“Yaşamı kendilerine eklemeye, her şeyi her şeyi ele geçirmeye, kendilerine katmaya çalışıyor buradaki insanlar, bizlerse kör topal yaşama eklemlenmeye çalışıyoruz. Arada ayrım yok mu hiç? Develer de güdülmüyor, diyardan da gidilmiyor, bok böcekleri üşüşmüş değneğin üstüne, iki ucuna değil yalnızca.”
“Uçurumlar var, var uçurumlar diyorum ben insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında, kendiyle başkası arasında. Böylece özetleyebiliyoruz, kendimizi, başkalarını. Uçurumlar arası ebem kuşağından köprüler kuruyoruz, ne çok renkli ve bembeyaz, renkleri ısıtıyor insanı ama aslında bu gökkuşağı köprüler buzdan, yani donuyoruz da baka baka, donuk donuk renkler doluyor yüreklere, donduruyor. Yine de diyorum ben, var bir şeyler çünkü düşlerde en derinlikler, söylenemeyen tam anlatılamayan, balıklar asılı tavanlara, simsiyah kocaman balıklar insan yüzlü ve gözleri yaşlı dönerken hıçkırıyor tanıdık tüm yüzler.”
“Adlardan nefret ediyorum, kimliklerden… Çünkü ben kendimi kendime ve başkalarına ve her şeye öyle çok veriyorum ki (kendim için kendiliğimden)”
“Kızıl yapraklar hep bir olup dönüyorlar bir yerlerde, boğazımıza birer düğüm yerleştirmek için, sonra uzaktan uzağa hep bu düğümleri bilmemiz bildirmemiz yaşatmamız öldürmemiz için.
(…) Evrenin yetkin uru dünya. Boşluktaki büyük küresel yaraya göre, kişinin iyileştirilemeyecek bir yarası olamaz gibi görünüyor bana. Onun için varoluş tarihindeki acılar insanın kendini, öznelliğini aşması için nesnel bir destek… Artık, çirkef ilişkilerden, utku ve yenilgi ikileminden, her hamlede mat hevesinden, ele geçirme savaşımından vazgeçmek gerekir. Vazgeçilmiyorsa Üzünç Teyze gelir hep oturur içimizde. Şen ve özgür hayaletler olalım!”
“Nedir bir yıl daha, göğün zamanı öyle kendiyken, azıcık bir sevinç umudu ve yaşam dileğinden başkaca?”
“Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer… Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.”
“Hiçbir şey kalmıyor geriye (nereye?) Oysa bir şey arttırılmalı, saklanmalı, korunmalı kara günler için (daha da mı?)Ben yaşarken yaşamımı ve ölümümü tüketiyorum. Sana neler anlatmalıyım neler, çok yer, çok insan, çirkin, güzel, olaylar, tarihler, akış, akış… Gözlerimin önünde olan biten yiten her şey bir çevrimin içinde tutsaklandığım ben ve rastlantıyla aynı çevrim içre bulunan diğerleri, bize değen, değmeyen her şeyi. Konuşmak konuşabilmek böylesine zorken ben anlatıyorum beynimdeki diğer ses yoluyla sana, bazen de düşlerde. Şükür! Bir güven var hâlâ (nelerden sonra!) beni duyarsın. Nilgün seni severdir.”
“Her yüzeyi tahtadan küçücük bir ev içi kızıyım ben şimdi. Interior Nilgün! Mutfak-oturma birimi tek mekân, kaynayan çaydanlığın dışbükey yüzeyinde oturduğum koltuğu görebiliyorum… Çöl bir kum fırtınası sundu bir gün, evin içi dışı çöl; süpür dolsun, süpür dolsun. Küçük makilerin altında deli tarla fareleri yuvaları var, sabahları pencereden izliyorum; koyu, kırılgan dalgaları, az uzaktaki hurma ağaçlarını, Küçük Prens’in göründüğü ve kaybolduğu çizgiyi çağrıştıran bir çizgiyle bitişen alçak çöl tepelerini…26 Kasım günü öğlen saat 11:10’da çok sıcak oldu denizse ana rahmi denli dingin, biz de ani bir kararla Kağan’la dayanamayıp daldık sulara. Deniz içre bu zamanlarımın, en haz veren anlarıydı belki bu geç atılım. Çok sevindik. Buradaki doğayla en dolaysız tek ilişkim şimdiye dek.”
Nilgün Marmara
Alıntılar: Defterler – Everest Yayınları, Kağıtlar -Everest Yayınları
Güzel insanlar neden erkenden gider buradan, oysa ne çok öğrenecekleri mız var onlardan.saygiyla selamladı arkada kalanlar…