Hacı Bektaş Veli’ye bağlananların benimsedikleri inanç türü şeriatla bağdaşmıyor, bunu, onun yaşadığı çağda egemen olan İslam görüşünden anlamaktayız. Şeriata göre çalışmadan geçinmek, şuna buna yük olmak, evlenmemek, aşırı içekapanışla çevresinden kopmak, yazgıyı değiştirmek, “çile” denen içekapanışlara, toplumdan uzaklaşmalara yönelmek yoktur. “Tarikat” denen kuruluşların Kur’anda, hadislerde yerini bulmak olanaksızdır, tanrıdan başka “kutsal” nesne yoktur, sakala, saça, giysiye, suya, dağa, taşa, ağaca bg. “kutsallık” yüklemek, tanrıya ortak koşmaktır (bunun en açık örneği Peygamber’in ölümünden sonra, kesilen ağaçtır. Peygamberin sağlığında, yorulunca gölgesinde dinlendiği bir ağaç vardı. Ölümünden sonra arkadaşları o ağacın altında toplanmaya başlayınca, Ömer ya da Osman, o ağacı kestirdiler…
Anadolu insanının, Hacı Bekaş Veli’yi tutması, değişik başarı odaklarına yerleştirerek yaşatması, ona birtakım olağanüstülükler yüklemesi yalın bir inanç olayı değildir, bunun özünde insan değerlerini ilgilendiren başka etkenler de vardır. Hacı Bektaş Veli çevresinde toplananların bağlandıkları inançların içeriği düşünülürse, yaşama biçimlerine dayalı bir nitelik taşıdıkları anlaşılır. İslam düşüncesinin, Anadolu’da yayılmaya başladığı dönemlerin inanç durumunu başka bir bölümde açıklamış, burada iki karşıt odağı açıklamaya çalışacağız.
İslam dininin, özellikle Sünni diye nitelenen kurumu, inanç yönünden, kesin, değişmez, genel geçerlik taşıdığı söylenen koşullara dayanır. Bu koşuların dışına çıkmak, başka düşünce odakları, inanç kaynakları aramak yasaktır, suçtur. Bu değişmez koşulların oluşturduğu birikime de servet denir. Anadolu insanı, bütün geçmişi boyunca özgür düşünmeye alışmış, benimsediği inançların çoğunu kendi anlayışına göre biçimlendirmiştir. Bu tür inanç biçimlendirmelerine, biz, toprağa bağlılık diyoruz. Toprağa bağlılık, eylemle inancın doğal bir tabana oturmasıdır, yapılanla inanılan arasında yaşamdan beslenen bir bağın kurulmasıdır. Bir inancın kökleri, gelişen uygarlığın beslediği toprağın derinliklerine inemezse, gelişme olanağı bulamaz, besleyici özden yoksun kalır. Anadolu insanı, geçmişi süresince sarsıntılı, bunalımlı dönemler geçirmiş, değişik inanç ortamlarında çelişkili durumlar yaşamıştır. Ancak, ortaçağın getirdiği inanç baskıları, dinin kendisinden başka yetke tanımayışı, başka inanç kurumlarını geçersiz sayıp ortadan kaldırmaya yönelişi yozlaştırıcı bir durum yaratmıştır. Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçilirken kılıca katman yetkinin sınırları çok genişlemiş, nerdeyse biricik yaşama ortamına dönüştürülmüştür. Bu ortamda kişisel eylemler denetim altındadır, davranış özgürlüğü sözkonusu değildir. İslam anlayışına göre kişisel davranış bir görev niteliği taşır, bütün yapılanlardan tanrıya karşı sorumlu tutulma değişmez kuraldır. Ancak, bu sorumlu olmanın karşısında, sorumlu tutanın yaptığı nedir? Kişiden görev, ödev isteyen, onu bunlarla sorumlu tutan yetke kişiye ne veriyor? “Çalışan kazanır” ilkesi yeni değildir, kaynağı da doğadır, öyleyse bunu yeni, örnek bir ölçek saymak kandırmacadır. Doğada bir yere çakılıp kalan dirinin yaşama süresi azdır, asalak bile olsa. Oysa, toplumsal yaşama düzeninde başka seçeneklerin gündeme getirildiği görülür. Biz, ona, sömürmeyi bilen kazanır diyoruz. Bu tutum uygarlıkla, insan değerleriyle bağdaşmaz besbelli. İşte, Hacı Bektaş Veli’nin çevresinde toplananlar da böyle bir tutum içindedir. Bu tutum, düşünülüp taşınılmış bir ölçeğe, bilinçli bir kurala dayanmayabilir, ancak nesnel açıklığı ortadadır.
Hacı Bektaş Veli’nin kendisi, gövdesel varlığı bir bunalım döneminin içinde belirginleşmiştir, ancak çevresini biçimlendiren etkenler daha öncelere gider. Bu etkenler, Anadolu insanının geçmişinden gelen bir davranış türünün nesnel öğeleridir. Ortaçağın getirdiği inançlarla bu eski uygarlık verilerini uzlaştırma olanağı yoktur, buna karşın toplumda hepsini atmak da elden gelir iş değil. Bu durumda yeni bir kapı açmak, yeni bir ışık kaynağı aramak gerekimi doğuyor, bunalımdan öte. Hacı Bektaş Veli’yle gelen inanç (öyle söyleniyor), ortada bulunanla bağdaşır nitelikte değil. İşe yeni bir uyarlama karışıyor, bilinçlenmenin eşiğinde yönlendirici bir çıkış, bir atılım. Bu atılım, Hacı Bektaş Veli’nin çevresinde toplanmayı sağlayan başlıca etkendir. Şimdi bu etkeni sergileyelim:
Hacı Bektaş Veli’ye bağlananların benimsedikleri inanç türü şeriatla bağdaşmıyor, bunu, onun yaşadığı çağda egemen olan İslam görüşünden anlamaktayız. Şeriata göre çalışmadan geçinmek, şuna buna yük olmak, evlenmemek, aşırı içekapanışla çevresinden kopmak, yazgıyı değiştirmek, “çile” denen içekapanışlara, toplumdan uzaklaşmalara yönelmek yoktur. “Tarikat” denen kuruluşların Kur’anda, hadislerde yerini bulmak olanaksızdır, tanrıdan başka “kutsal” nesne yoktur, sakala, saça, giysiye, suya, dağa, taşa, ağaca bg. “kutsallık” yüklemek, tanrıya ortak koşmaktır (bunun en açık örneği Peygamber’in ölümünden sonra, kesilen ağaçtır. Peygamberin sağlığında, yorulunca gölgesinde dinlendiği bir ağaç vardı. Ölümünden sonra arkadaşları o ağacın altında toplanmaya başlayınca, Ömer ya da Osman, o ağacı kestirdiler: Muhammed, tanrının bütün kulları gibi bir kuldu, öldü, yalnız tanrı kalıcıdır, bu ağaçta kutsallık yoktur, bunun altında toplanmak tanrıya karşı çıkmaktır. İşte bu savlarla ağaç kesilmiştir. Bu konuda kaynak gösterme gereği yoktur, olay öylesine yaygındır). Oysa, Anadolu insanı, çok eski bir geçmişten gelen, geleneklerine göreneklerine bağlıdır, bunlar onun yaşamıyla yoğrulmuş kaynaşmıştır. Bu eski gelenekleri görenekleri değişik giysiler içinde sürdürmek eğilimi “tarikat” denen kuruluşların oluş nedenidir. Anadolu’nun kırsal kesiminde, Hacı Bektaş Veli’nin ışığında yürüyenlerin tutumu, İslamın getirdiği değişmez koşullara karşı bir tepki niteliğindedir. Bu tepki biçimsel değil özseldir, dirimseldir.
