Kurmaca ve gerçek: Seyircinin peşine düşüp, aradığı şey “kaybettiği” zaman…

Tarkovski’ye göre, çağımızda sinemayı bu kadar büyülü ve çekici kılan şey, insanların “yitirdikleri zamanı” sinemada bulma ihtimalidir. Seyircinin peşine düşüp, aradığı şey sadece “geçmişte kalan” zaman değil, boşa geçip giden, “kaybettiği” bir zamandır da.

TARKOVSKİ’NİN TARLASI

Tarkovski, “Ayna”nın çekimleri sırasında, çocukluğunun geçtiği eski evi fotoğraflarına bakarak yeniden inşa ettirir. Annesini de sete getirerek evi gösterir ve onun tepkisinden, doğru yolda olduğunu düşünür. Bu arada çekim yerinde gezerken, evle komşu köye giden yol arasında bir kara buğday tarlası olduğunu hatırlayarak, etrafta kara buğday başakları arar. Lakin tek bir başak bile bulamaz. Çünkü kolhoz çiftçileri, tarlalara yıllardan beri yalnızca yonca ve yulaf ektiklerini ve bu toprakların kara buğdayın yetişmesine hiç uygun olmadığını söylerler. Tarkovski ise, kara buğday tarlaları çiçek açtığında, her tarafın “karla kaplıymış gibi” gözüktüğü o unutulmaz çocukluk anısının peşindedir. Topraklardan bir parçası kiralanarak kara buğday ekilir ve sonucu beklenir. Bahar geldiğinde, kolhoz çiftçilerinin hayret dolu bakışları arasında, buğdayların çiçek açtığını ve tarlanın Tarkovski’nin çocukluğundaki gibi adeta “karla kaplandığı”nı görürüz.

DOKTORUN HAYATI

“Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin çekimleri sırasında Keskin’deki İlköğretim Okulları’nı geziyoruz. Kasabada tespit ettiğimiz dört ilköğretim okuluna giderek, Yaşar’ın oğlu Adem’i oynayacak çocuğu bulacağız. Çocuklar öylesine çelimsiz ve kavruk ki, yedi sekiz yaşlarında düşündüğümüz çocuk oyuncuyu, ancak on iki on üç yaşlarındaki çocuklardan seçebileceğiz. Sınıfları dolaşıyoruz. Öğrenciler bağrış çağrış etrafımızdalar. Özellikle, en son gittiğimiz okul karnaval yerine dönmüş. Zor bela, beş altı çocuğu seçtik. Onları okulun koridoruna yan yana dizip, kamera kayıtlarını alırken, belli ki meseleye yeni şahit olan öğretmenlerden biri yanımıza geldi. Biraz seyrettikten sonra da, yavaşça sokularak sordu:

-Nedir beyefendi, bu durum?
-Ne durumu?
-Yani… Niçin çocuk arıyorsunuz okulda?
-Bi film işi var da… Bi sahne için çocuk oyuncu arıyoruz.
-Ha, şu film için diyosunuz? Konuşuluyor sürekli. Anladım…Konusu neydi filmin?
-Konusu?.. Valla.. Bi doktor var.. Onun mecburi hizmet anıları işte.. Öyle bişi…
-Tamam tamam, söylüyorlardı zaten. Bi doktor varmış, eskiden burada görev yapan, onun hikayesiymiş galiba, “bunlar bunlar geçti başımdan” şeklinde. Kasabanın durumunu falan anlatıyormuş, öyle di mi?
-He, öyle sayılır biraz…
-Yalnız adam çok zenginmiş diyorlar, yani, hayat hikayesini film yapsınlar diye sponsor olmuş!
-Nasıl?
-Parayı o vermiş yani. Enteresan… Adam demek ki unutamamış yaşadıklarını. E, parayı da bulunca, film şeklinde bi daha yaşamak istemiştir.
-Pek öyle değil bildiğim kadarıyla, yani doktorun para verdiğini zannetmiyorum. Zaten bu tür filmler çok pahalıdır, sanmıyorum doktor o kadar parayı verebilsin.
-Yok yok birader, vardır onlarda para…Sen bilmezsin doktor milletini. Ben görmedim gerçi bu İstanbul’lu doktoru ama, öyle bir söylenti var.
-Bilmiyorum valla. Belki de öyledir!
İddiasını itiraz etmeden kabullenmem, öğretmeni daha da iştahlandırmıştı. Hipotezini bir üst seviyeye çıkararak tekrar sordu:
-Siz mesela, paranız olsa, durumunuz iyi olsa, hayatınızı film yapmak istemez misiniz? Ben şahsen, hiç düşünmem, yaparım. Düşünsenize Allah aşkına, çocukluğunuzu, gençliğinizi, ölmüşlerinizi, dedenizi, ebenizi herkesi yeniden
canlandırıyorsunuz. Başınızdan geçenleri filan. Öyle değil mi?
Öğretmen ders zili çalınca, konuşmayı kesip ayrıldı yanımdan. Beni, Tarkovski’nin sinemanın tarifini yaparken kullandığı tanımla baş başa bırakarak.
Tarkovski’ye göre, çağımızda sinemayı bu kadar büyülü ve çekici kılan şey, insanların “yitirdikleri zamanı” sinemada bulma ihtimalidir. Seyircinin peşine düşüp, aradığı şey sadece “geçmişte kalan” zaman değil, boşa geçip giden, “kaybettiği” bir zamandır da. O, aldığı bir sinema biletiyle aslında, anılarının eksiklerini kapatmaya çalışır ve çoktan yitirdiği bir cennetin peşine düşer. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizle sıvanmış hayatının manevi boşluklarını da doldurmaya çalışır. Sinema, insanların deneyimlerini, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar, zenginleştirip derinleştirdiği için önemli ve kıymetlidir.

KURMACANIN GÜCÜ

Ünlü bir romancıya atfedilen bir hikaye: Evinde uzun zamandır romanı için çalışmakta olan yazarı, yakın bir dostu ziyaret eder. Hüzünlü ve içlenmiş bir halde bulur onu. Ağladı ağlayacak. “Nedir Üstat bu hal?” dediğinde aldığı cevap:
“Romanımın kahramanlarından biri intihar edecek! Ona üzülüyorum.
“Senin elinde değil mi Üstat, öldürmezsin olur biter.”
Cevap, kurmacanın gücünü anlatıyor:
“Ah! Keşke. Ama, benim elimde değil ki bu. O, ölecek çaresiz. Böyle istiyor çünkü.”
Üç Maymun’u yazdığımız günlerde buna çok benzeyen bir duyguya kapıldığımı hatırlıyorum. Öylesine patron Servet olmuş ve şoför Eyüp’ü öylesine içselleştirmeye başlamıştım ki, sekreter kız bir gün “Eyüp bey geldi, sizinle görüşmek istiyor” deyince, gerçekten de gelenin şoför Eyüp olduğunu düşünüp, arabanın anahtarlarını aranırken, odaya giren eski arkadaşım Dr. Eyüp’ü görünce şaşırıp, afallamıştım.
Yaratmanın kendine ait bir gücü vardır ve çoğu zaman gidilecek yolu o çizer. Sizin istediğiniz yol değil, onun gitmek istediği yol geçerlidir en sonunda. Kurmacanın gücüdür bu ve çoğu zaman hayatın gerçekliğinden daha gerçektir.

FİLMLERİN DE CANI VARDIR

Seyirci olarak seyredip kapının önüne çıktığımda etkisini sürdüren, ama ertesi gün unuttuğum filmler oldu. Bir kez seyredip bugüne kadar hiç unutamadığım filmler oldu. Çok etkilenip bir süre sonra tekrar seyrettiğimde hiç bir şey hissetmediğim filmler oldu. İlk seyrettiğimde çabucak aklımdan çıkan ama yıllar sonra bir daha karşılaştığımda çarpıldığım filmler oldu.Yıllar önce İstanbul Film Festivali’nin ilk yıllarında ödül almış, “Tılsımım Koru Beni” filmini geçen sene fırsat bulup yeniden izledim. Puşkin’in yaşam öyküsü üzerinden oluşturulmuş bir filmdi. O yıllarda bu filmden niye çok fazla etkilendiğimi düşündüm. Otuzlu yaşlarda, mesleğe yeni başlamış, kafası fazlasıyla karışık birisi iken seyrettiğim filmi, ellili yaşlarımda, daha sakin ve rutin bir gündelik hayatın içinden, üstelik yanı başımda yedi yaşındaki oğlumun omzuma yaslanmış kafasının sıcaklığıyla seyrettiğimde, kuşkusuz baştan sona farklı algılayacaktım ve film bambaşka duygular bırakacaktı bende.
Ben sinemanın, insanların yeryüzünü sahiplenme ihtiyacıyla ilgili bir sanat olduğunu, dünyadaki her film seyircisinin de, seyrettikleri her filmle sadece kendilerine ait ve bir daha tekrarlanamaz, her seferinde yeniden tasarlanan özel bir ilişki kurduklarını düşünürüm. Bu, işin seyirci tarafı. Diğer taraftan, çekilen ve gösterilen tüm filmlerin, gösterildikleri zaman ve mekanla da ilintili olarak, her seferinde seyircinin karşısına farklı bir film olarak çıkabilme gücüne ve büyüsüne sahip olduklarına inanırım.
Filmlerin de canı vardır ve çoğu zaman oradaki kahramanlar, yaşayan, kanlı canlı bireylerdir. Gerçekten!

Ercan Kesal

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz