Hitler’in gönüllü cellâtları ve kötülüğün sıradanlığı – İvo Molinas

hitler ve halkKötülük doğuştan mıdır?
Kant’a göre kötülük insanda hep var olmuştur ve doğrudan irade ile ilintilidir. İnsan doğuştan itibaren doğası gereği kötü ve suçlu değildir. Kötülük, sadece akıllı canlıların seçeceği bir dürtüdür. Diğer bir deyişle, insan kötülüğü akıllı bir varlık olarak aklı sayesine kabul eder veya reddeder. Bu, onun nihai seçimi sonunda ortaya çıkar. Goldhagen’in ‘gönüllü cellâtlar’ deyiminin içerdiği, kötülüğün bilinçli seçimi, aslında Kant’ın görüşüyle örtüşmektedir. Oysaki Hannah Arendt, kötülüğün tanımında yeni bir alt anlam yaratarak,‘sıradan kötülük’ manasında kötülüğü banalleştiren, sıradanlaştıran özgün bir ‘kötülük’ teorisi geliştirir.

“Antisemit, yok etmek istediği bir düşman bulamazsa yaşayamaz”(1)
Jean Paul Sartre

Holokost’un, yani Nazilerin Yahudilere uyguladığı büyük soykırımın nasıl gerçekleşebildiği ve bir buçuk milyonu çocuk olmak üzere tam altı milyon Yahudi’nin salt Musevilik dinine-ırkına aidiyetinden dolayı tarihte eşi benzeri görülmemiş bir sistematikle katledilmesi bugün hâlâ tartışılan, psikolojik ve sosyolojik izdüşümleriyle farklı sonuçlara yelken açan tarihi bir mesele olmaya devam ediyor; aslında çokça da hak ediyor bu ilgiyi zira söz konusu olan benzersiz bir soykırımdır, belleklerde bile.

Tarih boyunca, antisemitizm sadece Almanya’da değil, Yahudilerin yaşamaya çalıştığı Diaspora’nın her köşesinde kendini gösterirken Avrupa’nın özellikle orta kısmında,19.yüzyıldan başlayarak toplumsal, ekonomik ve sosyal sorunların baş sorumlusu olarak görülen Yahudilere karşı ciddi boyutlarda tepkiler şeklinde gelişmeye başlar. Yahudiler, Almanya’nın I.Dünya Savaşı’nı yitirmesinden, eski kıtada büyük güç kaybetmesinden ve Bolşevik tehdidinden sorumlu görülürler. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin Şubat 1920’de ilan ettiği parti programının 4.maddesi, “Sadece Alman kanına sahip olanlar, Almanya’nın vatandaşı olabilirler. Bu nedenle hiçbir Yahudi Alman vatandaşı olamaz” der. Buna ilaveten, parti programında açık ve net şekilde kendini gösteren sert antisemitizm Holokost’un öncül alarm zili mahiyetindedir.

Halkın duygularına da tercüman olan parti Mart 1933’te yüzde 44 ile iktidara gelir ve tarihin gelmiş geçmiş en büyük katil diktatörlerinden Hitler’i insanlığın başına bela eder. Hitler’in antisemitizmi hızla yeni gelişmelere yol açar ve Yahudilere reva görülen sözlü ve fiziksel saldırılar, 1935’te yürürlüğe girecek Nuremberg Kanunları ile dönüm noktasına ulaşır. Yahudiler Alman vatandaşlığından atılır. Ve sonra sırasıyla; Kristallnacht, Ocak 1942’de Wannsee Konferansı’nda alınan ‘nihai çözüm’ kararı ve en nihayet çalışma ve ölüm kampları sürecin en belirgin ve tarihi kilometre taşlarını oluşturur.

“Dünyayı kemiren şeytan”

27 Ocak 1945’te Sovyet Ordusu Auschwitz’i ele geçirdiğinde tarih, inanılması zor bir görüntüyü Rus askerleri tarafından kayda geçirir. Savaş bitmek üzeredir ama Avrupa’da yaşayan 9,5 milyon Yahudi’nin tam 6 milyonu Naziler tarafından yok edilmiştir.

Holokost’un karar vericileri Hitler ve arkadaşları olmakla birlikte bu benzersiz vahşeti hayata geçirenler ise Alman toplumunun her kesitinden ve her sınıfından insanlar olmuştu. Ulusal bir proje olan Yahudi ırkını imha planı, “dünyayı kemiren bir şeytandan kurtarmayı” ve Alman ırkını Yahudi ırkından arındırmayı öngörmüştü. Tam sonuca ulaşılamamıştır ama yarıda kalınsa da, insanlık tarihine büyük bir kara leke bırakmıştır.

Bu planın hayata geçirilmesinde; kariyeri ile ilgilenen bürokrattan demiryolu rayları döşeyen binlerce işçiye, Nüremberg Yasaları’na karşı çıkmayan Alman entelektüellerinden Yahudilerden ele geçirilen mal varlıklarını nasıl pay edileceğine kafa yoran avukatlara, yasaları uygulayan hakim ve savcılardan kimya mühendislerine, ölüm kamplarını tasarlayan ve inşa eden mühendislerden Yahudiler üzerinde görülmemiş gaddarlıkta deneyler yapan doktorlara, Yahudilerin iş dünyasından çıktıklarında ortaya çıkan boşluğu değerlendirme fırsatını kullanan işadamlarından gelişen olaylar karşısında seslerini pek çıkarmayan din adamlarına kadar toplumun neredeyse tamamı büyük rol oynar.

Peki, ufacık çocukları bile gözlerini kırpmadan, beyinlerine sıktıkları tek kurşunla öldürebilecek kadar insanlıklarını unutan Almanların bu benzersiz vahşetteki davranışlarının altında yatan neydi? Tam 1600 çalışma ve ölüm kampında çalışan on binlerce gardiyanın tereddütsüzce katliamları icra etmelerinin rasyonel bir açıklaması yapılabilir miydi?

Sadece Berlin gibi görece küçüklükteki bir kentte bulunan tam 645 çalışma kampının şehir halkı tarafından fark edilmemesi imkânsız olduğu gerçeğinden hareketle oralarda yapılan muazzam büyüklükteki kötülüğün sokaktaki Alman insanını etkilememiş olması hatta her türlü desteği vermiş olması davranış bilimi adına neyi ifade etmektedir? Veya bu büyük vahşet mantıklı bir izahı gerektirmemekte midir?

“Öldürücü antisemitizm”

Holokost araştırmacısı Amerikalı Daniel Jonah Goldhagen, 1996’da yayınlanan ve büyük tartışmalara yol açan araştırma kitabı, ‘Hitler’in Gönüllü Cellâtları’nda(2)önemli bir teze imza atarak, Holokost’u hayata geçirenlerin katliamları sadece emir-komuta zinciri kapsamında veya yasaları ihlal edip cezalandırılma korkusundan değil, tam tersine, isteyerek, bilerek bu şiddete katıldıklarını ve de Hitler’in adeta gönüllü katilleri olduklarını savlar.

Goldhagen, Almanların özel bir antisemitizme sahip olduğunu, bunun, yüzyıllardır Alman toplumunda biriken antisemitik duyguların nihayetinde ‘öldürücü antisemitizm’e dönüştüğünü söyler. Bütün bu cellâtlar, yaptıklarının doğru ve gerekli olduğuna inanıyorlar, Yahudilerin Alman ırkından arındırılması projesi için görevlerini eksiksiz ve isteyerek yerine getirmiş oluyorlardı. Uygulayıcıların, yaptıklarından gurur duyan, mutlu ve huzurlu insanlar olmaları Holokost’un hayata geçirilmesinde karar vericilerin işlerini büyük bir oranda kolaylaştırmış ve bu da katliamların yerine getirilmesinde büyük rol oynamıştır. Cani olmalarının aksine, düşünen, tartışan, aktif hayata katılan, kiliseye giden bir topluluğu, bu derece kapsamlı ve vahşi ortak davranış şekline iten tek dürtü yüzyıllardır atalarına ve nihayet kendilerine enjekte edilen ve iyice içselleşen antisemitizm olmuştur. Bu denli yoğun Yahudi karşıtlığı; ‘nihai çözüm’, Yahudilerin topyekûn imhasının yerine getirilme çalışmalarında halkın gönüllü katılımına neden olmuştur.

Benzer yasaların olduğu Mussolini İtalya’sında böylesi bir sistemli ve gönüllü projenin hiçbir zaman var olmaması Goldhagen’in tezini doğrular niteliktedir.

Goldhagen’e göre Holokost’a katılan Almanların davranışlarının temel nedeni, diğer Avrupa ülkelerinden farklı gelişen Alman Antisemitizmi’nde yatmaktadır. ‘Yahudilerin bin yıldır parazit gibi yaşamaları, çalmaları ve insanları kullanmalarından’ dolayı ağır ve öldürücü işlerde çalışmaları, ‘gizli güçlerini kullanarak ülkelerin itibarını düşürdükleri’ için aşağılanmaları, ‘kurdukları komplolarla insanlara acılar verdikleri’ içinse de vücutlarının sürekli acı çekmesi gerekmektedir. Bu görüşler, neredeyse tüm Almanlar tarafından paylaşılmaktadır. Bir İsveç raporunda belirtildiği gibi, Almanların yeni bir Tanrısı vardır, o da ırktır ve bu Tanrı’ya insan kurban verilmektedir.

Kötülük doğuştan mıdır?

Goldhagen, Almanların tamamına yakınını bir anlamda ‘kötü’nün gönüllü uygulayıcıları olarak ilan ederken onun çalışmasından yıllar önce başka bir Yahudi düşünür, Hannah Arendt, Arjantin’de 1960’da yakalanıp akabinde Kudüs’te yargılanan SS’lerin başı ünlü Adolf Eichmann’ın davasını izledikten sonra Holokost’a ve kötülüğün tarifine çok farklı bir anlam katmıştı.

Kant’a göre kötülük insanda hep var olmuştur ve doğrudan irade ile ilintilidir. İnsan doğuştan itibaren doğası gereği kötü ve suçlu değildir. Kötülük, sadece akıllı canlıların seçeceği bir dürtüdür. Diğer bir deyişle, insan kötülüğü akıllı bir varlık olarak aklı sayesine kabul eder veya reddeder. Bu, onun nihai seçimi sonunda ortaya çıkar. Goldhagen’in ‘gönüllü cellâtlar’ deyiminin içerdiği, kötülüğün bilinçli seçimi, aslında Kant’ın görüşüyle örtüşmektedir. Oysaki Hannah Arendt, kötülüğün tanımında yeni bir alt anlam yaratarak,‘sıradan kötülük’ manasında kötülüğü banalleştiren, sıradanlaştıran özgün bir ‘kötülük’ teorisi geliştirir.

Eichmann’ın davasını izlediğinde onun tüm ‘normal’ insanlar gibi olduğunu, yüzünde bile canilik hissiyatı yaratmadığını, psikolojik olarak da hiçbir istisnai bir duruma sahip olmadığını belirtir. Primo Levi’nin dediği gibi, “Naziler bizimle aynı kumaştan yapılmıştı. Bizim gibi, kimi zaman vasat, kimi zaman ortalama akıllılıkta, normal sınırlarda yaramaz olan insanlardı. Şeytan suratına değil, bizim gibi yüzlere sahiptiler.”

Arendt.’e göre Eichmann sıradan kötü bir insandı, zira kendisi birçok Nazi gibi, sadece yasalara uygun olarak görevini yerine getirmeye çalışmıştı. Eichmann da dava savunmasında, Kant’ın ahlâkında yer alan, ‘insanın ödev ve sorumluluklarına mutlak itaat ve uyumu’ (3) özelliğine atıfta da bulunur.

Eichmann bir anlamda kötülüğü yasaları ihlal ederek değil, tersine ona itaat ederek işlemiştir ki bu davranış şekli, bir anlamda sonuçlarıyla ilgilenilmeden veya sonuçlarının ne olacağından bihaber, yasaya uyma refleksi olarak kabul edileceğinden, ancak ‘sıradan’ bir kötülük olarak algılanması gerekmektedir. Arendt’e göre Eichmann’ın davranışı kötü’nün uygulandığının bilincinde olmayan, sadece kanunlara uyarak ödevini ve görevini yerine getiren itaatkâr bir karakterin dışavurumudur.

Sonuç olarak Eichmann’ın cinayetleri şeytani bir zekânın ürünü olarak gerçekleşmemiştir. Hitler faşizminin Yahudileri yeryüzünden ilelebet kaldırmaya yönelik uygulamaya koyduğu planın kurallarına, sorgulamadan uymuştur sadece.

Yine Arendt’e göre, Eichmann’ın cinayetleri; iyi bireyi, iyi devlet memuru ve iyi bir vatandaşı olması istenen bir toplumun tasarlandığı biçimde yaşayan vasat ve sıradan bir insanının, elinde bulundurduğu gücü ve konumunu, vicdanına kulak vermeden otomatik ve bilinçsiz bir şekilde hareket ederek faşizm iklimine uygun olarak kullanmasının sonucudur.

Bu sıradan kötülük veya ‘kötülüğün sıradanlığı’ asla şeytani değildir.

Arendt’in teorisi (4) neredeyse tamamen Eichmann’ın savunmasının retoriği üzerine türetilmiştir. Bu nedenle ciddi eleştirilere maruz kalır, hatta Holokost’u önemsizleştirmek, antisemitizmi sıradanlaştırmakla suçlanır.

Arendt’in söylemindeki en büyük tehlike ise, günlük yaşamda her birimizin olumsuz davranışlarımızın sorumluluğunu üstlenme isteğinden kaçınma olarak ortaya çıkması olsa gerek.

Hem Goldhagen’in hem Arendt’in teorileri, karşıt tezler içerse de sosyal bilimciler tarafından ciddiye alınmaları gereken, önemli neden – sonuç ilişkilerini içeriyor. Her ikisinin de, faşizm ikliminde insanın, hem bireysel noktada hem de toplumsal bağlamda ötekini nasıl da insansızlaştıran bir göreve soyunduğunu, bu soysuz ideolojinin bireyi kötülük anlamında nasıl da canavarlaşmaya müsait kıldığını da gösteriyor, son tahlilde.

Bütün bunların sonucunda, günümüzde gelişen kimi olaylardan da esinlenerek şu ölümcül soruyu sormayı hak ediyoruz:

Hannah Arendt’in cellâtları eğer ‘sıradan kötü’ bireyler olarak addedilecekse, kötülüğü ‘seyreden’ büyük çoğunluğa ne isim takacağız?

Yoksa hepimiz ‘melek’ mi olacağız?

İvo Molinas
Şalom (04 Ocak 2012)


(1) ‘Yahudi Düşmanı-Antisemitin Portresi’ Jean Paul Sartre / Salyangoz Yayınları, Mart 2008
(2) Hitler’s Willing Executioners: Ordinary Germans and the Holocaust’ Daniel Jonah Goldhagen / Knopf Yayınları, Mart 1996 3 ‘Pratik Aklın Eleştirisi’-
(3) Immanuel Kant / Felsefe Kurumu Yayınları, Aralık 1994
(4) ‘Eichmann in Jerusalem: A report on the Banality of Evil’
Hannah Arendt / Penguin Bu yazı, üç ayda bir yayınlanan sosyal bilim dergisi Dipnot’un 4. sayısında yer aldı.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz