KUNDERA: EN KÖTÜSÜ DÜNYANIN ÖZGÜR OLMAMASI DEĞİL, İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ UNUTMUŞ OLMASI

Hayır, böyle davranmaya alışık değildi, bu yüzden de kendini sinirli ve gergin hissediyordu. Fakat yakınlıklarının daha başında, ressamın kendisinden serbest ve şaşırtıcı aşk gösterileri beklediğini, onunla kendisini her şeyden, her tür kural, utanma ve tutukluktan kurtulmuş, tamamen serbest ve rahat hissetmesini istiyordu. “Hiçbir şey istemiyorum, sadece özgürlüğünü ver bana, kişisel özgürlüğünü, tüm özgürlüğünü!” demek, ressamın hoşuna gidiyor ve her an bu özgürlükten emin olmak istiyordu. Anne, bu zorlamasız tutumun kuşkusuz güzel bir şey olduğunu az çok anlamayı başarmıştı, ama anladıkça da bunu asla becerememekten daha fazla korkuyordu. Özgürlüğünü tanımaya çalıştıkça, bu özgürlük daha zor bir iş, önceden evde kendini hazırlaması (hangi sözcük, hangi istek, hangi hareketle ressamı şaşırtacağım ve kendiliğin-denliğini göstereceğini düşünmesi) gereken bir şey haline geliyordu, öyle ki bu yükün altında ezilmeye başlıyordu.

“En kötüsü dünyanın özgür olmaması değil, insanın özgürlüğünü unutmuş olması” diyordu ressam, ve anneye, bu açıklama sanki özellikle kendisi için yapılmış gibi geliyordu, çünkü o da, ressamın, her alanda ve tamamıyla bir kenara atılması gerektiğini öne sürdüğü yaşlı dünyaya aitti. “Dünyayı değiştiremiyorsak, en azından kendi yaşamımızı değiştirelim ve özgür yaşayalım. Her yaşam tek ve eşsizse, bundan gerekli dersleri çıkaralım; yeni olmayan her şeyi atalım” diyordu.

Sonra, Rimbaud’ya değinerek “baştan aşağı modern olmak gerek” diye ekliyordu. Anne, ressamın söylediklerine karşı güven, kendi kendisine karşıysa kuşkuyla dolu, huşu içinde dinliyordu bunları. Aklına, ressamın kendisine duyduğu aşkın ancak bir yanlışlıktan kaynaklanabileceği düşüncesi geliyor ve bazen ona, kendisini neden sevdiğini soruyordu. Ressam onu, boksörün kelebeği, şarkıcının sessizliği, haydutun kasabanın öğretmenini sevdiği gibi sevdiğini söylüyordu; kasabın düvenin gözlerini, yıldırımın paratoneri sevdiği gibi seviyordu onu; anlamsız yuvasından kaçırılan, çalman bir sevgili kadın gibi seviyordu.
Anne ressamı kendinden geçerek dinliyor ve vakit buldukça onun yanına koşuyordu. Kendini, karşısında güzel manzaralar bulunan, ama bunların güzelliğini değerlendiremeyecek kadar yorgun olar bir turiste benzetiyordu; aşkından en küçük bir haz bile almıyor, fakat bu aşkın büyük ve güzel olduğunu, onu kaybetmemesi gerektiğini biliyordu.

Ya Jaromil ne âlemdeydi? Ressamın, kitaplarını kendisine ödünç vermesinden (ressam birçok kez, kitaplarını kimseye vermediğini, Jaromil’in bu ayrıcalığa sahip tek kişi olduğunu söylemişti) gurur duyuyor, zamanı da bol olduğundan sayfalara dalarak oyalanıyordu. O zamanlar modern sanat henüz küçük burjuva yığınlarının malı olmamıştı ve hâlâ bir mezhep olmanın büyüleyici çekiciliğini taşıyordu; kabile ve tarikat romantizminin düşlendiği yaştaki bir çocuk için bu çekicilik o kadar kolay anlaşılır bir şeydi ki! Jaromil bu çekiciliği ta derinden hissediyor ve kitapları, sanki üzerinde soru sorulacak ders kitaplarıymışcasına baştan sona okuyan annesinden tamamen farklı biçimde okuyordu. Sınavdan geçmesi söz-konusu olmadığından kitapları hiçbir zaman gerçekten okumuyordu. Orada bir sayfaya takılarak, burada bir dizede duraklayarak, şiirin geri kalan bölümünün ne söylediğine bakmaksızın, aylaklık edercesine sayfalan katediyordu. Ama bu tek dize ya da paragraf yalnızca güzel olmaları nedeniyle değil, başkaları için sır olarak kalan şeyi kavramayı bilen, seçilmiş kişilerin dünyasına giriş kartı olmaları nedeniyle de onu mutlu etmeye yetiyorlardı.
Anne, oğlunun basit bir haberci göreviyle yetinmediğini ve görünürde onu hedefleyen kitapları ilgiyle okuduğunu biliyordu; bu durumda, ikisinin de okumuş oldukları şeyler hakkında onunla tartışmaya başladı; ressama sormaya cesaret edemediği sorulan ona soruyordu. Sonra, oğlunun, kendine verilen kitapları ressamınkinden daha sarsılmaz bir inatla savunduğunu dehşet içinde farketti.

Bir gün, oğlunun, Eluard’ın şiirlerinin bulunduğu kitapta uyumak, bir gözünde ay bir gözünde güneşle dizesini kurşunkalemle çizmiş olduğu gözüne çarptı. “Bunun nesini güzel buluyorsun? Neden bir gözümde ayla uyuyacakmışım? Çö-raplan kumdan taş bacaklar. Kumdan çorap nasıl olur?” Jaromil, annesinin şiirle alay etmekle kalmayıp, kendisinin de anlamayacak yaşta olduğunu sandığını düşünüyor ve onunla sakınmadan konuşuyordu.
Tanrım! On üç yaşında bir çocuğa bile karşı koyamamıştı! O gün ressamın evine vardığında kendini, yabancı bir ordunun üniformasını giymiş casus gibi hissediyordu; maskesinin düşmesinden korkuyordu. Davranışlanndaki kendiliğindenliği en küçük kalıntısına kadar yitirmişti, yaptığı ve söylediği her şey, metnini ıslıklanma korkusuyla okuyan, korkudan felç olmuş bir amatörün oyununa benziyordu.

Ressamın, fotoğraf makinasmın büyüsünü keşfedişi bu zamanlara rastladı. Anneye, nesnelerin garip şekilde biraraya gelmesinden oluşan natürmortlar, unutulmuş ve terkedilmiş eşyaların görünümünü sergileyen ilk fotoğrafları gösterdi. Sonra onu çatı penceresinin ışığı altına götürüp fotoğraflarını çekmeye koyuldu. Başlangıçta, anne bu işte bir tür teselli buldu, çünkü konuşmaya ihtiyacı yoktu, ayakta durmak, oturmak, gülmek ve ressamın talimatlarını, zaman zaman ela yüzünün güzelliğiyle ilgili olarak yaptığı komplimanları dinlemek yeterli oluyordu.

Sonrasında, ressamın gözleri birden ışıldadı; bir fırça kaptı, siyah boyaya batırdı, annenin başını hafifçe çevirip yüzüne bir çarpı işareti çizdi. “Seni karaladım! Tanrı’nın eserini mahvettim!” diye haykırdı ve burnunun üzerinde iki koca çizgi kesişen suratın fotoğrafını çekmeye koyuldu. Ardından kadını banyoya götürdü, yüzünü yıkayıp havluyla kuruladı.
“Az önce seni yokettim ve sonra yeniden canlandırdım” dedi ve fırçaya sarılıp yeniden kadını boyamaya koyuldu. Bu kez, eski resim yazılarına benzeyen dane ve çizgiler çiziyordu; “mesaj-yüz, mektup-yüz” diyordu çizerken de. Ardından aydınlık pencerenin altına götürüp tekrar fotoğraf çekmeye başladı.

Daha sonra anneyi yere yatırdı ve başının yanına koyduğu, antik bir heykelin alçıdan kalıbının üzerine kadının yüzündeki çizgilerin aynılarını çizip, bu biri canlı, biri cansız iki başın fotoğrafını çekti. Ardından yüzünü yıkadı, başka çizgiler çizip yeniden fotografladı. Sonra divana yatırıp soymaya koyuldu. Anne, ressamın memelerini ve bacaklarını boyamasından korkuyordu, hattâ bunun için sevimli bir uyarıyı bile göze aldı (sevimli bir uyarıyı göze almak için cesur olması gerekiyordu, çünkü hep şakalarının yerini bulamamasından ve kendini gülünç düşürmesinden korkuyordu), ama ressam boyamaktan yorulmuştu, sevişmeyi tercih etti. Sevişirken, sanki kendi eseri, kendi fantezisi, kendi öz imgesi olan kadınla sevişmek düşüncesinden özellikle tahrik oluyormuşcasına, ( kendi yarattığı kadınla yatan Tanrı)ymışcasına, kadının boyalı başını ellerinin arasında tutuyordu.
Bu sırada annenin, ressamın bir buluşundan ve bir tablosundan başka bir şey olmadığı doğruydu. O da bunu biliyor ve dayanmak ve ressamın aşk arkadaşı, harika eşi, sevilmeye layık bir yaratık değil, sadece cansız bir yansıma, uysalca sunulan bir ayna, ressamın arzusunun görüntüsünü yansıttığı edilgen bir yüzey olduğunu görmemek için tüm gücünü harcıyordu. Gerçekten de sıkıntıya başarıyla katlandı; ressam şehvetin tadına vardı ve mutluluk içinde kadının bedeninden ayrıldı. Ama eve döner dönmez anne, kendini büyük bir güç harcamış gibi yorgun hissetti ve gece uykuya dalmadan önce ağladı.

Milan Kundera
Yaşam Başka Yerde
Çeviren: Levent Kayaalp

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz