“Onu öldürmemiz için geldiğini söylüyor” Sorgu – Cafer Yurtsever

Şehir ışık denizine batmış gibi göründüğü saatlerde, dünyayla bağları da kopuyor ve duvara yansıyan bir resim oluyordu. Orada gece boyunca olup bitenlerden haberleri olmayan binlerce insanın yaşadığını biliyordum.

Sabah olmak üzereydi. Saat dört müydü, beş miydi, o saatler… Bilirsin, bizim orada güneş erken doğar. İnsan zaman içinde pişiyor. Askerler beni seviyorlardı. Nöbetçi subay beni çağırdı.

“Gel” dedi kapıdan.

Biz gardiyanların oturup çay içtiğimiz, aramızda şakalaşıp konuştuğumuz odada iki duvara dayalı duran iki dolap, penceresiz duvarda bir Atatürk resmi, bir takvim, not bıraktığımız bir haber panosu; bir inşaat firmasının hediye ettiği bir duvar saati, hemen kapının arkasındaki köşede bir çöp kovası, onun arkasına gizlemeye çalıştığımız bir faraş, uzun saplı bir süpürge bulunuyordu. Odanın ortasında ayakları pas tutmuş uzunca bir masa. Zemindeki betonda birkaç yerde ceviz büyüklüğünde çukurlar oluşmuştu. İnşaatı süren ek binadan harç getirip, kendi elimle bu çukurları doldurayım diyordum, buna bir türlü fırsat bulamadım. Odanın bir duvarından da iki pencere açılıyordu. Bir yandan konuşurken, bir yandan da bu pencereden birinin önüne dikilip şehre giden yolu izliyorduk çoğu zaman.

“İşin içinden çıkamadım. Yasaklı bölgeye giren bir kadını yakaladık. İnanılmaz şeyler anlatıyor. Doğru mu, yanlış mı anlayamadım.”

Subayın peşine takıldım.

“Bunları ancak bir deli yapar. Onu öldürmemiz için geldiğini söylüyor. Sizin buranın insanlarını anlayamadım gitti. İnsan bile bile kendini ölüme atar mı?”

İçerden türkü sesleri geliyordu. 10. koğuştan… Sesin sahibini tanıyordum. Gülümsedim. Neden gülümsediğimi bilmeden…

“Onu neden vurmadığımız için kızıyor. Bizim onu vurmamızı bekliyormuş. Beklemiyormuş, istiyormuş. Anlıyor musun Zeynel abi? Bizim ona ateş açmamızı diliyormuş içinden. Ama inandırıcı gelmedi bana. Bu kadın doğruyu söylemiyor, başka bir maksatla buraya kadar gelmiş olabilir. Bir de sen bunu dinle! Bakalım başka bir hikayesi daha var mıdır?”

Bizim Osman bozulmuştu subay beni tek başına çağırınca. O da gelmek istemişti, ancak subay onu el işretiyle durdurmuştu. Sadece eliyle “sen kal” işareti yapmıştı. Sözle sen kal deseydi keşke. Döndüğümde bir çocuk gibi başımın etini yiyeceğini; birkaç gün boyunca yarım ağızla konuşacağını ve diğerlerine beni çekiştirip duracağını biliyordum.

“Söyledikleri bana hiç inandırıcı gelmedi. Hiç inandırıcı değil, hiç. Devriye gezen askerlerle karşılaşmak için saatlerce yürümüş. Yol boyunca askerlerle karşılaşmayınca cezaevi sahasına girmiş.”

Biliyorsun, o yıllarda güneş battığında insanlar elinde ekmekler, kese kağıtları hızlı adımlarla evlerine çekiliyorlardı. Köylerle ulaşım kesiliyor, şehre giden yoldan aralıklı olarak sadece uzun yol yolcu otobüsleri geçiyordu. Emniyet güçlerinin dur ihtarına gerek duymadan vurma yetkisi vardı. Her gün operasyonlar düzenleniyor, ölü yada canlı ele geçenlerle ilgili haberler basında yer alıyordu. Görev yaptığım cezaevine de her gün yeni konuklar geliyordu.

“Bir de sen konuş şununla! Görelim, bakalım sana nasıl bir hikaye uyduracak?”
Şehir ışık denizine batmış gibi göründüğü saatlerde, dünyayla bağları da kopuyor ve duvara yansıyan bir resim oluyordu. Orada gece boyunca olup bitenlerden haberleri olmayan binlerce insanın yaşadığını biliyordum. Bizim odanın penceresinden baktığımda insanların saklanmak için akşamın gelişini dört gözle beklediği, saatlerine akşama daha saat kaldı diye baktığı geliyordu aklıma. Benim de onlardan bir farkım yoktu aslında. Hayır, hayır ben onlardan farklıydım. Ben iki insandım. Dışarıda bir başka insan, içeride bir başka insan… Ben dışarıdaki beni tel örgülerin arkasında bırakıyor, öyle giriyordum cezaevinin kapısından içeriye. Yine ben içerideki beni tel örgülerin dışına çıkmadan önce içeride bırakıyor ve öyle çıkıyordum dışarı. Tel örgülerin dışına çıkınca akşamın gelişini saklanmak için bekleyen insanlardan biri oluyordum. Onlar gibi bir an önce eve gidip kapıların ve perdelerin arkasına gizlenmek için hızlanıyordum. Arabanın kapısına herkesten önce uzanıyor, ben uzanınca, benden başka diğerlerinin de kapıya aynı anda uzandığını görüyordum. Arabadan herkesten önce inmek istiyordum. Herkesten önce inmek için kapıya yakın oturmaya, bir elimin kapının açma mandalının üzerinde olmasına çaba gösteriyordum. Diğerlerinin de benim gibi kapıya yakın oturmaya ve kapıyı açmaya hazır beklediğini düşünüyordum. Yolumun üzerindeki bütün esnafın sokağa fırlayıp nereden geliyorsun diye sormasını; gece biz uyurken çevre yolundan kaç otobüsün geçtiğini; askerlerin kaç kez nöbet değiştirdiğini; sabaha kadar kaç çay içtiğimi ve kaç mahkumu revire kaldırdığımızı sormalarını diliyordum içimden. En yakınımdaki insanlar dahil hiç kimse benim yaptığım işi merak etmiyordu. Oysa ben onların gece uyuduklarını ve gündüzleri ise zamanı öldürmek için kollarındaki saatleri göz hapsinde tuttuklarını biliyordum.

“Nöbetçi tetiğe basmış olsaydı, şimdi ölüm sebebini yazıyor olacaktım.”

Burada karşılaştıklarımı, duyup gördüklerimi hiç kimseye anlatmıyordum. Çünkü hiç kimse benim nelerle karşılaştığımı ve neler duyup gördüğümü merak etmiyordu. Gözlerimden okudukları ne ise, onunla yetiniyor; hemen bakışlarını kaçırıyorlardı. Ne zaman belediye binasının önünden geçsem, kafamın içinde çınlayan seslerin belediyenin hoparlöründen çıkıp şehre yayılacağını; seçim dönemi arkada kaldığı halde, ne zaman şehrin en kıymetli ağaçları olan akasya ağaçlarına bir bez afiş asıldığını görsem, şehre parti başkanlarının geleceğini düşünüyordum. Boya sandıklarının kenarına elindeki boya fırçalarıyla vuran boyacı çocukların beni maliye tahsildarı; seyyar nayloncuların ise beni belediyede çalışan biri olarak gördüğünü düşünüp avunduğum çok olmuştur. Çünkü başka bir avuntum yoktu. Şehrin geniş caddesinden yukarıya doğru hızlı adımlarla ilerlerken yanımdan geçenlerin yüzlerine bakmaktan kaçınıyordum uzun bir süredir. Yüzler yabancılaşmıştı. Yüzlerin çoğunu hatırlamıyordum. O yüzleri daha önce bu şehirde, bu şehrin herhangi bir sokağında gördüğümü hatırlamıyordum. Yabancı yüzlerin çoğaldığını fark ettiğim günden beri kendimi bir yabancı gibi salmıştım. Bu küçük hilenin farkına varan çıkmadı. Yanımdan tartılarak geçenleri biz mahkumları saydığımız saatlerde gökyüzünden topluca şehre bırakılmışlardı belki.

“Ona istediğin soruyu sorabilirsin. Birlikte kadının söylediklerinin doğru olup olmadığına karar vereceğiz. Gerekirse onunla Zazaca da konuşabilirsin.”

Yabancıların havadan şehre bırakılması ihtimallerden sadece bir tanesiydi. Akşam çökmeden evlerinin yolunu tutanlar bilmese de ben biliyordum ki, her gün onlarca yabancı insan bu şehre giriş yapıyordu. Hepsinin de geliş sebebi aynıydı. Bunların havadan ya da otobüslerle getirilip şehre bırakılmalarını hiç kimse dert etmiyordu kendine. Ben neden dert etseydim ki? Şehre bir gün önce giriş yapan yabancılardan bir çoğu bizim mekana uğruyordu. Onlar geldiği zaman süngüler geri çekiliyor ve bütün kapılar arakasına kadar açılıyordu. Yetkili konuklar, sigara dumanı altında sorguya çektikleri itirafçıların aynı sözleri tekrarlayıp durmasına sinirlendiği anları uzaktan izledim birkaç kez. Rahat olmalarını telkin ediyorlardı işe başlamadan önce. Birlikte çay içrek işe başlayanlar da çıkıyordu arada sırada. Masanın bir tarafında itirafçı, diğer tarafında yetkili subaylar… Sohbet ilerledikçe masaya ses kayıt cihazları, telsizler ve cep telefonları yığılıyordu. İtirafçının ilk başlardaki ürkekliği sohbet ilerledikçe yerini güvensiz bir teslimiyete bırakıyordu, ancak yüzündeki endişeler hiçbir zaman silinmiyordu. Bilinçsizce gözlerini kırpıştırıp duruyorlardı sürekli.

Tek parça uzun bir entari; renkli bir hırka ile oturuyordu nöbetçi subayın sözünü ettiği kadın. Genç bir kızdı. Bu tip giyinen, aynı boyda, aynı yüz ve aynı yalancı tebessümlü, rahat tavırlı yüzlerce kızla karşılaşmıştım yakın köylerde, çarşıda, minibüslerde… İşte o genç kızlardan biri, şimdi nöbetçi subayın odasında beklemekten sıkıldığını açıkça dışa vurur bir şekilde oturuyordu.

“Hoş geldin bacım!”

Kız bir bana, bir de subaya baktı. Sesini çıkarmadı, sadece gülümsedi. Subay bana bakıp göz kırptı ve “sorguya başla” anlamında başını salladı. Ben de hemen kızı karşıma aldım ve başladım sormaya. Subay makamına geçmiş, sadece dinliyordu.

“Adın ne?”
“Ayşe”
“Hangi köydensin?”
“……”

Merkeze bağlı, yakın bir köyün adını söyledi. O köye gitmemiştim, ancak adını duymuştum daha önce ve nerede olduğunu biliyordum. O köyden tanıdığım biri yoktu. Subay, köyü bilip bilmediğimi merak etmiş, yüzüme bakmıştı. Bildiğimi ifade eden bir tavır takındım, başımı hafifçe salladım.

“Burada ne işin var, buraya niçin geldin?”

Bu soruyu geri çekmek istedim, ancak ağzımdan çıkmıştı bir kez. Böyle basit sorular sorarak olayı çözmek, önündeki hendeği önceden görüp üzerinden atlamaktan faklı değildi. İzlediğim filmler, karşılaştığım ve tanık olduğum sorguları hatırladım. Karşımda tiril tril oturan kızcağız cevap vermeden yeni bir soru daha sordum.

“Babanın adı neydi?”

Bu “neydi” sözünü, o köyden çok tanıdıklarım var ses tonuyla bitirdim ki, kızın gözleri fal taşı gibi açılıversin. Gerçekten öyle de oldu. Kızın yüzünü bir ürperme yaladı geçti, fark ettim.

İhbar sonucu yakalanıp bizim oraya getirilen köylülerin araya birkaç ay girdikten sonra düştükleri umutsuzluğa benzer bir umutsuzluk belirmişti kızın yüzünde. Babasının adını unutmuş gibi bakıyordu yüzüme. Hatta bir türküyü bitirmeden bir başka türküye geçerken ıkınan yarışmacılardan biri gibi duruyordu karşımda. Bu kız bir muhbirin ihbarı üzerine yakalanıp getirilmemişti, ancak yataklık ve yardım suçlamasıyla ihbar edilen tutuklu köylülerden bir farkı yoktu. Umutsuzluğa düşen köylüler, kendilerini ihbar eden muhbirle bağlantı kurmanın yollarını aramaya başladıkları zaman bize yaklaşıyor ve yaltaklanıyorlardı. Yıllarca hapiste kalacağına inanmışlarsa, bizden birileri ya da ziyaretçilerden biriyle kendi ihbarcılarına istediği parayı vermeye hazır olduğunu bildirmenin bir yolunu bulurlardı her zaman. Kız cevap vermekte gecikince kendimi bir muhbir olarak düşündüm. Ben muhbir, kız da benim kurbanımdı. Ben ifademi değiştirmezsem, kurbanım yıllarca hapiste kalır ve orda çürürdü. Kozlar benim elimdeydi. Kendimi muhbir rolüne fazla kaptırmış olmalıyım ki, nöbetçi subay öksürür gibi yapıp boğazını temizledi. Kız da sağına soluna daha çok bakınmaya başlamıştı zaten. Sahiden kendimi kaptırmıştım. Tırnaklarımın avucumda iz bıraktığını, dişlerimin ağrıdığını hissetim. Kendimi toparladım, rahatladım.

“Başka zaman olsa önüne çıkanı vururlardı, beni neden vurmadılar?”

Vurmak… Kuşları vurmak, vurup havadan düşürmek gibi…. Demek ki asker denince artık herkesin aklına vurulmak geliyordu. Subaya baktım, canı sıkılmış gibiydi. Askerlerin namının alıp yürüdüğü haberini almaktan pek hoşlanmamıştı.

Almak istediğim cevap bu değildi ki. Kızın gözlerinin içine baktım. Bakışlarını kaçırmadı. Oralı bile olmadı. O bakışını kaçırmayınca, ben başımı hızla önüme çevirdim, ardından bir soru daha patlattım. Sesimi yükseltmiştim.

“Bir düğünden geliyormuşsun gibi bir halin var. Sizin köyde düğün mü vardı?”

Saçmalıyorum diye düşünürken kız, kendini toparladı aniden. Dere ağzında banyo yaparken, bir çobana, bir yolcuya yakalanmıştı sanki.

“Evet” dedi. Nefes alıp vermeden devam etti. “Düğünden kaçtım, geldim.”

Bizim Melih o yıl okula başlamıştı. Bu akşam da sayfalar dolusu A, B, C, Z harflerini yazmış, elinde kalem uyuvermiş olmalıydı yine. Kenarları kıvrılmış defterinin başında uyuyunca Ayten onu kucağında almış yatağına yatırmış olmalıydı her zamanki gibi. Bu saatte anne oğul yatıyorlardı. Ben görevdeydim. Babam da, annem de hayattaydı daha. Bizde kalıyorlardı. Belki de biz onlarda kalıyorduk. Çünkü onlar hayattayken kendimi hiç evimin reisi olarak görmedim.

“Baban seni yaşlı birine vermek istiyordu, ama sen…”

Kız ayaklarını sandalyenin altına çekti, iyice büzüldü.

“Evet” dedi. Sonra tereddütlü ve alçak bir sesle devam etti: “Sen nereden biliyorsun?”

Şimdi şaşırma sırası bendeydi. “Dilimin ucuna geldi, soruverdim işte” diyemezdim. Düğünden neden kaçılır? Bir genç kız neden bir düğünden kaçardı? Bir genç kız süslenip gittiği bir düğünü yarıda bırakıp neden kaçardı? Ya sevdiği başka biriyle evleniyordu, ya da babası onu evlendirmek istiyordu. Her baba kızını evlendirmek isteyebilirdi. Kızlarını evlendirmek isteyen babalar, kızlarını evlenmeye zorlayan babalar, tercihini yaşlı erkeklerden yana kullanınca, kızları evden kaçardı genellikle… Ya da, evet, ya da intihar ederlerdi. Kız düğünden kaçtığını söyleyince kaçış ile yaşlı bir erkekle evlenmek arasında bir bağlantı kurmuştum sadece.

Farkına varmadan sorgu tekniklerini kavradığımı anlamıştım bu arada. Kendi aramızda “ben olsaydım şöyle sorardım” türü saatler süren şakalaşmalar işe yaramıştı. Bundan böyle beni de sorgulara çağırırlar diye düşündüm. Sorgulara girip çıkmaya başlayınca terfi eder, gardiyanların odasında pencere dibinde dikelip uzaktan şehri, şehre giden yolları, güneşin doğuşunu veya batışını izlemeyip aramızda erkek şakaları yapmaya, bu şakalara katlanmaya ve mecburen gülmeye gerek kalmazdı.

Nöbetçi subay, “asker” diye seslendi.
Kapıdaki nöbetçi, topuk çaktı, girdi içeri.
“Emret komutanım” dedi.
“Üç çay!”
“Emredersiniz komutanım” dedi.
Çıkarken topuk çaktı yine.

Bu benim ilk ve son sorgum oldu. Emret ile emredersinin aşağılayıcı tekrarlarına tanık oldum bolca. Emekliyim şimdi. Bir kapıdan giriyor, onlarca kapıdan geçiyor ve bir kapıdan çıkıyorum hala. Bir pencerenin dibinden uzun yol otobüslerinin geçişlerini izliyorum sanırken bir aynanın karşısında kendimi izlerken yakalıyorum kendimi.

Cafer Yurtsever

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz