“KENDİMİ BUZDA BİR BALIK GİBİ DUYUYORUM…” KALANLAR – TEZER ÖZLÜ

131

Dün Tender is the Night’ı bitirdim. Kitabı okumam iki gün sürdü. Birinci gece bırakmak istedim. Kitap çok güzel, çok duygulu, çok yumuşak, çok zarif, çok acıklı, çok büyük. Kaldırıp, ilerde, İstanbul’daki can sıkıcı gecelerde okumak istedim. Ama gene okuyabilirim. Pavese’yi de yıllar sonra bu kadar büyük ve gittikçe büyüyen ilgiyle okuyup çektiği acıları duyduğuma göre. Benim de tek avuntum acı çekmek değil miydi?
Kitabın sonunda,
Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz”, diyor.
Sanki 385. sayfa hepinizin ne kadar can sıkıcı olduğunu söylemek için yazılmış.

Grunewald’a gittim. Ağaçları, ışıkları, renkleri görmek istiyordum. Yarım saat sonra hiçbir şey görmediğimi, yalnız Fitzgerald’ı düşündüğümü, içimde bir sesin: “Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz” dediğini duydum.
Yirmi yaşlarının başlangıcında olduğum zamanları düşündüm.

Onu ve onunla geçen uzun, büyük İstanbul akşamlarını. Partileri, onun ve onun o gecelerde Great Gatsby’i yaşamaya çalışmasını. “O”nun biri öldü. Öteki İskandinavya’da yaşıyor. Tüm dostlar dağıldı. Her şey can sıkıcı. İstanbul’un sıcak yaz gecelerindeki uzun, törensel gecelerini düşündüm. Güzel Türkiye’nin her zaman bir tutukevi olduğunu, tutukevi olarak kalacağını düşündüm. Bizler içinse, yani gerçekten tutuklu, ya da kendi seçmeleriyle tutuklu olmuş olanlar içinse, hiçbir yerde kurtuluş olmadığını. Oradaki uzun yaşamamız bitmeyen bir kavga gibi gelmiştir bana. Orada uzun yıllar, neredeyse otuz yıl, hiç huzur bulamadığımı düşündüm. Gürültünün, müziğin, komşu kavgalarının ne kadar acı verici olduğunu, yıllar boyu beni ezdiğini düşündüm. Ben Anadolu’dan Grunewald’a kadar gelmek zorundaymışım meğer sessizliği algılamak için. Ayağımın altında hışırdayan yaprak seslerini duyabilmek için.

Bu sabah erken uyanıp Grunewald’a koştum. Orada bulduğum havayı yeniden bulabilmek için. İçimde Goethe’nin şiirlerini duyuyordum. Çocukken ezberlemek zorunda kaldığım.
Hiçbir şey aramamak için kendi başıma ormana gittim, niyetim buydu…
Sabah sessizliğinin tadını çıkarttım. Soğuğun. Gökyüzünün berrak maviliğinin. Ağaçlardaki kasım ayı renkleri üzerine söyleyecek bir şeyim yok. Her kasımda oldukları gibiler. Berlin’de her şeye veda edebileceğimi, ama ağaçlara veda edemeyeceğimi düşündüm. Ne denli büyük, aynı zamanda ne denli alçakgönüllü ve sakin Berlin’in bu ağaçları. Sonra birden, artık burada kalabileceğimi, hatta bir köpeğim olabileceğini düşündüm. Köpek sahibi olma düşüncesini hemen kovaladım. Soğuk, bana çocukken, yedi yaşımdayken, annem ve babamla Türkiye’nin sıcak bir yöresinden en soğuk yöresine taşındığımızı düşündürdü. Orada nasıl hastalanmıştım. İlk kışı ateşler içinde geçirmiştim. Yıllarca öksürüp durmuş, öksürmekten uyuyamamıştım. Ateş ve öksürük. Çocukluğum. Dün, buz gibi gölde ördeklerin yüzdüğünü gördüğümde, aklıma Pavese’nin kız kardeşine yazdığı son mektuptan şu sözler geldi: “Kendimi buzda bir balık gibi duyuyorum…” Ben de, kendimi buzda bir balık gibi duyuyor, ama bunu söyleyemiyordum.

Sabah Grunewald’a gidip öksürük ve ateşle geçen çocukluğumu düşündüm. Orada, gittiğim ilk sınıfı düşündüm: yaşlı, çirkin, iri, hasta, eğrilmiş tırnakları olan bir öğretmen. Bu kaba elleriyle bütün çocukları döverdi. Beni değil. Bu korkunç elleri hiç unutmadım. Ürkek çocuklar. Saçlarında bitler. Hiç ısıtmayan bir odun sobası, sınıfı yalnız dumana boğardı. Bu sınıfa bir kez gittikten sonra üç ay ateşle yatmıştım. Öğretmenin kaba ellerinden korkuyordum. Bu taşralı çocuklar için korkuyordum. Taşra kenti için korku. Tüm öğretmenlerden korku.

(“Ne kadar can sıkıcıydı hepsi”)
Evde, Pavese’nin Fitzgerald hakkında yazdıklarını okudum: “Sana Fitzgerald’dan söz ettiğimi anımsıyor musun? Sana ‘Tenera e la notte’yi getirmiştim. Sanırım Fitzgerald üzerine daha çok Maria Livia Serini ile konuştum. Bu yazarın kitaplarını yayınevi için çevirmek istememiştim. Çünkü çok beğeniyordum, çünkü ben de bu tür şeyler yazmak niyetindeydim. Biliyor musun onun hakkında neler anlatıyorlar? Çok içmiş ve neredeyse çıldırarak ölmüş. İşte görülüyor, bir şey olan ve bir şeyler anlatmaya çalışan, böyle bir yazgıyla son bulmak zorunda kalıyor.
Ben Akdeniz’de güneşin altında öleceğim. Kendime Tender is the Night okutacağım ve moda olan şarkılardan birini çaldıracağım. Felicita, felicita gibi bir şarkıyı örneğin. Başka bir şey istemem.

Berlin, 6 Kasım 1982
Tezer Özlü – Kalanlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz