Azra’ya Mektuplar
Seni anımsatan bir yüzle, bakışla, bir şarkıyla, sessizlikle ya da aniden bastıran yağmurla başlayıp, hatıralar, sözcükler ve tümcelerle süren bu yolculuğun nasıl bir mektuba dönüşeceğini bilmeden yazıyorum.
Zaman zaman, neden yazdığımın, neden buna zorunluymuşçasına bağlandığımın sebeplerini sorguluyorum, ama bulamıyorum. Kimbilir belki yazarak kendi yaralarımı sarıyorum.
Paslı çiviye bir iple bağlanmış, mandalı olmayan bir kapı var Azra; bu düğümü en son kim atmıştı bilmiyorum ve o düğümü senelerdir çözemiyorum ben.
Anlayacağın bir iplik yumağını çözme eylemindeki sevinci yaşamadım senelerdir. Kötücül zamanın nüfuz edilemez düğümlenişine, kolu kanadı kırık, umutsuz bir teslimiyet benimkisi.
Bütün ayrıntıları gösteren bir büyütecin takıldığı o kapının anahtar deliğinden izliyorum seni, aniden yan odaya geçiyorsun ve öykümüz orada bitiyor sevgilim.
Yıllar geçiyor ve sınırsız bir cennet sunuyor bana zaman.
Zaman denen nehrin hızlı debisi içinde geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gidiyor Azra. Geçmişi, ancak gözüme göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalayabiliyorum. Zamanı durdurmak için saat kadranlarına ateş et sevgilim.
Çocukken okuduğun kitaplarda, izlediğin filmlerdeki kahramanlardan biri olarak düşün beni. Ya da istersen, hayata mağlup başlamış, boynunda “ben kayıbım” yazılı bir levha sallanan, içkiye, sigaraya sığınmış, tren istasyonunda dilencilik yapan, ıskaladığı hayata içten içe küfreden, kendisinden başka kimseye zararı olmayan biri olarak da düşünebilirsin.
Olmazsa, aldatanlar, aldatılanlar, tutunamamışlar, kaybolmuşlar ve delirmişler içinde bir gölge olarak tahayyül et.
Bu gölgeler birbirlerinin yaralarını çok iyi bilirler, yalnızlıklarına saygı duyarlar ve çirkindir çoğu.
Sen gittikten sonra da erkenden uyanıp güneşin doğuşunu ütülü elbiselerimi giymiş halde karşıladım, çünkü benim için her sabah o ilk buluşmaydı seninle. Tanrı bakışlı çocuklar düşledim, bahçede zıplayıp koşan. Fakat gerçek bir sosyal varoluşa kavuşmadan, ayrılık imha ediyordu düşlerimi.
Gözlerimi kapatıyorum; ebedi bir boğuşma içerisinde birbirine kenetlenmiş iki güreşçi imgesinin çağrıştırdığı kötü bir sonsuzluk karşılıyor beni. Hemen gözlerimi ovuşturup açıyorum ve yeniden kapatıyorum; bu sefer kilitli kapıların çatlaklarından noel ağacının ışığını gören şen bir çocuk görüyorum. Ama ışık solgun ve bir süre sonra kötücül gerçeğin güçlü aksi altında sönümleniyor.
Bir çocuk dönüyor atlı karıncanın üstünde, dönüşünün teğetinde ağaçlar, sokaklar, pasajlar, arkadlar, labirentleriyle, bir panayıra, görsel bir çöplüğe dönüşen şehir ve içine girmeyi göze alamadığımız o mağaranın kıvrımları ve dönemeçleri Azra.
Çocukluğuma, bu kente, babama, herşeye karşı bir öfke duyuyorum, bıraksan atlayacağım, herşeyin ebedi tekrarı çoktan bir çocuk hikmeti haline gelmiş o atlıkarıncanın üstünden.
Bir yandan kulaklar acıtan şehrin kovan uğultusu, diğer yandan seni düşündükçe kalbimin uğultusu, titreyen mumun alevinde; keşke seni düşünmek o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi.
Sence bu uğultu içinde, susmuş olan seslerin de yankısı yok mudur?
Düşsellikle buruklaşmış şeyleri daha belirgin hale getiren bir yoldayım. Sokakların oluşturduğu ağlar, ayrılık ve yitiklik adı altında açık seçik hale geliyor. Her şey bir labirent girişine yönlendiriyor beni. Bir geceliğine tanıdığım otel ve genelev odalarını, kazılıp örtüldüğünü gördüğüm mezarlara giden yolları görüyorum, bizden öncekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esinti dolanıyor boynuma.
Düş benzeri uzamlarda insanların kısa, hayaletsi varoluş biçimlerine büründüğü metafizik görünümler bu mesafeden bakıldığında oldukça ürpertici.
İnsanın başa çıkamayacağı kadar çok olasılığı fark etmesinden duyduğu bunaltı sarıyor içimi. Ben’imle sürekli bir farkındalık ve bağışlamazlık ilişkisi içinde oluş, yoruyor beni sevgilim.
İnsan rüyasını ancak karşı kıyıdan hatırlayabilirmiş; şehrin karşı yakasına geçtim. Sahilde şilep isimlerini okuyorum yüksek sesle; bir teknenin üstünde adına rastlıyorum; eksik kalışın ne denli ağır br yük olduğunu hatırlatıyor ismin. İsimlerinin bu teknelere vaat ettiği aşk, bana olağanüstü güzel ve dokunaklıymış gibi geliyor.
İnsanı sırtını döndüğü geleceğe doğru fırlatan bir boran başlıyor aniden, deniz hırçınlaşıyor. Bense, sallayınca içinde kar yağan cam kürelerin içindeki kar tanesi gibi ayazın ince camdan kırağısına hapsolmuş, üşüyorum.
Aslında içinde kır çiçekleri, bol miktarda şarap, serçe, rüya ve de yalnızlık bulunduran güzel mektuplar yazmak istiyorum sana, ama beceremiyorum bir türlü.
Suçlu kim buldum; mektuplarını didik didik okuduğum bu sonsuz şubat geceleri, suçlu onlar.
Birbirine sokulmuş sevdalı bir çift geçiyor önümden. Bir temmuz akşamında, göreceksin, seninle birlikte olacağız; biz de birbirimize böyle utkuyla bakıp gülümseyebilecek miyiz o zaman?
Yaz çoktan bitti sevgilim, havalar da soğudu, umudumuzu yitirmemeliyiz yine de, aşk beklemektir çünkü.
Her cümle sanki ilk ya da son cümleymiş gibi yaz bana; dilinin kanını, kelimelerin kılcal damarlarından geçirerek en uzak dokulara pompalayan büyük sevdanın yürek gücüyle yaz.
Ağlama Azra, büyük kızlar ağlamaz…
Josef Kılçksız
Görsel: Picasso