Aşk ve irade, toplum biçimleri içinde yaşanır. Bu biçimler, o dönem için geçerli mitler ve simgelerdir. Biçimler, toplumun canlılığının aktığı kanallardır. Yaratıcılık, canlılık ve biçim arasındaki mücadelenin sonudur. Bir sone yazmaya veya vezin ile şiir okumaya çalışmış herkesin farkında olduğu gibi, biçimler ideal olarak yaratıcılıktan bir şey eksiltmez, hatta ona bir şey katabilir. Günümüzdeki biçime karşı isyan bu noktayı tersiyle kanıtlar: Geçiş dönemimizde bazı yeni biçimleri arıyoruz, keşfediyoruz, bulmaya çalışıyoruz, deneylerle bulabildiklerimizi ortaya koyma mücadelesi veriyoruz. Duke Ellington beste yapağında, trompetçinin çok yüksek notalara rahat basamadığını ama tromboncunun onlarda çok iyi olduğunu aklında tutması gerektiğini anlatır; ve bu tür engeller altında beste yapmaya dair “Sınırlı olmak iyidir” der. Sadece libido ve erosla değil, diğer sevgi biçimleriyle de öyle: Tam tatmin insanın ölümü demektir: Aşk aşıkların ölümüyle kendini bitirir. Yaratıcı güç için biçime gereksinim duymak yaratıcılığın doğasındadır; bu nedenle engelin işlevi olumludur.
Bu toplum biçimleri ilk olarak sanatçılar tarafından şekillendirilip sunulur. Bize görmeyi öğreten, bilincimizin genişlemesinin temelini atan sanatçıdır; herhangi bir dönemde bizde olmayan yeni deneyim boyutlarının yolunu gösterir. Bu nedenle bir sanat eserine bakmak bize kendi mizi tanıma deneyimi yaşatır. Rönesans diye bilinen o olağanüstü farkındalık doğuşunun öncüsü olan Giotto, doğayı yeni bir açıdan gördü, ilk kez kayaları ve ağaçlan üç boyutlu bir alanda çizdi. Bu alan hep ordaydı ama Ortaçağ insanının iki boyutlu mozaiklerden yansıyan sonsuzlukla kurduğu dikey ilişkisiyle meşgul oluşu yüzünden görülmüyordu. Giotto insan bilincini genişletti çünkü bakış açısı belirli bir noktada duran insanın bu açıyı görebilmesine bağlıydı. Birey önemli değildi; ölçüt artık sonsuzluk değil, bireyin kendi deneyimi ve bakma yetişiydi. Gİotto’nun sanatı yüzyıl sonra yeşerecek Rönesans bireyciliğinin habercisiydi. Giotto tarafından resmedilen yeni alan görüşü, Magel- lan ve Kolomb’un insanın dünyasıyla ilişkisini değiştiren coğrafi okyanus ve kıta keşiflerinin, Galileo ve Koper- nik’in insanın göklerle ilişkisini değiştiren gökbilim keşiflerinin temelini oluşturdu. Bu yeni alan keşifleri insanın benlik imajının kökten sarsılmasına neden oldu, insanın yeni dış alan boyutları keşfinden ve aynı şekilde zihni için yeni uzantı gereksinimlerinden doğan yalnızlıkla yüzleşen ilk çağ bizimki değildir. Bu dönemdeki psikolojik sarsıntı ve ruhsal yalnızlık, şair John Donne tarafından ifade edilmişti:
Ve özgürce itiraf eder insanlar bu dünyanın tükendiğini.
Gezegenlerde ve Gök kubbede
Bu kadar çok yeni ararken; …
Her şey paramparça, uyum yok;
Hepsi sadece gereç, ve hepsi Akraba:
Prens, Uyruk, Baba. Oğul, her şey unutuldu,
Yalnızlık, filozof Leibnitz’in iletişim sağlayacak kapıların ve pencerelerin olmadığı ayrık monatlar öğretisinde de ifade edilir. Bilim adamı Pascal tarafından da:
“İnsanın körlüğüne ve sefaletine baktıkça, tüm evrenin sağır olduğunu ve insamn ışıksız, kendi halinde, evrenin yanlış bir köşesine sapnuş gibi, onu kimin oraya koyduğunu, neden orada olduğunu ve ölünce ona ne olacağını bilmeyen, tüm bilgiden yoksun halini gördükçe, uyurken korku dolu ıssız bir adaya götürülmüş, uyandığında nerede olduğunu bilmeyecek ve adayı terk edemeyecek bir insan olarak korkmaya başlıyorum.”
Tıpkı bu insanların boş hazneleri dolduracak yeni bilinç düzeyleri bulabildikleri gibi, günümüzde benzer bir değişim gereklidir. Yüzyılımızın başında Cézanne, alanı yeni bir şekilde, açıyla değil kendiliğinden bir bütünlükle, alan biçiminin anlık kavranışıyla gördü ve çizdi. Alanın ölçüleri yerine alanda olmayı çizdi. Tuvallerindeki kayalara ve ağaçlara ve dağlara bakınca, kendimizi “bu dağ bu ağacın arkasında” derken bulmayız, onun yerine yakın ve uzağı, geçmişi ve şimdiyi, bilinci ve bilinçdışını dünyayla ilişkimizin anlık bütünlüğüyle kapsadığı için mitsel olan anlık bütün tarafında kavranırız. Yakın zamanda Londra’da Cézanne’m yağlıboya tablolarından birine, Le Lac d ’Annecy’ye (ki daha önce görmemiştim) bakarken, gerçekten de dağın aslında yirmi mil ötede olmasına rağmen, fırça darbeleriyle dağı ağcın üzerine yerleştirdiğini fark ettiğimde şaşırmıştım. Cezanne’da biçimler, toplansınlar diye bölmelendirilme- miş parçalar değil, bizi kavrayan bir varlıktır. Aynısı Cezanne’ın portreleri için de geçerlidir – kişi bize bir alnı, iki kulağı ve burnu olan bir surat olarak değil, bir varlık olarak sunulur. Bu varlığın güzelliği, kuralcılığa olan saf köleliğimizi yerle bir eder ve bize insanoğlu hakkında gerçekçilikten daha fazla gerçek sunar. Önemli olan, tablo bize bir şey söyleyecekse resme katılımımızı gerektirdiğidir. Cezanne’da bu yeni boşluklar ve taşlar ve ağaçlar ve yüzler dünyasını görürüz. Bize eski mekanik dünyanın gittiğini, boşluklarla dolu yeni bir dünyayı görmemiz ve orada yaşamamız gerektiğini söyler. Bu onun görünürde sıradan, masa üzerindeki elma ve şeftalilerinde bile açıktır. Ancak ağaç resimlerinde özellikle net ve güzeldir. Üniversite yıllarımda, kampüsteki boylanna ve güçlerine hayranlık duyduğum uzun karaağaçlar altında derse yürürdüm. Şimdi de Riverside Yolu’ndaki işyerime karaağaçlar atında yürüyorum. İkisinin arasında, Cdzanne’m karaağaç resimlerini tüm mimari ihtişamlarıyla sevmesi öğrendim, ve şimdi her sabah gördüğüm – ya da yaşantıladığım – üniversite kampüsündekinden tamamen farklıdır. Artık ağaçlar, ağaçların gerçek ölçüleriyle ilgisi olmayan müzikal bir hareketin parçasıdırlar. Göğün üçgensel biçimleri onlara biçimlerini veren ağaç dallan kadar Önemlidir; havadaki saf gücün ağaçlann boyuyla hiç ilgisi yoktur, Hudson Nehri’nin gri maviliğini örten dalların çizgilerinden oluşur. Cezanne’ın gösterdiği yeni dünya, neden ve sonucu aşmasıyla nitelenir. “A”, “B”yi, “B”, “C”yi doğurur şeklinde doğrusal bir ilişki yoktur; biçimlerin tüm yönleri aynı anda görüşümüz tarafından doğurulur – ya da hiç doğurulmaz. Bu günümüzde iradenin aldığı yeni biçimi gösterir. Resim mitseldir, kuralcı ve gerçekçi değildir; geçmiş, şimdi ve gelecek, bilinçli veya bilinçdışı, zaman tüm ulamları ona dahildir. Ve en önemlisi, onun dışında durursam resmi göremem bile; sadece ona katılırsam benimle iletişim kurar.
Cezanne’ı, kayalannı doğru bir icra olarak gözlemleyerek değil, o kayalara yalnızca bedenim ve histerim ve dünya algılarım sayesinde benimle konuşan biçim yapıları olarak bakarsam görebilirim. Duygudaşı olmam gereken dünya budur. Yaşamımın üzerine kurulu olduğu temel biçimler evreninde kendimi ona vermeliyim. Bu resimlerin bilincime sunduğu sorunlar bunlardır. . Peki kendimi Cezanne’ın yeni biçimler ve alanlar yörüngesine kaybedersem kendimi yeniden bulup bulmayacağımı nasıl bileyim? Bu soru çoğu insanın modem sanata duyduğu kızgın, akıldışı ve şiddetli karşıtlığın büyük bir kısmını açıklar; modern sanat eski dünyalarını yok eder, bu yüzden nefret edilmelidir. Dünyayı eski şekliyle göremeyeceklerdir, yaşamı eski şekliyle yaşantılayamayacaklardır; eski bilinç bir kere parçalandı mı, onu yeniden birleştirme ihtimali yoktur. Burjuva Cezanne’ın üzerinde yaşamın güvende görünebileceği güçlü, sağlam biçimler yaratır görünmesine karşın, resimlerinde tamamen farklı bir dilin olduğunu görememe tuzağına düşmemeliyiz. Van Gogh’u birkaç yıl öncesinde psikoza sürükleyen ve Nietzsche’nin mücadele ettiği ve ona pahalıya patlayan bilinç derecesi budur.
Cézanne’ın eserleri, Bacon’dan beri modern insanın doğayla ilişkisini niteleyen ve bizi felaketin eşiğine sürükleyen “böl ve yönet” parçalayışının zıttıydı. Cézanne’da dünyayı anlık, kendiliğinden bir bütünlük olarak isteyebilip sevebileceğimiz, ve bu şekilde istemek ve sevmek zorunda olduğumuz gerektiği ifadesi vardır. Cézanne’da ve ona yakın sanatçılarda, yüzleşmemiz gereken yeni durumlarda bize gerekecek aşk ve irade için yeterli olan yeni bir mit ve simge dili vardır. Sanatın hangi türü olursa olsun, sanatçının tutkusu, dünyasıyla ilişkisinde önemli bulduğu bilinçaltı ve bilinç- dışı deneyimlerini iletmektir, “iletmek” “toplanmak” ile ilgilidir, ve sırasıyla her ikisi de diğer insanlarla ortaklığı ve topluluğu yaşantılama yollarıdır. Dünyayı anlık, kendiliğinden bir bütünlük olarak sever ve isteriz, irademizi dünyada gösteririz, kararımızla, emrimizle, seçimimizle onu yaratırız; onu aşkla severiz, ona şefkat gösteririz, enerji veririz, onu şekillendirdikçe ve değiştirdikçe ona bizi sevme ve değiştirme gücü kazandırırız. Kişinin dünyasıyla tam olarak ilişkide olması budur. Onu sevmemizden veya istememizden önce dünya yoktu demiyorum; bu soru yalnızca varsayımlara dayanarak yanıtlanır ve yaradılıştan gerçekçi bir Orta-Batı Amerikalı olarak, var olduğunu varsayıyorum. Fakat onun üzerinde bir etkim olmadığından benim için hiçbir gerçekliği, benimle hiçbir ilişkisi yoktur; bir rüyada gibi, hayal meyal, geçerli bir temas olmaksızın hareket ederim. Kişi bunu aklından çıkarabilir – metroyla giderken New Yorkluların yaptığı gibi – veya onu görmeyi, onu yaratmayı seçebilir. Bu anlamda, Cezanne’ın sanatına veya Chartres Katedrali’ne bizi harekete geçirme gücü veririz. En azından şimdilik geri dönmemiz gereken kişisel yaşamlarımız söz konusu olduğunda bu ne anlama gelir? Bilincimizin küçük evreni, büyük evrenin bilindiği yerdedir. Kendisinin ve dünyasının bilincinde olmak, insanın korkutucu neşesi, nimeti ve lanetidir. Çünkü bilinç, öteki türlü saçma olacak eylemlerimizdeki anlamı yakalar. Her şeyi dolduran eros, gücünün bir gün bizim olacağı vaadiyle bizi kendine çağırır. Daimonik – aym zamanda yaratıcı gücümüz olan o kızdıran ses – bu daimonik deneyimleri sonlandırmazsak ve ne olduğumuzun ve yaşamın ne olduğunun değerini bilerek onları kabullenirsek bizi yaşama doğru götürür. Benliğin derin far kındalığını içeren amaçlılık, bilinç tarafından yakalanan anlamı eyleme dönüştürme yolumuzdur. Geçmiş çağlann bilincinin ve onların bize bıraktıklan bilgeliğin zirvesinde dururuz. Tarih – her çağın bir sonrakine miras bıraktığı geçmişin o seçkin hazine dairesi – geleceği kucaklayabilmemiz için bizi şimdide biçimlendirir. İçgörülerimiz, zihnimizin kenarında oyun oynayan yeni biçimler, bizi hep istesek de istemesek de tuhaf ve şaşırtıcı topraklara bastığımız bakir ülkelere götürüyorsa, ne olmuş? Tek çıkış yolu ileriye doğrudur ve seçeneğimiz ondan ürkmek veya onu onaylamaktır. Çünkü her aşk ve irade eylemi – uzun vadede her ikisi de, gerçek olan her eylemde mevcuttur – aynı anda hem kendimizi hem dünyamızı şekillendiririz. Geleceği kucaklamanın anlamı budur.
Rollo May
Kaynak: Aşk ve İrade