Kimi toplumlarda, toplumsal düşünce en uygun ortamı, dönemi bulunca, beklenmeyen bir kişinin varlığında nesnelleşir, etkinlik kazanır. Bu “beklenmeyen kişi”yi yaratan da toplumsal eğilimdir. Toplumsal eğilim, biriken büyük bir suyun çıkağıdır, akış yeridir. Biriken suyun akışıyla başlayan olaylar, başlangıçta, çevrede korku yaratabilir, kimilerini can kaygısıyla yüz yüze getirebilir, işte öncü önder kişiler bu dönemlerde ortaya çıkar, boşalan suyun akışını denetim altına alır, yönlendirir. Hacı Bektaş Veli’nin durumu da öyledir. O, beklenen bir kimse değildi, onu bekleyenler de yoktu. Yazılı kaynakların bildirdiği ‘babalar” ondan önce gelmişlerdi, Anadolu’nun değişik yörelerine yayılmışlardı. Söylencelerin on binlerce diye gösterdiği bu “Horasan erleri”nden günümüze kalanların sayısı bir elin parmaklarım geçmiyor. Bu sayılı kişilerin içinde, daha o dönemde, sivrilen, etkinleşen Hacı Bektaş Veli’dir. Oysa, yine o dönemde, Anadolu’da egemen güç durumunda olan beyler, sultanlar vardır. Geçmişle ilgilenen bilimlerin bize bildirdiğine göre, çağlarında “büyük” diye nitelenen bu yöneticilerin “büyüklük”ünü gösteren kanıtlar yoktur. Peki bu “büyüklük” nereden geliyor, nelerle oluşuyordu; bunları bilmiyoruz, geleceğin kuşakları da bilemeyecekler. Sözgelişi, yaşadığı dönemde, Selçuklu Sultanlarının bile saygı duydukları, önünde eğildikleri bildirilen Mevlana’nın büyüklüğü nereden geliyor? Günümüze kalan yapıtlarında “büyüklük”le nitelenebilecek bir yaratıcılık bulamıyoruz. Üstelik halk kesiminde de tutunamamış, halkın onunla ilgili söylenceleri de pek yoktur. Ahmed Eflaki Dede’nin yapıtı (Ariflerin Menkıbeleri) bize böyle bir büyüklüğün kaynağını, koşullarını gösterebilecek nitelikte değildir. Selçuklu Sultanlarının tuttukları, saygı duydukları bir kişinin halk kesiminde ilgi uyandıramayışı, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Oysa, Hacı Bektaş Veli’de böyle bir durum görülmüyor, onu tutan Sultan yok, Osman Gazi’yle buluştuğu, görüştüğü söylentisi de Aşık Paşaoğlu’nca yalanlanıyor:”… bu andığım azizler, Osmanlı Hanedanı ülkesinde olan kişilerdir. Osmanlı soyu ile görüşmüşlerdir. Bu Hacı Bektaş, Osmanlı
Hanedanından kimse ile konuşmadı. Bundan ötürü anmadım.” (s. 221, Atsız yayını)…
Öte yandan, yine bu dönemde, Mevlana’nın Hacı Bektaş Veli’yi tutmadığı, daha doğrusu yerdiği söyleniyor:
“… Cica’nın oğlu Emir Nureddin bir gün Mevlana hazretlerinin hizmetinde, Hacı Bektaşi Horasani’nin kerametlerinden bahsediyordu: Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona mutlaka namaz kılmak lazım geldiğine dair ısrarda bulundum. O, ‘Git su getir de abdest alayım ve taharet edeyim’ diye buyurdu. Destiyi kendi elimle çeşmeden doldurup onun önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve ‘Dök’ dedi. Onun eline su döktüğüm vakit, berrak suyun kan olduğunu gördüm ve bu durum karşısında şaşakaldım dedi. Bunun üzerine Mevlana hazretleri,’Keşki kanı su yapsaydı, çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük bir hüner değildir. Musa ‘Nil’i, Kıpti için kan ve kanı da Sıpti için berrak su yaptı. Bu onun kudretinin kemalindendi. Bu şahısta o kudret yoktur. Buna israfın değiştirilmesi . derler ki Kur’anda (şüphesiz israf edenler şeytanın kardeşleridir K.XVU,27) buyrulmuştur. Has tebdil senin Şarabının sirke ve müşkülünün hal olmasıdır. Senin alçak bakırın halis altun olur, kafir nefsin Müslüman olur, İslam olur. Kilin gönül kıymetini alır.’ dedi. Hemen o anda Nureddin baş koyup Hacı Bektaş’a gösterdiği rağbetten vazgeçti.
İnsan yüzlü birçok iblisler olduğundan
Her ele el vermek doğru değildir
Eflaki, c.1.,s.539540, Tahsin Yazıcı çevirisi, 1953)…
Bu alıntıda görülen durum, Hacı Bektaş Veli’nin yararına değildir, özellikle Mevlana’nın ne düşündüğünü
gösterme bakımından önemlidir. Mevlana’nın böyle düşünmesi, Hacı Bektaş Veli’yi yermesi neden kaynaklanıyor diye derinlere dalmanın gereği yoktur, arada bir görüş ayrılığı, yön aykırılığı vardır. Mevlana, çevresine İran tasavvufundan aktarılan bir gözlükle bakıyor, nesnel bir yaşama ortamının içinde değil dışındadır, soyut varlık alanındadır, oysa Hacı Bektaş Veli, yaşadığımız dünyanın kişisidir. Mevlana’nın dili yericidir, ağırdır: ”… Şeyh İshak kendinden geçti… Hacı Bektaş hazretlerine ulaşınca, görüp işittiğini olduğu gibi anlattı … Hacı Bektaş da, aynı günde Mevlana hazretleri kükreyen bir arslan gibi içeri girdi ve bana: Ey kız kardeşi fahişe, bizim heyecanımız neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan geliyor’ deyip gırtlağımı sıktı. Öleceğimden korktum, baş koyup istiğfar ettim, yalvarıp yakardım ve kendi aczimi itiraf ettim’ dedi.” (Eflaki, c. 1. s.413)…
Eflaki Ahmed Dede’nin, buraya aktarılan sözleri yakıştırmadır, olayların ortaya çıkış süresiyle bağdaşmıyor. Yine bu Eflaki Ahmed Dede, Mevlana’nın 1272’de doğan torunu Ulu Arif Çelebi ile, Şeyh İshak’ı Merent’te dövüştürür, Çelebi’ye dayak yedirir, bundan üç gün sonra Şeyh İshak’ı Merent’te, evinin damında “sema ederken” düşürüp öldürür, çevre halkının bu olayı Ulu Arif Çelebi’nin ermişliğine yorduğunu söyler (A. Gölpınarlı, Mevlanadan Sonra Mevlevilik, 1953, s.71.).
Hacı Bektaş Veli ile Mevlana arasında, önemli bir görüş ayrılığının bulunması, ikisinin birbirine karşı çıkması, doğaldır. Bu doğallık, ikisinin yetiştiği eğitim ortamından kaynaklanıyor. Mevlana belli bir yörenin, varlıklı kesimin, Hacı Bektaş Veli ise yoksul topluluğun insanıdır. Hacı Bektaş Veli’yi namaz kılmamakla, oruç tutmamakla suçlayan Mevlana’nın eylemleri şeriata aykırıdır, İslam diniyle bağdaşmaz. Şeriatta çalgı eşliğinde dönmek, oynamak, tanrı ile kişi özdeşliğini ileri sürmek, tanrıyı kadın erkek kılığına sokarak “kıvrak bir sevgili” durumunda göstermek, “tanrı ile gizlice bir yere kapanmak” yoktur, ölümü gerektiren birer suçtur. Burada, pek ayırtı seçilemeyen, karşıt bir olay sözkonusudur: Bektaşilik Mevlevilik çekişmesi, daha Mevlana çağında, Hacı Bektaş Veli etkinliğini sürdürürken başlamıştır. Mevlana içedönük, Hacı Bektaş Veli dışadönüktür, birincisi halka kapalı, ikincisi açıktır. Mevlana halkın arasına girememiş, kırsal kesime açılamamıştır, oysa Hacı Bektaş Veli kırsal kesimin yaylaklarda, yaylımlarda dolaşan insanlarıyla senlibenli olmuş, daha doğal bir yaşama ortamında bulunmuştur.
Çağdaş oldukları bilinen, bu iki inanç eri arasında beliren gerginlik sonradan yakıştırılmış da olabilir. O durumda, yeni bir konu ortaya çıkıverir: Tarikat gerginliği. Bize kalırsa gerçek olan da budur. Gerek Eflaki’nin yapıtı, gerekse Vilayetname sonradan yazılmıştır. Birincinin katılığı, ikincinin yumuşaklığı ise ortaya kondukları kesimlerin yaşama aykırılığından kaynaklanıyor. Hacı Bektaş Veli çizgisinde yürüyenlerin tutumu ile Mevlana’yı izleyenlerin davranış biçimi, toplumsal çevrenin özelliğinden kaynaklanıyor. İşte, Hacı Bektaş Veli’nin bir tepki varlığı olarak ortaya çıkışının tabanında, bu görüş başkalığı yatmaktadır. Anadolu insanı, yaşadığı ortamın koşullarına göre, iki seçenekten birine uyma gereğindeydi, inançla yaşam eylemlerinin el ele yürümesini kaçınılmaz sayıyordu (bunu bilinçli olarak yapmasa bile ortamın yönlendirişi öyleydi). Bu ortamda Hacı Bektaş Veli, eyleme yönelik bir davranışın öncüsü durumundaydı, çevreden soyutlanmamıştı. Çevreyi etkileyen bu ermişin öncülüğü de davranışlarından kaynaklanıyordu. Halk, özlemlerini, Hacı Bektaş Veli’nin eylemlerinde nesnelleşmiş görüyordu. Bizim “tepki” diye nitelediğimiz olayın kaynağı da bu eylem özlem bağlantısıdır.
Şimdi, bu “tepki” kime, neye karşıdır sorusu gündeme gelir. Bu tepki, o çağın değişik etkiler yüzünden, bunalıma itilmiş Anadolu insanlarının, özellikle kırsal kesimin, tekelci baskıcı yönetime karşı inanç özgürlüğünden yana olduğunun kanıtıdır. Anadolu insanı, belli bir odaktan yönlendirilen, ereği önceden belirlenen bir inanç kurumuna bağlanmak, istencini başkasının buyruğu altında bir araç diye görmek istemiyor. Bu olay, bilimsel yöntemlerle düzenlenmiş bir taslağa göre değildir, halkın doğal eğilimlerine dayalıdır. inanç konusunda yeterli bilgisi olmayan bir kimse bile yönlendirici baskıya karşı direnebilir, bu, kişide bilinçaltına sığınmış bir özlemdir, yeri gelince bilinç düzeyine çıkar. Kişinin doğasında; gizemsel pekiştirmelerle beslenen, ancak kaynağı yaşam olan, bu etkin gücün ortaya çıkacağı görünür duruma geleceği gün belirlenemez, (önceden) saptanamaz. Toplum olaylarının, kendi yöneltilerine göre, değişmeyen bir kuralı vardır. Bu kural, beklenmeyen bir dönemde, olayı yüze çıkarır, ancak anlaşılmasını, kökensel etkinliğini bilinç düzeyinde gerekli yerine koymada gecikebilir. Elimizde bulunan yazılı kaynaklara göre, Hacı Bektaş Veli’yle ilgili konulan, ondan sonra ortaya konan ürünlerden öğreniyoruz. Bu kaynaklarda (Vilayetname de içinde) Hacı Bektaş Veli bir “sevgi öğesi” niteliğindedir, olduğu gibi değil de olması özlendiği gibi gösteriliyor (şeriatçı kaynaklar sözümden dışarı). Biz, çok sonradan gelen araştırıcı, okuyucu kişiler olarak, bu “sevgi öğesini Anadolu toprağından soyutlayarak açıklayamayız. Bu sevgiyi yaratan toprak (beslediği insanlarla) kendine göre bir öncü besleyecek güçtedir; bu güç de kuşkusuz, tartışmasız “toprağımızın dili”dir. imdi, Hacı Bektaş Veli’yi bir “tepki” diye göstermenin niteleyici öğelerini de bu toprakta aramamız gerekir. Sözü daha uzun, daha geniş yaylımlara götürüp, otlakları açmanın gereği yok: Hacı Bektaş Veli, baskıcı katılığa karşı, inanç özgürlüğünü savunan, insanı kendi bilinç ortamında gönül uyarınca davranmaya götüren özsel bir (bilinçli olmasa bile) anlayışın imidir…
İsmet Zeki Eyüboğlu
Hacı Bektaş Veli Bir Tepkidir