük ağzına doğru yürüyorlardı.
Yürüyüşleri umutsuzdu. Bilmem neden, savaş daha başlangıcında kaybedilmiş gibi geldi bana. Şehrin sokaklarında aydın arayan bazı topluluklar ortaya çıkıverdi. Nedeni bilinmez, onlar için düşman Hitler’in öğrencileri arasında değil, Fransa düşünürleri arasındaydı. Aragon, elçiliğimizde birkaç gün kaldı ve onu ölüme götürmek isteyenler kendisini ararken Les Voyageurs de I’İmperiale romanını bitirdi. Sonra üniformasını sırtına geçirip, cepheye gitti. Almanlara karşı ikinci kez savaşacaktı.
Avrupa’nın üzerine çökmeye başlayan güvensizlik bulutlarına kendimi alıştırdım. Bu kıta, gereksiz devrimler ve depremlerle sarsılmıyordu, fakat havanın ve ekmeğin içine öldürücü savaş, zehrini veriyordu. Bombardıman korkusuyla geceleri yedi milyonluk şehrin ışıkları sönüyordu. Bu ışıklar kentini kaplayan karanlık, anılarımda yer etmiştir.
Bu kadar yılın sonunda, sanki bütün yolculuğum boşuna olmuş gibi yepyeni topraklarda ve yalnızım. Doğum sancıları çekiyormuş ya da kaynağından ilk mısralarımın çıktığı metafizik korkunun huzur bozan ve kaygı veren başlangıcında bulunuyormuş gibiyim. Bir ölüm kalım savaşına başlıyorum ve ikinci yalnızlığıma. Nereye gitmeliyim? Nereye geri dönmeliyim, nerede olmalıyım? Susmalı mıyım, yoksa titremeli miyim? Aydınlıkların ve karanlıkların her köşesine bakıyorum, fakat ellerim kendi kendimin boşluğundan uğursuzluk gibi görünüyor.
En yakınımda duran, en önemli, en büyük ve en hesapta olmayan şeyin yolumu aydınlattığını ilk kez o anda görüyorum. Her şeyi düşünmüş, ama insanı unutmuştum. Merhametsizce ve acıyla insan yüreğini incelemiştim, ancak bu arada insanı düşünmemiştim. Kentler görmüştüm, fakat insansız, boş kentler. Fabrikaları görmüştüm, trajik alınyazılarıyla, ama damlar altındaki ıstırapları unutmuştum. Sokaklardaki, köşe başlarındaki, kentlerdeki ve köylerdeki ıstırapları da.
Tellerinden şarkılar yerine, kanlar akan İspanya gitarlarına ilk kurşunlar atıldığında, benim şiirim bir hayalet gibi sokaklarda dolaşıyordu. Sonra yavaş yavaş içine kökler sokuldu ve damarlarında kan akmaya başladı. İşte o günden sonra herkesin yolu benim de yolum oldu. Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç ettiğimi görüyorum. Orada yaşıyor insanlar, benim alçakgönüllü şiirimi kendilerine kılıç yapacak, büyük ıstırapları arasında terini silecek mendil diye açacak ya da ekmek savaşında silah olarak kullanacak…
Artık mekân büyük, derin ve kalıcı. Ayaklarımız yeryüzüne basıyor. Bu kalıcı topraklarda yürüyeceğiz. Biz sırrı aramıyoruz, sır biziz. Şiirlerim sonsuza kadar yayılmış bir dünyanın parçası oluyor, giz dolu bir bitki dünyasının basamaklarını çıkıyor, apaydınlık günlerde güneş hayalleriyle konuşuyor, yeryüzünün sırrı içinde madenlerin gizlenmiş olduğu mağaraları arıyor, insan ile giz arasındaki unutulmuş ilişkileri ortaya çıkarıyor. Etrafı saran sisler kararıyor, arada sırada korkunun çıkardığı parlak şimşeklerle aydınlanıyor. Artık eskimiş ve bilinen gizlere dayanmayan yepyeni bir bina yükseliyor, şiirimin en gizli öğelerinden yeni bir kıta oluşuyor. Yeryüzünün toplumlarını, sır dolu kıyılarını, yatıştırdığım köpüklerini gezip dolaştığım, büyüklüğüyle hüzünlü, yalnız ve içine kapanık yıllar yaşamıştım.
Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum