Birhan Keskin, Yeryüzü Halleri kitabında sonsuzdan yola çıkıyor. “Dağın doruğu ile derini arasındaki mesafeden”, “çektiği dünya ağrısı”ndan, “çimene düşmüş ışık”tan, “sedefinden”, “örümcek bağlayan hatıra”dan, “mutlak ıssızlık”tan, “yeryüzünün acı bilgisi”nden, “dünyaya dağılan bölünmüş hatıra”dan, “sabahın nemi kadar sessiz olma isteği”nden, “en çok ılık, beyaz yaz günlerini seven periler”den söz açıyor. Kendine seçtiği o sonsuz coğrafyaya ürkmeden bakma cesareti gösteriyor. “Sabahın karşısında konuşmak ne zor! / İncecik kül gibi kalıyorsun, / dağ susmaya giden yolu biliyor / sen bilmiyorsun” diyen şair, alçakgönüllü şiir serüveninde insan olmanın derin kederini, yeryüzünün bilgeliğini, dağın azametini, karıncanın, tırtılın neşesini, uçurumu, dorukları işaret ediyor. Saklayacak yüzü olmayan şairin, papatya yaprağındaki salyangozla başlayan yolculuğuna eşlik etmek, bize gösterdiği sonsuzluk aynasına çarpmak hafifletiyor.
İlk kitabınız Delilirikler’i 28 yaşında yayınladınız. Oysa ilk şiiriniz yayınlandığında 21 yaşındaydınız. Birçok genç şairin aksine yazmaya başladıktan sonra epey beklemişsiniz. Genel olarak sizde pek yayınlama, görünme, onaylanma telaşı yok. Bugün geri dönüp baktığınızda ilk kitabınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlk şiirim 1984’te Yeryüzü Konukları adlı dergide yayınlandı. Ciddi olarak yazdığım ilk şiirdi o. Bugün baktığımda gülümsüyorum. Çünkü bugün ulaştığım hayat ve şiir anlayışı bambaşka bir noktada. Çok sıklıkla olmasa da zaman zaman yayınladım dergilerde şiirlerimi. Ama Delilirikler, benim şiir yayınlamaya başlamamdan 7-8 yıl sonra çıktı. Benim o yıllarda ne kadar az yazdığımı da gösteriyor bu kitap. Belki o kitap olmasaydı, bunlar da olmazdı. Belki ara sıra dergilerde şiir yayınlayan biri olabilir, öyle de kalabilirdim. Bunlar hayatın rastlantıları. İlk kitabıma bir çeşit karalama defteri gibi bakıyorum bugün. Görünme telaşına gelince, benim hayatta hiçbir konuya karşı özel bir hırsım olmadı. Bir şiir damarım var ve bu damar kendini gerçekleştirmek, varolmak istediği zaman varoluyor. Dergilerde sık sık görüneyim, ardarda kitaplarım yayınlansın diye bir telaşım hiçbir zaman olmadı. Bazı insanlar çok yazar, çok yayınlar. Ben bu durumu anlamam. O tür bir insanı da pek anlayamam. Ciltler dolusu kitap yayınlasam ne olur, yılın her günü benden söz edilse ne fark eder? Ben Shakespeare bile olsam, bana fayda etmez. Günün birinde bir anı, sonra sonra anı bile olmayacağımın bilinci beni bir şekilde hırsların uzağında tutmuştur. Bana biçilen bir ömrü yaşayacağım önünde sonunda. “Bezgin Bekir’im” ben, belki de, kimbilir.
Son kitaba doğru sizi hazırlayan bir süreç söz konusu. 20 Lak Tablet’te yer alan şiirler, son kitaba hazırlık gibi. O kitapta daha güçlü, taze duygular, iniş çıkışlar var, Yeryüzü Halleri’nde ise daha tevekkülle bakan, daha genel hatlarıyla gören, inceliklere, ayrıntılara yer veren, dingin,mistik şiirler yer alıyor. Arkadaki dört kitaptan sonra daha da dinlenmiş, hesaplaşmasını daha net ortaya koyan, had safhada içe dönüşün, arı şiirlerin kitabı Yeryüzü Halleri.
Evet. Erdim ben. Başından beri şiir serüvenimde her dönemin bir kitabı oldu. Mesela ikinci kitabım olan Bakarsın Üzgün Dönerim özel bir altı ayın kitabıdır, o altı ayın kristalize olmuş halidir. 20 Lak Tablet ise eczalı bir döneme denk geliyor. Bir yanda acı deneyimler, bir yanda acıdan kurtulma çabası ve bir yanda uyuşturulmuşluk hali var ve onun sisli perdesinin arkasından seslenen ruh.
20 Lak Tablet’te okura da çok dolaysız biçimde yansıyan derin acı var. Cinayet Kışı + Bir Mektup’ta intiharı, Ingeborg Bachmann aracılığıyla kurcalayan, 20 Lak Tablet’te çok acılı bir süreci paylaşan şair, son kitapta huzura ermiş gibi. Genel olarak yazmanın sağaltıcı bir etkisi oluyor mu sizin için? Yoksa yazmak, yarayı daha da kanıtan bir süreç mi?
Etkisi oluyordur diye düşünüyorum. İçtekini dışarı çıkarmanın; araya mesafe koymanın, ona biraz dışarıdan bakmanın sağaltıcı bir etkisi oluyordur. Öyle olmamış olsaydı 20 Lak Tablet’ten sonra Yeryüzü Halleri’ni yazamazdım. Yeryüzü Halleri’nde, 20 Lak Tablet’le hiç ilgisi olmayan bir dinginlik, başka bir ruh hali var. Şiirin şairini iyileştirici bir yanı vardır muhakkak, ama okuruna neler yapar onu bilmiyorum.
Yeryüzünü dev bir ayna gibi okumak mümkün Yeryüzü Halleri’nde. Ruhun çarptığı bir ayna; cesaret bu aynaya bakabilmekle de ilgili, aynanın dev boyutlarıyla… Ürkmeden bakabilmek zor olmalı.
Ben bunun eğitimini aldım aslında. 20 Lak Tablet’i yazdığım süreçte ilaçlarla, terapilerle, kendini didik didik eden bir süreç yaşadım. Şiiri yazsam da yazmasam da insan olarak bunun eğitimini aldım. Kendimle çok ciddi olarak, profesyonel anlamda cebelleştiğim bir dönemdi. O süreçte pek çok şeye; insanın içinde biriken kuruma, pasa, komplekse, egoya, içeride biriken bütün artıklara dokundum, onların bazılarını dışarı boşalttım. Bu cesaret belki onunla ilgilidir. Ondan sonra artık ben gözümü sonsuza dikip bakabilirim, hiç korkutmaz beni o ayna artık. Gözünüzü dikip baktığınız yerde kazanacaklarınız da var. İçinizi biraz da o safralardan arındırmakla ilgili bu.
Kendi hayatınıza karşı mesafeli bir bakış var bu kitapta. Sanki eski acıları, kederi, kızgınlığı, kırgınlığı, öfkeyi, aşkı dinlendirip yoğunlaştırmış, sıyrılıp dışarıdan bakmış gibisiniz.
Yeryüzü Halleri, 20 Lak Tablet’in bir noktasında başlamıştı zaten. 20 Lak Tablet, gerçekten kesif bir dönemde yazıldı, anlatmak çok zor. Sonra işte anlattığım gibi, sıyrıldım ve derin bir dinlenme ve dışarı bakma sürecine girdim. Çünkü oradayken, sürekli aynı noktaya, büyük bir dikkatle ve tuhaf bir gözle bakıyorsunuz. Çok tuhaf da bir yorgunluk getiriyor bu. Yeryüzü Halleri’nde sanki çok uzun zaman sonra göz kendine bakmaktan sıyrılıp dışarıya bakmaya başlıyor. Bu şiirlerin, bu kitabın fikri de bir tatilde ,küçücük bir papatya yaprağının üzerinde mercimek tanesi büyüklüğündeki bir salyangozu gördüğüm zaman çıktı. O gün kendi hayatımda ve şiirimde de bir dönemi kapattım ve başka bir döneme girdim sanki.
Yeryüzü Halleri, küçük olmasına karşın istense kolaylıkla çoğaltılabilecek bir kitap. Kolaya kaçmayıp yine şiiri ekonomik kullanmışsınız. Şiirin çoğaltılabilir oluşuna karşı direnir gibisiniz. Bu, editörlüğün de getirdiği bir disiplin olsa gerek.
Çok şiir yazmak, sevgili Pelin, sözcüklere de ağaçlara da ihanetmiş gibi geliyor bana. Eninde sonunda bu dünyaya söyleyecek kaç sözümüz olabilir ki? Bir tarafım, evet, çoğaltmaya gereksiz çoğaltmaya karşı çıkıyor. Bir disiplinle de ilgili tabii. Çok okumakla, başka gözlerle okumakla ilgili. Editörlük dolayısıyla da öyle bir disiplini de edindiğimden kendi kitabıma da o gözle bakıyorum ister istemez. Yeryüzü Hallerisonsuz kalınlıkta bir kitap olabilirdi. Dünya gibi geniş bir alan söz konusuydu çünkü. Kitabı kurarken bu nedenle 20-25 şiir arasında; insana, yere, yerin üstünde yaşayan en mikro canlıdan en gelişmiş canlı olan insana kadar belli örnekler seçip onlara baktım.
Yeryüzü Halleri’nde dile gelen âlem kendi iç avlunuz bir anlamda. Büyük bir metafor kurmuşsunuz. Çok geniş bir alandan, çok minimal bir bakışa saplanıyorsunuz. “Dağın doruğu ile dağın derini arasındaki mesafeden başka nedir ki insan” diyorsunuz, ardından “derin uçurumlardan doğrulup doruğa”… Ölçülemez mesafeleri, sonsuzluğu coğrafya olarak seçerken büyük, ürkütücü bir hesaplaşmaya giriyorsunuz.
Genel olarak yeryüzünü ama özel olarak da insanı anlatan bir kitap bu. Bizim hallerimizi anlatan bir kitap. Öyle bir şey ki, bazen o dağın derinine, en dipteki, kor tutmuş haline, bazen de en tepedeki, doruktaki rüzgârlı ruha sahibiz. Her ikisi de bize ait. Tırtıl da, karınca da biziz. Ama hakikaten insan böyle bir şey. En dipten en doruğa kadar olan mesafede –ürkütücü bir mesafe bu gerçekten- varoluyor. Biz o mesafenin her tarafındayız aslında. Bir gün o noktasında, bir gün başka bir noktasında.
Şiirimin, özellikle Yeryüzü Halleri’ndeki şiirlerin anlatmak istediği bir şey varsa eğer o da insanın kederidir. İnsan yeryüzünde zekâya ve bilgiye sahip olan tek yaratık. Kendinin dışını da anlamlandırabilecek kadar geniş bir bilgisi, hafızası, duygusu, sezgisi var. Bir yandan da bu bilinçlilik hali, yeryüzü üzerinde bu şekilde bulunuyor olması korkunç bir keder içeriyor. Yeryüzü muhteşem bir yer ve insan bu yeryüzünde sonlu olduğunu biliyor. İnsanın en büyük trajedisi bence bu. Öleceğimizi biliyoruz ve bu müthiş bir keder. Ama dağ bunu bilmiyor, karınca bilmiyor. Bilmeden yaşıyorlar ve bu çok daha neşeli bir durum. İnsan bilincinin olmadığı bir hal hakikaten çok neşeli olmalı. En neşeli varoluş hali onlarınki. Bu kitabı yazarken hep düşünmeye çalıştım. Bu bilincin olmaması halinde, sonsuz bir neşenin mümkün olacağını düşündüm. Ölümlü olma bilinci hayatı bir keder talimi haline getiriyor.
“Çöl” şiirinde, “Yeryüzünün acı bilgisine uyandık, / şaşkınlığa” diye yazmışsınız. Şimdi söylediklerinizle birlikte, bu dize kitabın altbaşlığı olabilecek kadar güçlü.
İnsan burada, hayatta olduğu sürece bir anlamı var her şeyin. Bittiğinde her şey bitecek. İnsan kısacık bir aralıkta bir “nefes”. Bu kısacık aralığı rezil etmemek lazım. Belki bu yüzdendir şiir yazmam da.
Bu kitapta, o konuştuğumuz sonsuz coğrafyayı da düşününce cesur, gözüpek bir tavır, meydan okuma seziliyor. Kitabın ilk şiiri olan “Zümrüdüanka”da, “İşte dünya / ruhum! Ovada sert es, yamaçta sus, / ırmakta ağla” dizelerini yazmış, şiiri “ağrı kendini ve tamamla” dizesiyle bitiriyorsunuz. Ürkmeden bakabilmek belki de bu noktaya getirdi sizin şiirinizi. Acıya, kedere karşı da cesur bir bakış var bu kitapta.
Beşinci kitapta ancak bu noktada netleşiyor bazı şeyler demek ki. Benim hayatımda ne varsa şiirimde de o var. Hayatımda gerçekten o acı bilgiyi kışkırtacak, yazdıracak bir motivasyon, bir durum, bir hal söz konusu değilse ben zaten şiir yazamam. Mesela, yayınlanmadan altı ay önce benim için Yeryüzü Halleri bitmişti, o dosyayı kapattım ve hâlâ da kapalı duruyor. O dönemden bugüne dek geçen süreçte sadece “Taş: sessizlik bilgisi”ni yazdım. Yazmadan duruyorum, çünkü şu anda beni şiire çağıracak herhangi bir durum yok.
Sessizleşen, iniş-çıkışları, yüksek sesleri silen bir eda var. Fısıltıyla söylenmiş şiirler, sanki yalnız doğanın seslerini alıyor içine, gürültüyü dışlıyor. “Sabahın karşısında konuşmak ne zor! / incecik kül gibi kalıyorsun, / dağ susmaya giden yolu biliyor / sen bilmiyorsun” demişsiniz “Dağ” şiirinizde ve “yeryüzü karşısında konuşmak ne zor!” diye sürdürmüşsünüz. Sessizliğe çeken, insana âcizliğiyle birlikte bilgeliğini de gösteren bir ton var.
İnsanın, buradayken, yeryüzündeyken bir anlamı var. Bütün bu konuştuklarımızın da. İnsan gittiğinde, burada bir süreliğine bir hatıra, sonra sonra silik bir hatıra, sonra da “hiç” halini alacak. Dünya da öyle aslında, bize göre çok uzun ömürlü olmasına rağmen. Milyarlarca yıldız kümesinin, toz bulutunun, yani evren dediğimiz o muhteşem genişliğin içinde olsa olsa bir insan kadar hatıradır dünya da. Geniş zamanların içinden baktığımızda onun bile bir ömrü var, ne yazık ki. Şimdi hal böyleyken, sınırlar bunlar iken, acizliğimizi kabul etmek gerekir. Bilgelik de buradan doğar zaten.
Kitabın ikinci bölümü “Beyaz Levha”nın ayrıksı durduğunu ve sürdürülebilir bir şiirin parçası olduğunu düşünüyorum. Çok otobiyografik, çok dürüst ve saydam bir masal-şiir bu. “Ilık, beyaz yaz günlerini seven perilerden” söz açarken büyük sırrınızı okurla paylaşmaktan çekinmemişsiniz. Çok mahrem bir paylaşım bu.
Yeryüzü Halleri’nin şiirlerini yazarken aynı süreçte yazdığım bir metin bu. “Beyaz Topaç”, “Beyaz Bahçe” diye başka parçalar da var. Bir tanesini alıp kitaba koydum. Kitap için gerekli olduğunu hissettim. Kitabı oluştururken sezgilerimle hareket ediyordum. Sonra farkına vardım ki karıncanın insanlık bilinci olmaksızın dünya üzerindeki yaşamı “Beyaz Levha”da anlattıklarımla çok yakın duruyor. Köküne kadar otobiyografik bir metin o, otuz yıl sonra dönüp anlattım. Çok birebir gerçekten. Ama zaten bütün şiirim otobiyografik. Ama bu şiirde hikaye edilenden de kaynaklanan bir mahremiyet var. Bu kitabın sahibinin yedi sekiz yaşlarında çekilmiş bir fotoğrafı aslında “Beyaz Levha”. Yazının birçok alanı gibi şiir çok mahrem bir şey aslında. Malraux, “Her roman otobiyografiktir” diyor, şiir de baştan sona otobiyografik. İlk şiirim yayınlandığı gün çok utanmıştım. Mahremiyet duygusundandı. Ama bu noktadan sonra utanamam. Benim okurlarım da benim en mahrem alanlarımı görebilir. Değil mi ki, yazmakla yetinmiyor ve yayınlıyorum, okurun hakkı olan bazı durumlar da giriyor işin içine.
Taş olmak, o katılık, kütle olarak durup, ruh olarak susmak. Bu kitaptan sonra yazdığınızı sandığım “Taş: Sessizlik Bilgisi”nde, insan ruhunun derinlerini işleyen Jung’tan şu alıntıyı yapmışsınız: “Taş, varoluşun kendisi olmakla kalmıyor, onun dibi olmayan gizemini de içeriyordu. Ruhun somutlaşmış biçimiydi. Taşı, tam bilinçli olmasa da, kendime o denli yakın hissetmemin nedeni, hem canlı hem de ölü maddenin tanrısal yapısını özümsemiş olmasıydı.” Canlı ve ölü madde son kitabınızın temel meselesi. Felsefe ve psikolojiyle olan yakınlığınız, sağlam bir duvar örmenizde etkili olmuştur mutlaka.
Bu şiir Yeryüzü Halleri’nde yok, bir dergi için özel olarak yazdığım bir şiir o. Taş’ı bana yazdıran Gündüz Kayra’nın fotoğraflarıydı. Onun fotoğraflarına eklenecek bir metin söz konusuydu ve Gündüz’ün Monolitler diye adlandırdığı bir seri taş fotoğraflarında beni çağıran bir şey vardı. Metin olarak kaleme alamadım. Ve taş şiiri çıktı ortaya ve Yeryüzü Halleri’ne girmeyen ama Yeryüzü Halleri’nin son şiiri oldu.
Pelin Özer, Cumhuriyet Kitap, 30 Nisan 2002