“Bunlar değildi demek istediğim, ya da başka türlü diyecektim, olmadı… ”
En güçlü olduğumu sandığım günlerde bile, yeterince güçlü değildim bu konuda. İlkokula gidiyordum, birinci sınıftaydım daha. Kısa boylu, kara kuru, sivri burunlu, yanakları çökük, ama tuttuğunu koparan, dediği dedik bir kadın aşçımız vardı; o götürürdü beni sabahları okula. Küçük bulvarı büyük bulvardan ayıran sokaktaydı evimiz. Önce bulvardan, sonra Tam Sokağından, kale kapısı gibi bir kemerden geçip Pazar Sokağına, oradan da balık pazarına inerdi yolumuz. Bir yıl her sabah, çekiştim durdum aşçıyla. Kapıdan çıkar çıkmaz başlardı söylenmeye: Evdeki yaramazlıklarımı bir bir anlatacakmış öğretmene. Pek yaramaz bir çocuk denmezdi bana, ama inatçıydım, tembeldim, öfkeli, üzgün bir çocuktum.
Milena, keşke içimde sana karşı biraz kırgınlık olsaydı; o zaman sana karşı olan hislerimde biraz olsun dengeyi kurabilirdim..
Pazartesi
Akşam geç vakit geldi mektupların. Yarın sabah mühendisle Bozen’e dek uzanmak istiyorum. “Yavrucuğum” dediğim için bana çıkışmakta haklısın, bunu görünce; dur dedim, okuyamazsın şimdi bu mektupları… Yarın erkenden yola çıkacağım, birazcık olsun uyumam gerekiyor. Ama duramadım, okudum gene; güç anladım ne demek istediğini, sonra anladım, anlayınca da üzüntüm geçti. Burada olsaydın (yalnız sıcaklığını duymak için değil) ne iyi olurdu… Başımı omuzuna kor, geniş bir soluk alırdım. Hastasın! Seni tanıyorum artık, yoksa “yavrucuğum” sözü kızdırır mıydı böylesine?
Şakadan ben de anlarım, ama bana da gözdağı gibi gelebilir her şey. “Dün mektubundaki “ve’leri saydım, ne çoktu? Utanmıyor musun bana bunca “ve” yazmaya?!” dersen, bunun şaka olmadığını da sezinlersem, inanırım seni kırdığıma, üzülürüm. Gerçekten bir küçümseme gizlidir bunda belki, kim bilir? Anlaşılması zor her halde.
Gelgeldim, şaka ile ciddiyi ayırt etmek zor değildir pek. Ama yaşayışlarını yalnız buna göre düzenleyenlerde güçleşir biraz. Gözler mikroskop gibi görmeye başlar, bu duruma gelince de kurtuluş yoktur artık. En güçlü olduğumu sandığım günlerde bile, yeterince güçlü değildim bu konuda. İlkokula gidiyordum, birinci sınıftaydım daha. Kısa boylu, kara kuru, sivri burunlu, yanakları çökük, ama tuttuğunu koparan, dediği dedik bir kadın aşçımız vardı; o götürürdü beni sabahları okula. Küçük bulvarı büyük bulvardan ayıran sokaktaydı evimiz. Önce bulvardan, sonra Tam Sokağından, kale kapısı gibi bir kemerden geçip Pazar Sokağına, oradan da balık pazarına inerdi yolumuz. Bir yıl her sabah, çekiştim durdum aşçıyla. Kapıdan çıkar çıkmaz başlardı söylenmeye: Evdeki yaramazlıklarımı bir bir anlatacakmış öğretmene. Pek yaramaz bir çocuk denmezdi bana, ama inatçıydım, tembeldim, öfkeli, üzgün bir çocuktum. Bunlar bir araya gelince, öğretmenin işine yarayacak bir şeyler çıkardı ortaya belki. Bu yüzden korkar, inanırdım aşçının söyleyeceğine. Okulun yolu bitmeyecek gibi uzun görünürdü önceleri, yolda neler olmaz der, umutlanırdım. (Oysa hiç bitmeyecek gibi uzun değildir yollar. Bu çocukluktaki inançlar, gün geçtikçe yerleşir içimize, bizi körü körüne ağırbaşlı, korkak biri yapar.) Daha bulvardaydık, hem inanmıyordum aşçının öğretmenle konuşabileceğine! Aşçımız sözünü bize geçirebilirdi, ama öğretmenimiz herkesin saydığı biriydi, kulak asar mıydı bir aşçının söyleyeceklerine? Kadına da söylerdim bunu. İnce, hain dudaklarım büzer, sert bir karşılık verirdi: Sen inanma, ama görürsün!
Pazar Sokağına yaklaşırken -başka anılarım da vardır buralarda- (senin çocukluğun hangi semtte geçti?) korkum artardı. Sevmezdim okulu, aşçının yüzünden tiksiniyordum da şimdi. Başlardım yalvarmaya; o hayır diye başını sallardı… Yalvardıkça önemini kavrardım yalvardığını şeyin, artardı korkum. Dururdum sokağın ortasında, özür dilerdim, o beni kolumdan çekerdi. Anama babama söylerim bu yaptıklarını derdim, gülerdi… Güçlüydü bu konuda, vız geliyordu. Dükkân kapılarına, duvarlara tutunurdum, eteğinden çekerdim, direnirdim, beni bağışlamadan bir adım atmak istemezdim (ona da neler çektirmişim!) ama sürüklerdi beni, şimdi bu yaptıklarımı da öğretmene anlatacağını söyler, sürüklerdi beni. Vakit ilerler, kilisenin saati sekizi vururdu; okulun zillerini duyar, öteki çocukların koşmaya başladıklarını görürdüm. En korktuğum şey; okula geç kalmaktı. Biz de başlardık koşmaya, bir yandan da “söyleyecek – söylemeyecek” diye pazarlığa, girişirdim kendimle. Söylemezdi! Hiçbir vakit de ele vermedi beni.. Ama isteseydi yapabilirdi ya! (Dün söylemedim, bugün söyleyeceğim; bak görürsün!) Bu gözdağı bitirirdi beni. Kimi gün – düşün Milena – öfkesinden, duruverirdi sokakta, hırsla yere vururdu ayağını… Dükkânlardan çıkarlar, bize bakarlardı! Ne saçma şeyler bunlar, değil mi? Ne türlü seninim Milena, anla! Bu aşçı kadınlar, bu korkutmalar, otuz sekiz yılın ciğerimde biriktirdiği toz toprakla ne denli seninim bilsen! Bunlar değildi demek istediğim, ya da başka türlü diyecektim, olmadı… Gece ilerledi, kesmeliyim artık, uyumam gerekiyor… Oysa biliyorum; uyuyamayacağım. Sana yazmaktan vazgeçtiğim için uyuyamayacağım. Eski günlerimi bilmek istiyorsan, altı ay önce babama yazıp da veremediğim uzun mektubu gönderirim sana.
Mektubunun karşılığını yarın vereceğim, geç dönersem öbür gün yazarım. Birkaç gün daha kalıyorum burada; Fransensbad’a, anamın babamın yanına gitmeyeceğim, içim götürmüyor buradan ayrılmayı… Balkonda, hiçbir şey yapmadan yatmanın nesinden geçilmez dersin?
F.
“Adımı da yitirdim!”
Salı
Seni gördüm düşümde bu sabah gene. Yan yana oturuyoruz… Sen itiyorsun beni, ama kızmadan; gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi -hem de bana seslenen sesi- duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya!
İlk düşümden daha bitik, daha kötü ayrıldım yanından. Bir yerde okumuş olacağım, bir benzetiş geldi şimdi usuma:
“Ateşten örülmüş uzun yalımlardır sevgilim, dolaşır yeryüzünü, sarar beni. Ama sardıklarını değil, görmesini bilenleri sürükler ardından…”
Senin
(Adımı da yitirdim! Küçüle küçük “Senin” kaldı yalnız.)
Milena’ya Mektuplar – Franz Kafka
1920 yılında, Kafka verem (tüberküloz) hastalığı sebebiyle Meran’da dinleniyor, Milena ise Viyana’da çalışıyordu. Milena, anadili Almanca olan ve Almanca yazan Franz Kafka’nın yazılarını Çekçeye çevirmeye başlaması sonucunda tanıştılar. Birbirlerini görmeden mektuplaşmaya başladılar; dostça başlayan mektuplaşmalar kısa bir süre sonra -yalnız- mektuplarda kalan tutkulu bir aşka dönüştü. Üç yıl süren mektuplaşmalar sırasında ancak iki ya da üç kez buluşabildiler. Milena o zaman evli, Kafka ise nişanlıydı (Kafka bir kızla iki kez olmak üzere üç kez nişanlanmıştır.) ve çeşitli iç çatışmalar, bunalımlar içindeydi. Her buluşmadan sonrasında pişmanlık duyar, kendisini suçlu olarak görür, üzülür ama yine de Milena’yı özlerdi. http://www.cafrande.org/?p=24332