İlk konuştuğum dil Ermeniceymiş. Ne gariptir ki, daha sonraları gericiler, imzasız mektuplarla, ad verilmeyen telefon konuşmalarıyla beni tehdit ederken, sanki Ermeni olmak çok aşağılayıcı bir şeymiş gibi, beni Ermeni olmakla suçlarlardı hep. İlk Ermenice konuşmamın nedeni dadım Uskuyi. Uskuyi mükemmel Türkçe bilirdi; ama çocuğu yerine koyduğu benimle ana dilini konuşmak istiyordu anlaşılan. Annem iki buçuk yıl kaldığı İsviçre’deki sanatoryumdan geri dönünce, benimle iletişim kurabilmek için; Ermenice birkaç sözcük öğrenmek zorunda kalmış. Ben bu dili tamamiyle unuttum; ama o, Ermenice sözcükleri anımsar, şakalaşmak için kullanırdı ara sıra. Bilmediği bir dilde konuşmam yetmiyormuş gibi, annemi reddetmişim üstelik. Çünkü Şef ika kırk sekiz kilo gittiği İsviçre’den altmış beş kilo geri dönmüş. Onun zayıfken çekilen fotoğrafını gösterir, bülbül gibi Ermenice konuşarak, “sen benim annem değilsin; benim annem işte bu” dermişim. Şefika da bir köşelere gizlenip, ağlayıp dururmuş. Annemin fazla kilolarına çare yoktu; ama Ermeniceme çare bulundu: Dadımı evden, beni de Ermeniceden uzaklaştırmak için, Uskuyi evlendirildi. Kilisedeki nikâh töreninde, iki elimle tuttuğum, nerdeyse kendi boyumda bir mumla çekilmiş fotoğrafım var.
Başka bir Ermeni dadı daha vardı evimizde. Uskuyi gibi genç değil, çok yaşlıydı. Bir genç kızdım onu yitirdiğimizde. Bizden başka kimsesi yoktu. Bütün yakınları, 1915’te ya ölmüş ya da öldürülmüştü. Bunu o bilmez, ama biz bilirdik. Sevgili nenem, dadının çocuklarının ve kardeşlerinin adlarını da bilirdi. Her ay sözde onlarm birinden gelen mektuplar yazdırırdı bana. Yazdığımı yabancı pullu bir zarfa koyardım. Bu ölülerin bir kısmı Fransa’da, bir kısmı Amerika’da yaşamaktaydı sözde. Elimde kendi yazdığım mektup, “dadı, sana haber var Vartuhi’den, ya da Agop’tan, ya da Artin’den” diye yapay bir sevinçle müjdeyi verirdim. Dadı da bir iskemleye çöker, gerçek bir sevinçle ağlayarak, uydurduğum mektubu dinlerdi.
***
Her zaman tehlikeli oyunlardan hoşlandığım için, en sevdiğim eğlence, havada kaymaktı: Bayram yerinin bir ucundan öteki ucuna havada bir tel geriliydi. Telin bir ucunda, makaralı küçük bir trapez gibi bir şey vardı. Yüksekçe bir yere çıkar, o trapezi iki elinizle sıkı sıkı tutardınız; arkanızdan ittiler mi, uçarcasına telin öteki ucundaki yere varırdınız. Bu uçuş sırasında birçok kişi düşüp yaralandığı, hattâ ölenler bile olduğu için, havada kaymak yasaklandı daha sonraları. Bisiklete binmesini bilmediğim halde, bisiklet de kiralardım bayram yerinde. Ben bisikleti aptal aptal iterken, Askerî Kuleli Lisesi’nin üniformasını giyen bir ağabey, durumu gördü. “Ben sana öğreteyim” dedi ve sadece iki öğüt vererek (“önüne bakma, uzağa bak; sağa düşer gibi olunca, gidonu sola çevir, sola düşer gibi olunca, sağa çevir”) diyerek on dakikada bisiklete binmesini bana öğretti. Kendisinden bir şey istemeyen dokuz yaşında bir kız çocuğuna yardım eden o Kuleli’yi hep gülümseyerek anımsarım. Ama gene bisikletle ilgili başka bir Kulelili var ki, onu düşündükçe de çok tedirgin olurum: Kırk yaşındaydım o ikinci Kuleliliyle karşılaştığımda. Yazları oturduğumuz Vaniköy’de manav olmadığından Çengelköy’den meyva ve sebze almaya bisikletle giderdim. Kuleli Lisesi’nin önünden geçerken, oğlum yaşında üniformalı bir öğrenci, “inşallah düşersin de, kafan patlar, geberirsin” dedi. Eğer fazlasıyla süslü püslü, yüzü boyalı, bacaklarını gösteren açık saçık bir eteklik giymiş, çok tahrik edici bir hatun olsaydım bile, bu gencecik çocuğun tepkisini gene de çirkin bulurdum. Ama boyalı filan değildim; üstümde eski bir pantolonla eski bir kazak vardı. Öyle fena oldum ki, hemen bisikletten indim, çocuğa yaklaştım, yumuşak bir sesle “oğlum, ben sana ne yaptım, neden böyle şeyler söylüyorsun?” diye sordum. Çocuk, kin dolu gözlerini bana dikti, sustu. Hiç öfkelenmeden, gene ısrar ettim. Bu kinin nedenini ille anlamak istiyordum. Ama çocuk susuyordu. Kırk yıl sonra bile garip bir üzüntüye kapılırım bu nedenini bilmediğim nefret aklıma geldikçe.
Mina Urgan
Bir Dinozorun Anıları