Nedir gerçek? Bir yığın aklıevvelin dillerine pelesenk ettikleri yaveler mi? Herkesin kendi çıkarına, ya da şartlanmasına göre bellediği ve doğru bildiği şeyleri mi? Değil elbet. Çocuğun sıcağı ve soğuğu tanımasıyla başlayan gerçeklikle tanışma bir ömrü kapsayan ve çoğu zaman tam bir bilinçle kavranılamayan bir tanışmadır. Zordur gerçeğin kavranması, gerçeğin karmaşıklığından değil, gerçeğin kavranmasını engelleyen bir yığın toplumsal köstekle kuşatılmış olduğumuzdan.
Bir gelmiş ve gelecek bağlantısı içinde, ileriye dönük olan gerçeği kavramak ve bütün bir yaşamı bu kavrayış doğrultusundaki emeğe dönüştürmek hayatı gerçekten yaşamağa değer kılan tek şeydir.
Gerçeği kavramak havsalalara sığmayacak büyüklükte ve güzellikteki bir oluşumu havsalaya sığdırmak, bir umut gibi duyabilmek, bir insan ufaklığındaki sevgi umudu evrensel boyutlara vardırmaktır, gerçeği kavramak. Büyük oluşum içinde ufacıkmış gibi görünen insan yaşamını değerli, kutsal ve büyük kılan çabadır, gerçeğe dönüşen emekle emeğe dönüşen gerçek.
Ama güzel, büyük olan, insanların mutluluğuna yönelik olan her şey gibi, gerçek de toplumların her döneminde ilkel, bağnaz ve tutucu güçlerin, çıkarları o büyük oluşuma ters düşmüş egemen çevrelerin işlerine gelmeyen bir şeydir. İşte bu yüzden, toplumun her döneminde, yığınların gerçekle tanışması toplumdaki egemen güçlerce engellenmiştir.
Yerleşik düzenden yerleşik değer yargılarına kadar insanlığa belletilmek istenen yaveler, anlaşılmaz ve kavranmaz görünen durumlara ürkütücü, akıl karıştırıcı, gerçek dışı ve gerçek üstü çözümler arayan düşünsel birikim, insanları bir Gülliver gibi bağlayan hayatı zorlukları, bu zorlukların aşılmasına yönelecek yerde, azınlığın mutluluğunu temellendirmeye yönetilen emek ve emeklerinin sonuçlarından ırak tutulan yığınlar, işte bütün bunlar insanla gerçek arasına öylesine bir yabancılık koyar ki, değil gerçeği kavramak, böyle bir kavrayış için uğraşmak bile anlamsızlaşsın.
Çocukluktan beri çevremizi saran ve değişmez sandığımız nice şeyi aileden okula toplumsal çevreden yerleşik değer yargılarına kadar gerçekle aramıza giren bunca şeyi, aşmak zorundayız. Zorundayız, çünkü, anlamsız bu kader anlayışının ağları ancak böyle yırtılacak, hayat ancak böyle güneş gibi ısıtacaktır bizi. Ancak o zaman, büyük bir berekete bir katkısı olan, güneş sisteminin uyumlu bir parçası gibi hissedeceğiz kendimizi.
Ama gerçeği kavramaya yönelmekle bunu gerçekleştirmek arasında aşılması gereken yol uzun ve yorucudur; bir insan ömrünün bütün gücünü içerebilir, hatta karşılığında fiyat olarak hayatınızı isteyebilir-, çünkü gerçeğin kavranması, insanın kendi istemindeki çaba kadar, gerçeğin kavranmasına karşı olan güçlerle çatışmayı da gerektirecektir. Kavranması mümkün olan, uğrunda ölmeye bile değen tek zorluktur gerçek.
Ya gerçeği yazmak? Gelin onun zorluğunu da siz düşünün. Onun için, gerçeği yazdığını iddia etmek hiç kolay değil. Evet ama yazarlığı anlamlı kılan tek şeydir, gerçeği yazmak çabası diyorum, çünkü, gerçeği yazabilmek öyle oldu bittiye getirilemez. -Ben gerçeği yazıyorum» cümlesini söyleyecek babayiğit, tam bir gerçeklik bilinci içindeyse, bu cümlenin kolay kolay söylenemeyeceğini bilir. Bildiği için de gerçeği yazmak iddiasından çok, gerçeği yazabilmek çabasına önem verir.
Gerçeğin büyük ustalarından Brecht -gerçeğin yazılmasında beş zorluk» başlıklı yazısında, gerçeğin yazılabilmesi için şunları gerekli görüyor:
1. Gerçeği yazabilecek cesaret.
2. Gerçeği kavrayabilecek akıl.
3. Gerçeği, elle tutulur bir silâha dönüştürmek sanatı.
4. Bu silahı etkili kılacak olanları seçebilmek.
5. Gerçeği yığınlara ulaştırabilmek, yaymak becerisi.
Evet, 1930 yılında, Paris’te, Alman yazarlarını koruma birliğince çıkarılan «unsere zeit» (yaşadığınız günler) dergisinde yayınlanan bu yazısını Brecht gizlice Hitler Almanya’sına sokuyor. Gerçeğin yazılması, onun gözünde, Hitler rejimine yöneltilebilecek en etkili silahlarda biri çünkü.
Brecht, gerçeği yazmanın beş zorluğunda, birinci yeri cesarete verirken, şöyle diyor: «Üstün olmayan ırklardan sözedilirken açlığın, bilgisizliğin ve savaşların bu geri kalmışlığın asıl nedeni olup olmadığını sormak cesaret ister. Ama, kendimiz hakkında, «yenilen» hakkında gerçeği söylemek de cesaret ister. Bir av gibi kovalananların çoğu, kendi hatalarını kavramak yeteneğini kaybediyorlar, karalanmak en büyük haksızlık gibi görünüyor onlara. Onları kovalayanlar, kovaladıkları için «kötü»ler, kendileriyse «iyi oldukları» için kovalanıyorlarmış gibi. Oysa bu «iyilik», yenilmiş bir iyiliktir, yenildiğine, ezilip engellendiğine göre zayıf bir iyiliktir, kötü, dayanıksız, güvenilmez bir iyilik..
İyilerin, iyi oldukları için değil, zayıf oldukları için yenildiklerini söylemek de, cesaret ister.»
Önümüze çıkan, kendi yarattığımız engellere rağmen çıkan, gerçeğe yan çizemeyeceğimiz için, gerçeği saptırmaya ise gücümüz hiç yetmeyeceği için, yettiğini sansak da kandırılan da yenilen de sadece kendimiz olacağımız için, gerçeği yazmağa uğraşacağız. Ötesi, tatara titiri.
Gerçeği Yazmak- Sevgi Soysal
Politika 11.06. 1776