Beklemesini bilmiyorum. Masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. Orada zavallılığını gördü, “büyük ve güzel” şeylerin yokluğunu gördü yüzünde. Yıllarca yanıbaşında yaşayan Selim’in, bu yüzü güzelleştirmesine nasıl izin vermediğini, sunulan zenginlikleri nasıl kör bir inatla geri ittiğini gördü. “Bir dostun varlığı güzel bir şeydir; fakat bir dosta ihtiyaç duymadan yaşayabilmektir önemli olan” sözünü söyleyen Turgut’un fakir suratını gördü. Aynalarla arası iyi değildi bugünlerde. Yanımda dururken, ona elimi uzatmak mesele değilken… farkında olmadığım bir varlığı sadece elimden kaçırdım diye peşinden… “Başka çare göremedi demek kendini anlatmak için,” dedi Süleyman Kargı. “İnanmıyorlar ki. Elle tutulur deliller istiyorlar.
Yok canım, o kadar değil, diyorlar her zaman. Ölmezsin, diyorlar. Bu da geçer… Olaylar haklı çıkarıyor onları çoğu zaman. Milyonda bir de olsa yanılma, ağır ve elim yanılma sessizce belirince… Milyonda bir için hayatı zehir etmeye değer mi? diyorlar onlar. Onlar, biz, hepimiz… ” Turgut ümitsizlikle başını salladı: “Başka bir yol olmalıydı,” dedi. “Bir yol bulunmalıydı. İnsana bir fırsat verilmeliydi. Bana, sana hiç olmazsa… Bu çaresizliğe dayanamıyorum. Bir defaya mahsus olmak üzere bir istisna yapılmalıydı. Kâğıtlarınızda bir noksanlık var, bir imza eksik diye geri çevrilmeliydi Selim. Özür dileriz, kabul edemeyiz; bazı noktaları unutmuşsunuz denemez miydi?… Turgut’u, Süleyman’ı unutmuşsunuz; bilseniz ne merakla bekliyorlar sizi. Bütün karakollara haber vermişler, her yeri aramışlar. Neden haber vermediniz çıkarken?… Dikkat et Selim… canın acıyacak dur… söz veriyorum… her şeyi yeniden konuşacağız. Selimciğim Işık… hepsi hak verecek sana… durmadan başlarını sallayarak, haklısınız, haklısınız, diyecekler… sen gitmek istesen de bırakmayacaklar seni… ne olur biraz daha kalın, daha yeni başlamıştık konuşmaya… söyleyecek o kadar söz vardı ki… canım Selim… hayır Süleyman Kargı! İnanmıyorum Selim’in öldüğüne. Reddediyorum! İnkâr ediyorum.” Nefes alamıyordu. “Birşeyler yapmak, bir yere tutunmak istiyorum.”
Süleyman Kargı yerinden kalktı, kütüphanenin yanına gitti. Turgut’a dönerek: “Selim gibilerine işte böyle yaparlar,” dedi. “Birdenbire yüklenmezler üstüne. Önce bırakırlar istediği gibi düşünsün her şeyi. Dünyayı dilediği gibi anlamasına, yaşamasına, hissetmesine izin verirler. Hatta alkışlarlar, överler onu. Büsbütün çileden çıksın da geri dönemesin diye. Sonrasını biliyorsun işte.” Eğildi, kütüphanenin alt gözünden bir dosya çıkardı; “Fakat Selim, bazı evrakını kaçırmayı başardı onlardan. Hiçbir iz bırakmadan kaybolacağını sananlar aldandılar. Ona cesaret verecek insanlar da vardı dünyada. Ve o, uzun boylu düşünmeden, hesaba kitaba kaçmadan, öylesine, içinden geldiği gibi, dünyasını kurmaya çalıştı; bu uzun şarkıları yazdı. ‘İstediğini yaz Selim,’ dedim. ‘Hiçbir korku aklını gölgelemesin.’ ‘Sonunda pişman olursun ama; dayanamazsın,’ dedi. ‘Boş yere yorulursun, usanırsın benden,’ dedi. ‘Zarar yok Selim be,’ dedim. ‘Bir insan da senin yüzünden sıkılsın; bir insandan da utanma! Ne olur?’ ‘Peki Süleyman dost,’ dedi. Senin için olsun bu şarkılar. Sen izin ver, ben de yazayım. Elele verip gösterelim onlara. Utançlarından sokağa çıkamasınlar. Öyle garip bir yaratık çıksın ki ortaya, aynı cinsten olduklarından utansınlar. Bütün tabiat alimleri bir araya gelsinler de çözemesinler bu yaratığın sırrını. Öyle tuzaklar kuralım ki küçümseyip bir kenara atsınlar; gene de rahat etmesin içleri.’ Sonra kuşkuya kapıldı hemen. ‘Yapamam Süleyman dost,’ dedi. ‘Onlara rezil olduğum gibi kendi yüzüme de bakamam aynada.’ İşte böylece Turgut dost; bir iyi oldu, bir kötü. Bir zayıf hissetti, bir kuvvetli. Bana sorarsan her satırının altında, Selim’in bir tatlılığını hissederim. Çok yakınındaydım tabii. Akılcı bir gözle bakamadım hiçbir zaman. Kusurları bile tatlı geldi bana. Selim’i yaşadım çünkü. Bakarsın biri de, ‘Peki ne olmuş yani?’ der. Her okuyanın yanına Selim’i taşıyamam ya. Neyse, kimse de okumadı daha. Selim, gözümü öyle korkutmuştu ki, kimseye vermeye cesaret edemedim.” Dosyayı Turgut’a uzattı: “Sonunda bir de, benim ağzımdan yazılmış ‘Açıklamalar’ var. Beni karıştırmadan içi rahat etmedi. ‘Sen filozofsun,’ dedi. ‘Açıklamaları senin yapmış görünmen gerekiyor. Böylece hiçbir şeyin farkında olmazlar. Atlatırız onları.’ Onlar, onlar diye tutturmuştu. Okursan göreceksin.”
Turgut dosyayı, yanındaki sehpaya koydu. Süleyman Kargı: “Şimdi okumak istersin herhalde. Uzun ama zararı yok. Bekleriz. Vaktimiz çok. Değil mi?” Turgut başını öne eğdi kızararak. “Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim,” dedi: “Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.” Dosyanın kapağını açtı, sonra yapma bir endişeyle Süleyman Kargı’nın yüzüne baktı: “Anlamadığım yerler olursa hiç çekinmeden sorabilir miyim?”
DÜN, BUGÜN, YARIN
When I was a little child, Bir yokluktu Ankara. Acres moi dull and wild Town ne oldu, que sera?
Oğuz Atay
Tutunamayanlar