İlk kitabım! Yazarın görevi; gizlerle dolu değildir. Şair de yüklendiği kişisel göreviyle herkese faydalı olur. Buna her zaman inanmışımdır. Şiir, bir parça ekmeğe, topraktan bir tabağa ya da beceriksiz bir elin severek işlediği bir tahta parçasına benzer.
Maruri sokağı 513 numarada ilk kitabımı bitirdim. Günde dört-beş şiir yazdığım oluyordu. Güneş batarken, odamın balkonundan her ne olursa olsun kaçırmak istemediğim bir sahneye tanık oluyordum. O olağanüstü güzellikteki renkler evreni, ışık kırılmaları, kavuniçi ve kıpkırmızı koskoca tavus kuşu kuyruklarıyla nefis bir güneş batışıydı. Kitabımın en önemli şiiri “Maruri’de Güneşin Batışı” adını taşıyordu. Kimse bana, Maruri nedir, diye sormamıştır. Belki çok az kimse bunun, nefis güneş ışınlarının ziyaret ettiği kendi halinde küçük bir sokak olduğunu bilir. İlk kitabım Crepusculario 1923 yılında basıldı. Kitabın baskı giderlerini karşılayabilmek için her gün yeni kayıplara uğruyordum. Birkaç eşyamı satıyor ya da bir şeyi rehine veriyordum. Rehinciye götürdüklerim arasında, babamın törenle bana armağan ettiği arkasına iki bayrak işlenmiş kol saati de vardı. Saatten sonra koyu renk elbisem de rehincinin yolunu tuttu. Basımevi sahibi acımasızdı. Sonunda kitap basılıp da, ciltlendiğinde, asık suratla, “Bütün borcunuz ödenmeden, buradan tek kitap bile dışarı çıkmaz,” dedi. Eleştirmen Alone büyük bir yakınlık göstererek, geri kalan parayı bağışladı. Bu para da basımcının gırtlağına girince, ben kitaplarımı yüklendim ve sevinçle sokağa fırladım. Ayağımdaki ayakkabıların altı delikti.
İlk kitabım! Yazarın görevi; gizlerle dolu değildir. Şair de yüklendiği kişisel göreviyle herkese faydalı olur. Buna her zaman inanmışımdır. Şiir, bir parça ekmeğe, topraktan bir tabağa ya da beceriksiz bir elin severek işlediği bir tahta parçasına benzer. Sonra şuna inanıyorum ki, hiçbir el sanatçısı, büyük bir çaresizlik içinde hayallerini gerçekleştirmiş, ilk defa yepyeni bir şey ortaya çıkarmış şairin ruhunu dolduran o sarhoş edici duyguları tanımaz. O an, bir daha gelmeyen bir andır. Daha bir sürü yeni ve güzel kitaplar çıkacaktır. Başka dillerdeki kelimelere çevrilecektir sözleri, başka ağızları dolduracaktır, yeryüzünün başka topraklarında şarkı söyleyen ve güzel kokular yayan bir şarap gibi… İlk kitabın, sayfalarının daha ıslak olduğu o an, baştan çıkarıcı ve kendinden geçirici o an, çırpınan kanatların çıkardığı ses ve yükseklere doğru açan ilk çiçekler… Bütün bu duyguları, bu ilk anı şair, hayatında yalnızca bir kez yaşar.
Bu ilk kitabın içindeki şiirlerden biri, ötekilerden ayrılarak, kendi yolunu seçmiştir sonra: “Elveda”. Bugüne kadar rastladığım birçok insan bu şiirimi tanımakta, hatta aralarından birçoğu ezbere bilmekteydi. Hiç ummadığım yerlerde karşımda oturan biri bana bu şiiri okumuş ya da okumam için ricada bulunmuştur. Bazen katıldığım bir toplantıda, dinleyiciler arasından bir genç kız sesi bu şiirin mısralarıyla yükselmiş ya da tanıştırıldığım devlet adamları, karşımda şiirin ilk mısralarını ezbere okumuştur.
Bir gün İspanya’da şair Federico Garcia Lorca, aynı şeyi “Vefasız Ev” şiiriyle yaşadığını anlatmıştı. Federico’nun karşısındaki insana gösterebileceği en büyük dostluk, o halkçı ve güzel şiirlerinden birini okumasıydı. Biz şairler şiirlerimizden yalnızca birinin okurlarca çok beğenilmesinden pek hoşlanmayız. Bu bir çeşit zorlamadır, şairin çalışmasını ve çabalarını köstekleyebilir. O ise daima, gelişen bilinçle daha yukarılara çıkmak istemektedir.
Crepusculario’yu geride bıraktıktan sonra, şiirimin bir güç tarafından ileriye doğru itildiğini fark ettim. Güneye yaptığım bazı yolculuklarda yeni güçler topladım. 1923 yılında Temuco’da baba evimde bulunduğum bir sırada başımdan ilginç bir olay geçti. Gece yarısıydı. Yatmadan önce odamın penceresini açtım. Gökyüzü beni kendimden geçirdi. Fışkırmak isteyen yıldızlarla doluydu. Duru bir gece ve üzerimde açan güneyin yıldızları.
Sarhoş gibiydim. Hemen masaya koştum ve elime geçirdiğim kâğıda, kendimden geçercesine, okulda öğretmenin söylediklerini yazmaya çalışan bir öğrenci gibi heyecanla, mısralarımı karaladım. Adını defalarca değiştirdiğim ve sonunda Savrulup Atılmış Kişi dediğim bir kitabımın ilk şiiri, Temuco’da yazdığım bu şiir olmuştu.
Bir gece önce yazmış olduğum şiiri, ertesi sabah uyanır uyanmaz içime çeke çeke defalarca okudum. Santiago’ya geri döndüğümde, Aliro Ayarzum, şiirimi dinlemiş ve hayran olmuştu.
O kalın sesiyle, “Bu mısralarda Sabat Ercasty’den etkilenmediğine emin misin?” diye sormuştu.
“Sanmıyorum. Aceleyle kaleme aldım onları.”
Bir zaman sonra, günümüzde haksızca unutulmuş Uruguaylı o büyük şaire bu şiirimi yollamak geldi aklıma. Bu şairde, benim düşündüğüm tarz şiirin gerçekleştiğini fark etmiştim. İnsandan başka, doğayı ve gizli güçleri konu alan şiirler yazıyordu Ercasty. Onunla mektuplaşmaya başlamıştım. Şiirlerim ilerler ve gelişirken, Sabat Ercasty’nin tanımadığı o genç şaire yolladığı mektupları büyük bir dikkatle okuyordum.
Bir gece Temuco’da kaleme aldığım şiiri de yaşamakta olduğu Montevideo’ya yolladım ve onun etkisinin bu şiirde görülüp görülmediğini sordum. Hemen yanıt verdi bana. Bu yanıt bir gönül yüceliği örneğiydi, “Bu kadar başarılı ve güzel şiire çok az rastladım. Fakat size şunu söylemek isterim ki, mısralarınızda Sabat Ercasty’den bir şeyler var.”
Bugün onun bu satırlarına minnettarım. Mektubunu, yırtılıp parçalanana kadar günlerce ceketimin cebinde taşıdım durdum. O gece ben boş yere yıldızların etkisi altında kalmıştım, duygularım bir fırtınayla sarhoş olmuştu. Yanılmıştım. Bunlardan vazgeçmeliydim. Mantık bana dar patikalarda yolumu adım adım bulmama yardım edecekti. Alçakgönüllü olmayı öğrenmeliydim. O geceki şiire benzeyen şiirlerimi bir kenara kaldırıp attım. Aradan 9-10 yıl geçtikten sonra yayımlandılar.
Sabat Ercasty’nin bana yazmış olduğu o mektup, yolumu değiştirmemde önemli rol oynamıştı. Onun tarzı olan şiirlerden vazgeçmiştim. Duygularımı öylesine mısralaştırmak bence artık mümkün değildi, değişiklik yapmalıydım. Başka şeyler arayıp buldum, içinde yaşadığım dünyayı gördüm. Aşk üzerine yeni bir şiir kitabı hazırlamaya başladım. Sonunda yirmi şiirlik bir kitap ortaya çıktı.
Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı adlı bu kitap, acılarla dolu bir bildiri sayılırdı. Gençlik günlerimde bana ıstırap vermiş tutku ve coşkunluklar, anavatanımın güney bölgelerinin o görkemli doğası bu kitaptaydı. Beğenirim bu kitabı, çünkü melankolinin yanı sıra, yaşama sevgisi de vardır. Bir nehir ve bu nehrin denize kavuştuğu kıyılar bana yardımcı olmuştur: İmperial. Yirmi Aşk Şiiri aynı zamanda Santiago’daki öğrencilik sokaklarımın, üniversitenin ve sarmaşık kokularına karışan aşkların da bir romanıdır.
Santiago’daki bölümler Echaurren sokağı, Avenida Espafia ve İnstituto Pedagogico’nun eski binası arasında geçer, oysa geri planda daima güneyin nehirleri ve ormanlarının bir panoraması görülür. “Umutsuzluk Şarkısı”ndaki dalgakıranlar, Carahue ve Aşağı İmperial’deki eski ve yosun tutmuş, geniş nehrin sularının vurduğu ve bugün bile oraya bir canlılık veren martıların konduğu dalgakıranlardır.
İnce, uzun, terk edilmiş ve kim bilir ne zaman kıyıya vurmuş olan bir sandalda “Juan Cristobal”i başından sonuna kadar okudum ve “Umutsuzluk Şarkısını” yazdım. Başımın üzerinde, o günden sonra bir daha görmediğim yücelikte masmavi bir gökyüzü belirmişti. Sandalın içinde, toprağa saklanmış gibi yazıyordum. O gün olduğu kadar duygularımın derinliklerine indiğimi, doruk noktalarına çıktığımı hatırlamıyorum. Çevremi saran şeyler şiirime de girmişti; denizin uzaktan duyulan iniltisi, vahşi kuşların haykırışı ve yürek burkan sevgiler.
Bu yirmi şiirdeki kadın kimdir diye bana birçok kez sormuşlardır. Yanıt vermesi güç bir soru bu. Melankoli dolu şiirlerimde geçen kadınlar, diyelim ki Marisol ve Marisombra’dır. Marisol, koskocaman yıldızlarıyla büyüleyici taşranın şiiridir; gözleri de Temuco’nun ıslak gökyüzü gibi karanlıktır. Bu varlık; neşesi ve yaşayan güzelliğiyle kitabın her sayfasından dışarı taşar. Limanın suları, dağlara vuran ay ışığıyla çevrelenmiştir. Marisombra’ya gelince, o başkentteki öğrenci kızdır. Gri şapkası, tatlı bakışlı gözleri vardır. Sarmaşık kokan bir öğrenci aşkı, büyük şehrin gizli köşelerinde heyecan dolu buluşmalar…
Zamanla Şili’de hayat değişmeye başladı. Şili halk hareketi fark edilir bir biçimde güçlenmeye, öğrenciler ile yazarlardan daha çok destek beklemeye başladı. Bu arada küçük burjuvanın büyük önderi demagog Arturo Alessandri Palma, cumhuriyetin başkanlığını ele geçirmeyi başardı. Daha önce bütün ülkeyi ateşli ve tehdit edici konuşmalarıyla sarsmıştı. Başkan olur olmaz ise, bizim Amerika’nın klasik başkanlarından biri oluverdi. Mücadele etmek istediği oligarşi, ağzını açarak, Palma’nın devrimci konuşmalarını yuttu. Ve ülke, eskiden olduğu gibi sorunlarıyla baş başa kaldı.
Aynı tarihlerde Luis Emilio Recabarren adında bir işçi yöneticisi, büyük güç sarf ederek proletaryayı birleştirmeye, sendikalar ve bütün ülkeye yayılan işçi gazeteleri kurmaya çalışıyordu. Çığ gibi büyüyen işsizlik, çabalarını zorlaştırmıştı. Bu arada ben her hafta “Claridad”a yazıyordum. Biz öğrenciler, halkın isteklerini destekliyor ve Santiago caddelerinde polis tarafından coplanıyorduk. Bakır ve kükürt madenlerinde işten çıkarılmış olan binlerce işçi akın akın başkente geliyordu. Mitingler ve ortaya çıkan yeni hareketler, halkın hayatına kötü bir renk veriyordu.
Bu andan itibaren politika yavaş yavaş şiirlerime girmeye, hayatımı etkilemeye başlamıştır. Şiirlerime, sokağa açılan kapıyı kapayamazdım, tıpkı genç şair kalbimden, aşka, hayata, sevgiye ya da üzüntülere açılan kapıyı kapayamayacağım gibi.
Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum