İnsanın irade özgürlüğüyle ilişkisidir. William James bunun psikolojik değil ahlaki bir sorun olduğunu söylerken haklıydı. Bu sorun, James’in de belirttiği gibi, görmezden gelinemez. Herkesin yaşamında ya da işinde bazı yanıtlar vardır ve dürüstlük bunu netleştirmeyi gerektirir. Freud’un ve yeni psikolojinin etkisi, gerekircilik veya gerekirliğin kapsamını olabildiğince genişletmek olmuştur. Nasıl da şartlanma yaratıkları olduğumuzu, bilinçdışı süreçlerimiz tarafından nasıl da itildiğimizi ve şekillendirildiğimizi hiç görmediğimiz kadar açık bir şekilde görüyoruz. Özgürlüğümüz gerekircilik yönetimi ele geçirdiğinde bize kalan eksi alansa, artıklarsa, gerçekten kaybolduk demektir.
Özgürlük ve seçim küçülür, yeni gerekircilik keşfedilene kadar masadan bize geçici olarak atılan kırıntılar oluverir. O zaman da insanın iradesi ve özgürlüğü çocukça saçmalıklar haline gelir. Fakat bu saf, ilkel bir irade ve özgürlük görüşüdür ve terk edilmelidir. Freud’dan beri açık olan bir şey, Cennet Bahçesi’nde bilince “düşmeden” önceki ya da bebeğin bilince ulaşmaya ve onu genişletmeye çabalamaya başlamadan önceki saf özgürlüğünün, “ilk özgürlük”ün sahte bir özgürlük olduğudur. Makineyle şimdiki mücadele yine aynı sorundur. Özgürlüğümüz arta kalanlarsa, makinenin yapamadıklarıysa, mesele baştan kayıpbedilmiştir: Bir gün bunları yapacak bir makine icat edilirse, hepimizin sonu gelir.
Özgürlük asla bir gerekliliğin, ne Tanrı, ne bilim ne de herhangi bir şey tarafından ertelenmesine bağlanamaz. Özgürlük asla, sanki “irade”miz gerekircilikten geçici bir sınır indirimiyle çalışırmış gibi bir kanuni vazgeçiş olamaz. Tasarlama, biçimlendirme, hayal kurma, değer seçme, amaçlılık insan özgürlüğünün nitelikleridir. Özgürlük ve irade gerekircilikten vazgeçişimize değil, onunla ilişkimize bağlıdır. Spinoza. “özgürlük, gerekliliği tanımadır” diye yazar. İnsan belirlenmiş olduğunu bilme ve onu belirleyenle ilişkisine seçme yetisiyle ayırt edilir. Bilincinden vazgeçmediği sürece, ölüm, yaşlılık, sınırlı zeka ve geçmişindeki kaçınılmaz şartlandırmalar gibi gerekliliklerle nasıl ilişki kuracağını seçebilir ve seçmelidir. Bu gerekliliği kabul mu edecek, onu yadsıyacak mı, onunla savaşacak mı, onu onaylayacak mı, ona razı mı gelecek? Tüm bu sözcüklerde bir istem unsuru vardır. İnsanın tiyatrodaki eleştirmen gibi nesnelliğinin “dışında durmadığı” ve onun hakkında ne düşündüğüne karar vermek için gerekliliğe bakmadığı şimdiye kadar netleşmiş olmalıdır. İnsanın amaçlılığı, içinde kendini bulduğu gerekliliğin zaten bir öğesidir. Özgürlük nesnel doğanın ya da nesnel doğamızda bize kalan o küçük alan üzerinde zafer kazanmakta değil, her ikini de yaşayan insanlar olduğumuz gerçeğinde yatar. Amaçlılığımızda, ikisi bir araya gelir ve her ikisini yaşarken, ikini de değiştiririz. Amaçlılık yalnızca gerekirciliğin karşısında bir tutum almamızı mümkün kılmaz, bu tutumu almamızı gerektirir. Bu psikoterapide, hasta genellikle bezdiği veya amaçlarının anlamından kaçtığı zaman katı gerekirciliği savunduğunda olduğu gibi, sonsuz defa örneklenir. “Gerekirci olma gerekirciliği” ne kadar fazlaysa üstüne üstüne gelen kaderle hiçbir ilgisi olmadığını ne kadar çok savunursa (ki zaten bu da amaçlılıktır)- kendini o kadar gerekirci yapar. Nietzsche sık sık, “kaderi sevmek”ten söz ederdi. Demek istediği, insanın kaderle doğrudan yüzleşebileceği, onu bilebileceği, ona cesaret edebileceği, onu okşayabileceği, onu zorlayabileceği ve onu sevebileceğiydi.
“Kaderlerimizin efendisi” olduğumuzu söylemek küstahlık olsa da, onun kurbanları olmaktan kurtulmuş durumdayız. Aslında kaderimizin eşyaratıcılanyız. Psikanaliz amaçların veya bilinçli ussallaştırmaların eline kalmamamızı, amaçlılığı zorlamamızı gerektirir. Bilicimiz bir daha asla, “bir şeyi bilinçli olarak düşünürsek mutlaka doğrudur” inancına dayanan bir basitlikte olamaz. Bilinçlilik anlık bir deneyimdir ama anlamına dil. bilim, şiir, din ve insanın simgesellik köprülerinin diğer tüm yönleri aracılık etmelidir.
Bir geçiş döneminde yaşamanın karmaşıklığını William James’le paylaşırız; o başında yaşamıştır; biz, umarım, sonuna yakınız. Bir konuda çok netti. İnsan kesin olarak bilemezse de, mutlak cevaplar yoksa ve hiç olmayacaksa da, insan yine de eylemde bulunmalıdır. Yirmili yaşlarının sonunda ve otuzlu yaşlarının başında, depresyonuyla felç olduğu ve hiçbir şey isteyemediği beş yıldan sonra, bir gün özgürlüğe inanma şeklinde bir irade eyleminde bulunabileceğini fark etti. Özgürlüğü istedi, onu bir karar haline getirdi. “Özgürlüğün ilk eylemi, onu seçmektir” diye yazdı. Sonrasında, bu irade eyleminin depresyonuyla başa çıkmasına ve onu aşmasına yardımcı olduğuna inandı. Altmış sekiz yaşındaki ölümüne kadar sürdürdüğü oldukça yapıcı yaşamın o noktada başladığı, yaşam öyküsünde açıktır. Bu karar, James’in irade görüşünün ayrılmaz bir parçası oldu. Bizi karşılayan birçok duyu, bizi etkileyen birçok uyaran arasında, ağırlımızı o yerine bu olasılığa verme gücündeyiz. Aslında “benim için gerçek bu olsun” deriz. “Bu olsun!” karan James’in atılımıdır; onun bağlılık ifadesidir. Bir irade eyleminde insanın gözle görünenden daha fazlasını yaptığım biliyordu; insan yaratıyordu, daha önce olmayan bir şeyi oluşturuyordu. Böyle bir kararda bir risk vardır, fakat dünyaya sunduğumuz özgün ve türetilmemiş bir katkı olarak kalır. Amaçlılığı, sorunun esasını atladığı için James’in kuramını eleştirmiştim. Ama her insanın başlangıçta koyulduğu ve zehri içme kararında sadece Sokrates’le “bilmiyorum ama inanıyorum” diyerek o atılımı yapabildiği, insanın irade eylemi konusunda James gerçekten hâlâ büyüktür. Sözleri, onları acılarının ve mutluluklarının örsünde döven birinin samimiyeti ve gücüyle çınladığından, onu alıntılamaktan daha iyi bir şey yapamayız:
Bizi kuşatan bu koca dünya bize türlü sorular sorar ve bizi türlü yollarla sınar. Bu sınavların bazılarına kolay eylemlerle karşılık verir ve bazı sorulan güzel biçimli sözcüklerle yanıtlanz. Fakat bugüne kadar sorulmuş en derin soru “Evet, ona bile razıyım!” derkenki irade sağırlaşmamız ve kalp tellerimizin gerilmesi dışında hiçbir yanıtı kabul etmez… Dünya böylece kahraman insanda kendine uygun bir eş bulur; kendini dik ve kalbini sağlam tutabilmek için gösterdiği çaba, insan yaşamı oyununun içindeki değerinin ve işlevinin tam ölçüsüdür. Kainata tahammül edebilir… Hâlâ onda, “devekuşu gibi unutarak” değil, oradaki caydırıcı nesnelere [rağmen] içinden gelen dünyayla yüzleşme isteğiyle bir tat bulabilir… “Ona razı mısın değil misin” diye, küçük büyük, en kuramsal ve en kılgısal şey için her saat başı bize sorarlar. Biz de razı gelerek veya razı gelmeyerek yanıt veririz, sözcüklerle değil. Bu sağır yanıtlarımızın nesnelerin doğasıyla en derin iletişim organlarımız gibi görünmesi nasıl bir mucizedir! Bundan elde ettiğimizin dünyaya sunduğumuz tek türetilmemiş ve özgün katkı olması nasıl bir mucizedir!
Rollo May
Aşk ve İrade