Labirentinde Ölen Kral İbni Hakan El-Buhari – Jorge Luis Borges

“…kendisine bir yuva yapan örümcek gibi; oysa yuvaların en çürüğü örümcek ağıdır.” —Kur’an, XXIX, 40

“İşte,” dedi Dunraven, kasvetli bataklığa, denize, kum tepelerine, çoktandır onarılmamış bir ahırı andıran gösterişli, ama yıkık dökük yapıya puslu yıldızları da katan bir el hareketiyle: “Atalarımın toprakları burası.”
Yoldaşı Unwin piposunu ağzından çıkarıp onay anlamına gelen bir şeyler mırıldandı. 1914 yılının ilk akşamıydı; onurlu tehlikelerden yoksun bir dünyadan bıkmış bu iki arkadaş, Cornwall’in iyice dışındaki bu yerleri çok önemsiyorlardı. Dunraven kara bir sakal bırakmıştı. Kendisini, konusunu henüz bilmediği, ama yazıldığında çağdaşlarının ancak sayfalarını karıştırmakla yetinebilecekleri koskoca bir destanın yazarı olarak görüyordu. Unwin’inse Fermat tarafından Diophantes’in sayfalarının birinin kenarında yazıldığı sanılan kuram üzerine bir incelemesi yayımlanmıştı. Her iki erkek de -söylemeye gerek var mı?- genç ve heyecanlıydılar, başlarında kavak yelleri esiyordu.

“Bundan bir çeyrek yüzyıl önce,” dedi Dunraven, “bilmem hangi Nil kabilesinin başı ya da kralı İbni Hakan el-Buhâri, bu yapının ortasına düşen odada yeğeni Zeyd tarafından öldürüldü. Aradan bunca yıl geçmesine karşın, ölümü hakkındaki gerçekler açıklığa kavuşmuş değil.”
Unwin, âdeti olduğu üzere “Neden?” diye sordu.
“Birçok nedeni var,” karşılığını aldı. “Birincisi, bu yapı bir labirenttir. İkincisi, buranın bekçiliğini yapanlar bir köleyle bir aslandı. Üçüncüsü, gizli bir hazine vardı, o yokoldu. Dördüncüsü, cinayet işlendiğinde katil ölüydü. Beşincisi-” Sıkılan Unwin onun sözünü kesti:
“Bilinmeyenleri çoğaltıp durma,” dedi. “Olayların sadeliği bozulmamalı. Poe’nun çalınan mektubunu, Zangwill’in kilitli odasını unutma.”
“Ya da karmaşıklaştırılmalı her şey,” dedi Dunraven. “Sen de evreni unutma.”
Dik kum tepelerini tırmanarak labirente ulaşmışlardı. Bu kadar yakından bakıldığında, bir insan boyundan biraz daha yüksek, sıvasız tuğladan örülü, dümdüz, neredeyse sonsuza dek uzanan bir duvar gibi görünüyordu. Dunraven, yapının bir çember biçiminde olduğunu söyledi; çember o kadar genişti ki eğimi neredeyse kaybolmuştu. Unwin’in aklına düz bir çizgiyi sonsuz bir çemberin eğimi sayan Cusa’lı Nicholas geldi. Yürüdüler, yürüdüler; geceyarısına doğru çıkmaz, tehlikeli bir geçite açılan dar bir delik buldular. Dunraven evin içinde birçok çatallanan yol olduğunu, ama hep sola dönerlerse bir saatten kısa bir sürede labirentin tam merkezine ulaşabileceklerini söyledi. Unwin bu öneriyi kabul etti. İki erkeğin temkinli adımları taş döşeli zeminde çınladı; koridor çatallanıyor, daha dar başka koridorlara açılıyordu. Tavan, onları evin içine hapsetmek istermişçesine iyice alçaldı. Koyu karanlığın içinde tek sıra halinde yürümek zorunda kaldılar. Unwin önden gidiyor, kaba örülmüş duvarlarla dönemeçlerin sıklığı yüzünden sık sık adımlarını yavaşlatmak zorunda kalıyordu. Görünmeyen duvar, elinin altında sonsuza dek akıp gitmekteydi. Karanlıkta hızı kesilen Unwin, arkadaşının ağzından Hakan’ın ölümünün hikâyesini dinledi:
“Belki de ilk anılarımdan biri,” dedi Dunraven, “Ibni Hakan el-Buhâri’nin Pentreath limanında boy gösterişidir. Ayaklarının dibinde aslan olan bir zenciyle hem de – hiç kuşku yok ki, İncil’deki gravürler dışında hayatımda gördüğüm ilk zenci ve ilk aslan. Daha çocuktum, ama güneş rengi hayvanla gece rengi adamın beni İbni Hakan’ın kendisi kadar etkilemediklerini hatırlıyorum. Gözüme çok uzun boylu görünmüştü; kara sarı suratlı, kara gözleri yarı örtük, burnu dünyaya meydan okuyan, etli-dudaklı, safran rengi sakallı, geniş göğüslü, yürüyüşü kendinden emin ve sessiz bir adamdı. Evde, ‘Gemiyle bir kral geldi,’ dedim. Daha sonra, duvarcılar burada işe koyulduklarında, ünvanı genişlettim, Babil Kralı dedim ona.
“Bu yabancının Pentreath’da yerleşeceği haberi sevinçle karşılandıysa da, evinin boyutları ve biçimi hoşnutsuzluk ve şaşkınlığa yolaçtı. Bir evin tek bir odayla millerce koridordan oluşması doğru değildi. ‘Yabancılar arasında böyle evler yaygın olabilir,’ diyordu herkes, ama, burada, İngiltere’de, olacak iş değil!’ Alışılmışın dışında şeyler okumaya meraklı olan rahibimiz Mr. Allaby bir yerlerden bir Doğu masalı bulup çıkardı; bu, bir labirent inşa ettiği için Tanrı tarafından cezalandırılan kralın masalıydı, bize kürsüden okudu. Hemen ertesi gün, İbni Hakan, rahibin evine bir ziyaret yaptı; ikisinin arasında geçen kısa konuşmanın ayrıntıları o sıralarda bilinmiyordu, ama kilisede bir daha gurur denen günaha ilişkin vaaz dinlemedik, Magripli de duvarcı bulmakta güçlük çekmedi. Yıllar sonra, İbni Hakan öldüğünde, Allaby yetkililere aralarında geçen konuşmanın içeriğini açıkladı.
“Kendisine gösterilen iskemleye oturmayı reddeden İbni Hakan ona aşağı yukarı şu sözleri söylemişti: ‘Benim yapmakta olduğum işi hiçbir insanoğlu yargılayamaz. Öyle günahlar işledim ki, Tanrı’nın adını yüzlerce, yüzlerce yıl boyu tekrarlasam da çekeceğim azapların bir tekinden bile kurtulamam; öyle günahlar işledim ki, seni şu ellerimle öldürsem Peder Allaby, Yüce Yargı’nın benim için uygun gördüğü işkenceleri bir nebze olsun artırmaz bu. Ünümün yayılmadığı ülke yok yeryüzünde. İbni Hakan el-Buhâri benim adım; zamanında elimde demir asayla çöl kabilelerine hükmettim. Yıllar boyu, yeğenim Zeyd’in yardımıyla inim inim inlettim onları. Sonunda Tanrı yakarışlarını duydu da bana başkaldırmalarına gözyumdu. Ordularım dağıldı, kılıçtan geçirildi; yağmacılık yaptığım günlerde biriktirdiğim servetle birlikte kaçmayı başardım. Zeyd beni tam bir kümbetin dibinde yatan kutlu adamın türbesine götürdü. Köleme gözünü çölden ayırmamasını söyledim. Zeyd ve ben altın sikkelerle dolu sandığımızla içeri girdik, bitkin bir halde uykuya daldık. O gece, kıvıl kıvıl yılanların tuzağına düştüğümü gördüm rüyamda. Dehşet içinde uyandım. Şafak vaktiydi, Zeyd yanımda uyuyordu; bana bu rüyayı bedenime sürünen bir örümcek ağı gördürmüştü. Korkağın teki olan Zeyd’in böylesine deliksiz uyuması ağırıma gitti. Elimdekinin bitmek tükenmek bilmez bir servet olmadığını, Zeyd’in de bundan pay isteyeceğini düşündüm. Gümüş kabzalı hançerim kemerimde duruyordu; kınından sıyırıp boğazını kestim onun. Acı içinde kıvranırken tam olarak anlayamadığım bir şeyler fısıldadı. Baktım ona. Ölüydü, ama olur da dirilir diye köleme ölünün yüzünü ağır bir taşla ezmesini söyledim. Sonra güneş altında epeyce yol aldık, bir gün bir deniz gördük. Çok uzun direkli gemiler yol alıyordu bu denizde. Bir ölünün bu denizleri aşamayacağını düşündüm, uzak ülkelere kaçmaya karar verdim. Gemiyle yola çıktığımızın ilk gecesi, Zeyd’i öldürdüğümü gördüm rüyamda. Her şey aynı biçimde olup bitti, yalnız bu defa söylediklerini anladım. Dedi ki: ‘Nerede gizlenirsen gizlen, şimdi senin beni öldürdüğün gibi, ben de bir gün seni öldüreceğim.’ Bu tehdidi boşa çıkarmaya ant içtim. Zeyd’in ruhu yolunu kaybetsin diye, kendimi bir labirentin yüreğine gizleyeceğim.’
“Bunları söyledikten sonra çıktı gitti. Allaby, Magripli’nin kaçık olduğunu ve deli saçması labirentinin de kaçıklığının apaçık bir belirtisi olduğunu varsaymak için elinden geleni yaptı. Arkasından da bu açıklamanın eşi görülmemiş yapıyla eşi duyulmamış hikâyeye uyduğunu düşündü. Ne var ki, İbni Hakan denen adamın kendi üzerinde bıraktığı güçlü izlenim buna uymuyordu. Kimbilir, belki de böyle masallar Mısır’ın kum çöllerinde yaygındı; böyle garip yapılarsa (Plinus’un ejderhaları gibi) bir kişiden çok, bir kültürün malı olabilirdi. Londra’ya bir inişinde, Allaby, Times’ın eski sayılarını karıştırdı; ayaklanmanın ve el-Buhâri’yle korkaklığı herkesçe bilinen vezirinin bunu izleyen düşüşlerinin gerçek olduğunu gördü.
“Duvarcılar işlerini bitirir bitirmez, el-Buhâri, labirentin merkezine yerleşti. Onu kentte bir daha gören olmadı; arasıra Allaby, Zeyd’in kralı yakalayıp öldürdüğü kuşkusuna kapılıyordu. Geceleyin, rüzgâr, bize aslanın kükremesini ulaştırıyor, ağıldaki koyunlar yüzyılların ötesinden gelen bir korkuyla birbirlerine sokuluyorlardı.

“Doğu limanlarından gelip Cardiff’e ya da Bristol’e giden gemilerin küçük körfeze demirlemeleri âdettendi. Köle labirentten çıkıp (labirent o sırada şimdiki gibi soluk pembe değil kızıl renkteydi) limana iner, gemilerin tayfalarıyla gırtlaktan gelen sesler çıkararak bir şeyler konuşur, sanki adamların arasında vezirin hayaletini arardı. Bu gemilerin yasak mallar taşıdıkları bilinirdi, alkol ya da kaçak fildişi taşıyan gemiler neden ölü adam taşımasın?
“Yapının bitirilişinden üç yıl kadar sonra, bir ekim sabahı Sharon Gülü tam dik kayalıkların orada demirledi. Ben bu gemiyi gözlerimle görmedim, onun için zihnimde yaşattığım imgesi çoktan unuttuğum Abukir ya da Trafalgar gemilerinin gravürlerinden etkilenmiş olabilir. Ama sanıyorum, bu gemi öyle ince ayrıntılarla bezenmiş bir gemiydi ki, bir gemi mühendisinden çok bir marangozun, hatta bir tahta oyma ustasının elinden çıkmış gibiydi. Cilalı, koyu renkli, hızlı ve sessiz bir gemiydi (gerçekte değilse bile, en azından rüyalarımda), mürettebatıysa Araplarla Malayalılardan kuruluydu.
“Şafakta demir attı ve aynı günün akşamı İbni Hasan, Allaby’yi görmek için papaz evine daldı. Tam anlamıyla müthiş bir korkunun pençesindeydi. Zeyd’in labirente geldiğini ve köleyle aslanın öldürüldüğünü anlatıncaya kadar akla karayı seçti. Büyük bir ciddiyetle yetkililerin kendisine yardım edip edemeyeceklerini sordu. Allaby daha ağzını açıp bir şey söylemeden çıktı gitti el-Buhâri; sanki kendisini ikinci ve son kere papaz evine getiren o korkunç dehşetin önüne kapılmış gidiyordu. Kütüphanesinde tek başına kalan Allaby, şaşkınlıkla bu korkudan ödü patlamış adamın Sudan kabilelerine kılıç zoruyla boyun eğdiren adam olduğunu, savaşın, öldürmenin ne demek olduğunu bildiğini düşündü. Allaby, ertesi gün geminin yola çıktığını öğrendi. (Sonradan anlaşıldığına göre Kızıl Deniz’deki Suakin Limanına doğru yola çıkmıştı.) Kölenin ölümünü doğrulama görevinin kendisine düştüğü inancıyla labirente yollandı. El-Buhâri’nin soluk soluğa anlattıkları ona tamamen akıldışı gelmişti, ama koridorun bir dönemecinde aslanla karşılaştı, aslan ölüydü, bir başka dönemeçte köleyi gördü, o da ölüydü. Tam ortadaki odadaysa yüzü taşla ezilmiş el-Buhâri’yi buldu. Adamın ayaklarının dibinde küçük, sedef kakmalı bir sandık duruyordu; kilit zorlanarak kırılmıştı, içinde tek bir kuruş bile yoktu.”
Arada, söylev çekiyormuşçasına duraklayan Dunraven son cümlelerinin etkileyici olmasına çalışmıştı. Unwin, arkadaşının bu cümleleri daha önce kimbilir kaç kere, hep aynı kendine güvenle, ama hep aynı yavan etkiyi uyandıracak biçimde tekrarladığını düşündü. İlgilenmiş görünmek için, “Aslanla köle nasıl öldürülmüşler peki?” diye sordu.
Dinleyicisine aman vermemeye kararlı ses, kötücül bir kendinden hoşnutlukla, “Onların suratları da taşla ezilmişti,” diye getirdi gerisini.

Şimdi adamların ayak seslerine bir de yağmurun boğuk fısıltısı karışmıştı. Unwin geceyi labirentte, labirentin merkezindeki odada geçirmek zorunda kalacaklarını düşündü, bu sıkıcı zorunluğa ilerde bir serüven gözüyle bakılabilirdi hiç değilse. Sesini çıkarmadı. Dunraven dayanamadı, sonuna kadar gitmeye kararlı bir adam tavrıyla, “Bu hikâyenin açıklaması olabilir mi?” diye sordu.
Unwin, sesli düşünüyormuş gibi, “Açıklaması olup olmadığını bilmem. Tek bildiğim yalan olduğu,” dedi.
Dunraven bunun üzerine öfkelendi, oldukça sert sözler sarfederek bütün Pentreath halkının söylediklerine tanıklık edeceğini, masal uydurmak istese çok daha iyisini uydurabileceğini, ne de olsa yazar olduğunu ileri sürdü. En az Dunraven kadar şaşıran Unwin özür diledi. Karanlıkta zaman genişlemiş, yayılmıştı sanki; her ikisi de yollarını kaybettiklerinden korkar, yorgunluklarını hissetmeye başlarken, yukarıdan gelen cılız bir ışık dar bir merdivenin alt basamaklarını aydınlattı. Basamakları çıkınca, yıkık bir odaya girdiler. Kötü yazgılı kral, korkusuna tanıklık eden iki şey bırakmıştı geride: bataklığa ve denize bakan ince, yarık biçiminde bir pencereyle tam merdivenin eğimi üzerine açılan kapaklı bir tuzak. Geniş olmasına karşın, oda bir hapishane hücresini andırıyordu.
Yağmurdan korunmaktan çok, dostlarına anlatacak ilginç bir olay bulunsun diye, iki adam geceyi labirentte geçirdiler. Matematikçi deliksiz uyudu; bir işe yaramadığını bildiği halde aklına gelen şu dizelerden bir türlü kurtulamayan şairse gözünü bile kırpmadı:
Suratı yok o somurtkan, o korkunç aslanın
Suratı yok korkudan dili tutulan kölenin
Suratı yok Kralın…
Unwin, el-Buhâri’nin ölümü hikâyesine karşı kayıtsız kaldığını sanıyordu, ama bilmeceyi çözdüğünden emin olarak uyandı. Gün boyunca, kafası meşguldü, ters davrandı, bulmacanın parçalarını bir araya getirmeye çalıştı. İki gece sonra Londra’da bir pub’da Dunraven’e rastladı ve ona özetle şunları söyledi: “Cornwall’da sana, anlattığın hikâyenin yalan olduğunu söyledim. Veriler gerçekti ya da gerçek oldukları varsayılabilirdi, ama senin anlattığın biçimiyle yalan oldukları çok açıktı. Yalanların en büyüğünden başlayacağım – o akıl almaz labirentten. Bir kaçak labirente saklanmaz. Kendisine denize bakan dik bir kayalığın tepesinde her gemideki mürettebatın en uzaktan bile görebileceği kızıl renkte bir labirent yaptırmaz. Bütün dünya zaten bir labirentken kendine ne diye labirent yaptırsın? Londra, gerçekten saklanmak isteyen biri için, bütün koridorları bir gözetleme kulesine çıkan bir yapıdan daha iyi bir labirenttir. Bu basit sonuca, geçen gece seninle birlikte damı döven yağmuru dinler ve uykuya dalmayı beklerken vardım. Yağmurun etkisiyle, senin saçmaladıklarını salim kafayla düşünmeye çalıştım.”
“Diziler kuramını mı yoksa uzamın dördüncü boyutunu mu düşündün?” diye sordu Dunraven.
“Hayır,” dedi Unwin, ciddiydi. “Girit Labirentini düşündüm. Merkezinde boğa kafalı bir adam olan labirenti.” Dedektif hikâyelerine son derece düşkün olan Dunraven, esrarengiz bir olayın çözümünün olayın kendisinden daha az ilginç olduğunu düşünürdü. Esrarengiz olaylarda doğaüstü, hatta Tanrısal bir yanı vardı; çözümlerse her zaman bir tür ‘elçabukluğu’ndan zarar görürdü. Kaçınılmaz sonucu geciktirmek üzere, “Paraların üzerinde ve heykellerde Minotauros’un boğa kafalı olduğu görülür. Dante, Minotauros’u boğa gövdeli ama insan kafalı bir yaratık olarak düşünmüştü,” dedi.
“O görüş de benim çözümüme uyar,” diye onayladı Unwin. “Önemli olan hem inin hem de inde yaşayan canavarın korkunç olmaları. Minotauros labirentine yakışır, onu haklı kılar. Rüyada savrulan bir tehdit içinse aynı şey söylenemez. Minotauros imgesini yakaladığımda (içinde labirent olan böyle esrarengiz bir olayda kaçınılmaz elbet) mesele yarı yarıya çözülmüştü diyebilirim. Gene de açık söyleyeyim, bu antik imgenin nasıl olayın anahtarı olabileceğini tam anlayamamıştım, senin anlattıklarında bir ayrıntı yakaladım – örümcek ağı.”
“Örümcek ağı mı?” diye tekrarladı Dunraven, afallamıştı.
“Evet. Örümcek ağı (Platoncu örümcek ağı – bunu aklından çıkarma), katile (çünkü ortada bir katil var) işlediği cinayeti hatırlatmışsa hiç şaşmam. Türbedeyken, el-Buhâri’nin rüyasında kıvıl kıvıl yılanlar gördüğünü, uyandığındaysa bu rüyaya neden olanın bir örümcek ağı olduğunu anlattığını hatırlarsın. El-Buhâri’nin o rüyayı gördüğü geceye dönelim. Yenilgiye uğrayan kral, vezir ve köle, yanlarında hazineyle birlikte çölde kaçıyorlar. Geceyi geçirmek için bir türbeye sığınıyorlar. Korkak bildiğimiz vezir uykuya dalıyor; yürekli bildiğimiz kral uyumuyor. Hazineyi paylaşmamak için kral veziri bıçaklıyor. Birkaç gece sonra vezirin hayaleti kralı rüyasında tehdit ediyor. Bütün bunlar inandırıcı değil. Benim yorumuma göre, olaylar başka türlü gelişti: O gece yürekli bir adam olan kral uyudu, korkak Zeyd ise gözünü bile kırpmadı. Uyumak her şeyi unutmaktır ve böyle bir unutuş da, arkandan eli bıçaklı adamların geldiğini biliyorsan, mümkün değildir. Gözünü hırs bürüyen Zeyd uyumakta olan kralının üzerine eğildi. Onu öldürmeyi düşündü (hatta belki bıçağıyla da oynadı), ama cesaret edemedi. Tavşan uykusunda olan köleyi uyandırdı, hazinenin bir bölümünü türbeye gömdüler ve önce Suakin’e, oradan da İngiltere’ye kaçtılar. Kendilerini el-Buhâri’den gizlemek için değil, ama onu bulundukları yere çekip öldürebilmek için, örümceğin ağını örmesi gibi, denize bakan yüksek tepelerin üzerindeki kızıl renkli labirenti yaptırdılar. Vezir, gemilerin kızıl sakallı adam, köle ve aslan söylentisini Sudan kıyılarına taşıyacaklarını biliyordu. Er ya da geç el-Buhâri gelecek, labirentlerinde onları arayacaktı. Labirentin son dönemecinde, tuzak bekliyordu onu. El-Buhâri, Zeyd’i hiçbir zaman ciddiye almamıştı, şimdi de en ufak önlem bile almaya gerek görmedi. En sonunda, beklenen gün geldi; İbni Hakan İngiltere’ye vardı, dosdoğru labirentin kapısına dayandı, onun çıkmaz koridorlarında dolaştı ve belki de merdivenin ilk basamağına ayağını henüz atmıştı ki, veziri onu tabandaki kapaklı tuzağın oradan vurarak öldürdü – tabanca kurşunuyla mı, bilmiyorum. Köle, aslanın işini bitirecek, tek bir kurşun da kölenin işini bitirecekti. Sonra Zeyd, bir kayayla her üçünün de suratlarını ezdi. Böyle yapması gerekiyordu; suratı kayayla ezilmiş tek bir adam, ortada bir kimlik sorunu olduğunu akla getirirdi, ama hayvan, kara derili adam ve kral bir dizi oluşturuyorlardı ve ilk ikisi gözönünde tutulduğunda, sonuncusu doğal görünecekti. Allaby’le konuşurken korku içinde olduğuna şaşmamak gerek; korkunç eylemini yeni tamamlamıştı, İngiltere’den kaçıp hazineyi bulacaktı.”
Dunraven, Unwin’in sözlerini dalgın bir sessizlik ve belki de inanmazlıkla karşıladı. Karar vermeden önce bir büyük bira daha ısmarladı.
“Benim Ibni Hakan’ın aslında Zeyd olabileceğini itiraf ederim,” dedi. “Böylesi dönüşümler oyunun klasik kuralları, okurun ısrarla beklediği geleneksel kurmaca gereklerindendir. İtiraf etmeye yanaşmayacağım şeye gelince de senin hazinenin bir bölümünün Sudan’da gömülü olduğu yolundaki varsayımın. Zeyd’in hem kraldan hem de kralın düşmanlarından kaçtığını unutma; birazını gömerek zaman kaybetmektense bütün hazineyi çaldığını düşünmek daha akla yakın. Sonunda, sandıkta tek kuruş bile bulunmaması bütün paranın harcanmış olmasındandır belki de. Nibelungların kırmızı altını gibi tükenmek bilmez olmayan altın tamamen duvarcılara harcanmış olabilir. O zaman İbni Hakan çoktan yenip bitirilmiş bir hazineyi ele geçirmek üzere denizler aşmış demektir.”
“Bence yenip bitirilmiş denemez,” dedi Unwin. “Vezir bir gâvur adasında, yalnızca kralı kendine çekmek için değil, aynı zamanda krala mezar olsun diye çember biçiminde, büyük bir tuzak kurmaya yatırdı o parayı. Tahminim doğruysa, nefret ve korkuyla hareket etti, hırsla değil. Hazineyi çaldı ve ancak bundan sonra aslında başka bir şeyin peşinde olduğunu farketti. Aslında İbni Hakan’ın ölümünü görmek istiyordu. Kendini İbni Hakan’mış gibi yaptı, onu öldürdü ve sonunda da İbni Hakan oldu. ”
“Evet,” diyerek bu görüşe katıldı Dunraven. “İşe yaramaz serserinin tekiydi; bir tek dileği vardı, o da ölüp de bir hiç olmadan önce, geriye baktığında bir zamanlar kral olmuş olduğunu ya da herkesi kral olduğuna inandırdığını hatırlamak…”

Jorge Luis Borges
Yolları Çatallanan Bahçe

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz