Babam henüz gelmemiş. Gecenin geç saatlerinde döner. Yukarı, odama çıkıyorum. Salgari’yi okuyorum. Yağmur başlıyor, bardaktan boşanırcasına. Birden her yanı gecenin karanlığı ve yağmur dolduruyor.
Ben burada yalnızım ve hesap defterimi mısralarla dolduruyorum. Ertesi sabah erkenden kalkıyorum. Erikler artık yeşil. Tepelere doğru koşuyorum. Yanımda bir paket tuz. Bir ağaca tırmanıp, dalların arasına oturuyorum. Dikkatle bir eriği ısırıyorum, üzerine biraz tuz ekmek gerekiyor. Ağzıma atıyorum. Yüzlerce erik yiyebilirdim böyle.
Evimiz yandıktan sonra, yeni taşındığımız ev benim için sırlarla doluydu. Bahçeyi çevreleyen çitin üstüne çıkıp, komşulara bakıyorum. Hiç kimse yok ortalıkta. Çitin birkaç sopasını yerinden oynatıyorum. Birkaç zavallı örümcekten başka şey görmüyorum. Bahçenin bir köşesinde tuvalet var. Tuvaletin yanındaki ağaç tırtıl dolu. Badem ağaçları, beyaz kadifeyle kaplı meyvelerini gösteriyor. Hiçbir yerine zarar vermeden at sineğinin nasıl yakalanacağını biliyorum. Mendille. Mendili kulağıma tutuyorum. Ne güzel bir vızıltı!
Nasıl bir yalnızlık bu, siyah elbise giymiş küçük şairin bu sınır bölgesinde çektiği! Hayat ve kitaplar beni saran sırları çözmeme yardımcı oluyor.
Dün gece okuduğum kitabı unutamıyorum; ekmek ağacı, Sandokan ve arkadaşlarının hayatını kurtarıyordu. Buffalo Bill’i beğenmiyorum, çünkü o Kızılderilileri öldürüyor. Ama ne güzel ata biniyor! Ovalar ve Kızılderililerin çadırları da çok güzel!
İlk şiirimi ne zaman yazdığımı bana çok defa sormuşlardır. Ne zaman doğmuştu benim ruhumda şairlik? Bunu hatırlamaya çalışacağım. Çocukluğumun ilk yıllarında, daha yazı yazmayı ilk öğrendiğim zamanlardaydı, birden geliveren bir duyguyla kafiyesi, ölçüsü pek birbirini tutmayan kimi sözler yazmıştım. Bu kelimeler bana yabancıydı; günlük konuşmamda pek kullanmadığım sözler. İçimde bir sıkışıklık, o ana kadar bilmediğim bir korkuyla ve üzüntüyle yazdım. Anneme yazılmıştı o kelimeler. Benim tanıdığım ve yumuşak gölgesiyle bütün çocukluğumu koruyan üvey anneme. Bu ilk yapıtımı, beğenilip beğenilmeyeceğini bilmeden annemle babama gösterdim. Yemek odasındaydılar ve alçak sesle konuşuyorlardı. Büyüklerin alçak sesli konuşması bence, onlarla çocukların dünyasını birbirinden ayıran geniş bir nehirdi. Çizgili kağıdı, daha etkisinden kurtulamadığım duygulardan titreyen ellerle uzattım. Babam dalgın dalgın kâğıdı aldı, okudu ve geri uzattı.
“Nereden kopya ettin bunu?” diye sordu.
Sonra benim cevabımı beklemeden, annemle o önemli konuyu usul usul konuşmaya devam etti.
İşte hatırlayabildiğim kadarıyla ilk şiirim böyle ortaya çıkmıştı. Ve ilk şiirim üzerine yapılan eleştiri buydu. Bir sürü kitaptan oluşan bir nehirde yolunu bulmaya çabalayan bir insan gibi dünyayı tanıma çabamı sürdürdüm. Okuma hırsı gece gündüz devam ediyordu. Deniz kıyısındaki küçük liman Saavedra’da bir kütüphane ve yaşlı bir şair buldum. Don Augusto Winter, bendeki bu edebiyat tutkusuna şaşırdı. “Okudun mu bunu?” diye sorarak, bana uzattığı Vargas Vila, İbsen, Rocarnbole’u bir devekuşu açlığıyla hiç seçmeden yuttum.
Günün birinde Temuco’ya uzun boylu, elbisesi yere kadar inen ve alçak topuklu ayakkabılar giyen bir kadın geldi. Kız okulunun yeni müdiresiydi. Ülkenin en güney ucundan geldiği söyleniyordu. Bu kadının adı Gabriela Mistral’di. Onu arada sırada küçük kentin sokaklarında görüyordum. Kendisinden çekiniyordum. Ancak bir gün götürüldüğüm bir ziyarette tanıyınca, yanıldığımı anladım. Çok insan canlısı bir kadındı. Esmer güzeli yüzünde, yerli ırkının izleri vardı. Kar beyazı dişleri her gülümseyişinde odaya bir aydınlık veriyordu sanki.
Onun arkadaşı olmak için çok genç, çok çekingen ve çok dalgındım. Bu kadını her zaman göremiyordum. Gördüğüm zamanlarda ise bana okumam için kitaplar veriyordu. Bu kitaplar, dünya edebiyatının en önde gelen ürünleri diye nitelediği Rus edebiyatından eserlerdi. Şunu söylemem gerekir ki, Gabriela beni Rus edebiyatçılarıyla tanıştırmıştı. Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Çehov’u daha o zaman sevmiştim. Bu sevgi bugüne kadar sürmüştür.
Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum