ŞEHRİ UNUTAN ADAM
Çoktan beri şehre inmemiştim. O gün, insanları sevebilmek arzusuyla otelin kapısını açtığım zaman, karşıma ilk çıkan insan, bir küfeci çocuğu oldu.
Kirli, soluk yanaklarına, çıplak ayaklarına merhametle değil, sevgi ile baktım. Zaten otelin kapısından bu niyetle çıkmamış mıydım? Onu kucaklamak, köşedeki kunduracıdan ona bir lastik ayakkabı, biraz ilerdeki Yahudiden bir beyaz keten pantolon almak arzusuyla durdum.
– Ne bakıyorsun, efendi, dedi, hamal mı lazım?
– Yok çocuğum, dedim.
Gel sana, bir pantolon, bir ayakkabı alayım, demek üzereydim. Fakat gözlerini görünce vazgeçtim. Onlar bir acayip hastalığı benim sevgi dolu gözlerimde yakalamak istiyor gibi dikkatli, yakalamış kadar mustarip ve haindiler.
Bununla beraber, yirmi beş kuruş çıkarıp verdim, yürüdüm. Arkamdan koşup iade etti. Yüzünü görmedim, fakat elleri kararlı idi.
– Her sakallıyı baban zannetme, anladın mı?
Yirmi beşi aldım. Cevap vermeden yoluma devam etmek istedim. Birden bütün neşemin bir camın kırılışı kadar ses ve şıngırtı çıkararak düşüp kırıldığını gördüm.
Yirmi beşi aldım. Cevap vermeden yoluma devam etmek istedim. Birden bütün neşemin bir camın kırılışı kadar ses ve şıngırtı çıkararak düşüp kırıldığını gördüm.
Ayakucuma düşüp kırılan neşemi gözlerimle topladım.
Ters yüzüne evime dönüp odama kavuştum. Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola… Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda, düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum.
Düşünmeye başladığım zaman, nasıl filmlerde bazı kırılan otomobillerin aksamı tekrar birbiriyle süratle buluşup birleşirlerse, benim de içimde kırılan şey, öyle birleşti. Tekrar neşemi bulmuştum, insanları sevmek arzusuyla sokağa çıktım.
Akşam oluyordu. Köşe başındaki tütüncüye uğradım. Güneş, satılmamış edebiyat mecmualarının üstündeydi. Tütüncü dükkanındaki edebiyat mecmualarıyla aynı dükkâna vuran akşam ışığı arasında bir nükte, bir hayal yakalayabilmek için bakmaktaydım.
Lirayı tütüncüye vermiştim. Bana uzun bir zaman geçmiş gibi geldiği halde, ne liramın üstü, ne de tütün paketi bana verilmişti. Dükkâncıdan tarafa bakmaya mecbur oldum. Lira burnumun ucunda sallanıyordu.
– Bu, sağdan sola yırtık beyim, geçmez. Yukarıdan aşağı olsa, geçer ama, böyle geçmiyor.
– Nasıl geçmez yahu, pekâlâ geçer, ben nasıl
aldım?
– Kanun var efendi. Para koruma kanunu.
Kanunları bilmemenin, insanları cezadan kurtaramaz olduğunu biliyordum. Kanuna karşı gelemezdim. “Deminki yirmi beşliği aradım, bir türlü bulamadım, yürüdüm.
Cebimden bir başka lira çıkarıp cıgara almak işime gelmiyordu. Kanunlardan kaçamak noktaları çıkarmak yalnız avukatların değil, her vatandaşın hakkıdır. Onun için bir başka tütüncüye aynı lira ile müracaatı.zeki bir hareket buldum. Bu tütüncü, lirayı aldıktan sonra paketi vermiş, paranın üstünü iade ederken benim acelemden ve telaşımdan şüphelenmiş olacak ki, verdiğim liraya bir daha bakmak zekâvetini gösterdi. Gülümseyerek;
– Bir başka lira lütfederseniz iyi olur, dedi.
– Niçin?
– Bu geçmez de…
İzah ettirmeden lirayı geri aldım. Bütün fikrimi ve muhayyelemi apaçık söyleyen aptal ve acayip gözlerim tütüncülerin yüzüne dikilmeden, kızarak tütüncü tütüncü dolaştım. Nihayet parayı geçiremeyeceğime kanaat getirmiştim. Cüzdanımda daha hiç katlanmamış yepyeni bir liracığım daha vardı. Bir on bir buçukluk cıgara için bozdurulmaya kıyılmayacak kadar yeşil, hareli, kıvrak liramı evirdim çevirdim, fakat sonunda bir cıgara, tahammül edilemeyecek bir arzu gibi vücudumu sardı. İlk defa yaklaştığım kadına duyduğum hırsla, nasıl parayı bozdurup paketi açtığımı ve dudaklarıma cıgarayı nasıl koyup ateşlediğimi hatırlayamıyorum.
Mavi duman, bir bilek damarı gibi kabartılı ve sıcak, dudaklarımdan çıktı. Sevdiğimin parmağını öptüğüm zamanki bulanık bir haleti ruhiye içinde cıgaramı emiyor, yeniden kendimi on sekiz yaşına dönmüş sanıyordum. Kırılan neşemin son vidası, bir hayat hızıyla yerine yerleşmişti. Mesuttum, insanları sevmek, şehrin yanan elektriklerine karışmış sarı altın kuşlar avlamak, birine merhaba demek, öbürünün tüylü ensesini avuçlamak, biraz ileridekinin güzel parmaklarını avuçlarıma almak…
– A, herif deli midir nedir, gülüyor.
Şakrak kızlardı. Her taraflarında bir kenar mahalle kokusu vardı. Lehçeleri derli toplu, aksantonikli idi. İki arkadaştılar. Güneşten yanmıştıIar dirseklerinin yukarısında sıkılmış yaz kostümlerinin içinde buram buram terli aşk ve güneş fışkırtıyorlardı. Yukarıki, “Aaa, herif deli midir, nedir?” cümlesini söyleyenin yüzüne, yine gayri şuuri aşkımla gülmüş olacağım ki, kendini tutamadı. Tatlı tatlı sırıttı. Cesaret aldım; peşlerine düştüm. Hızlı yürüyorlardı. Yetişmek için güçlük çekiyordum. Arasıra dönüp bakıyorlardı. Servet-i Fünun mısraları ile dolu, kurunuvustai fedakârlıklar yapacak gibiydim.
Şakrak kızlardı. Her taraflarında bir kenar mahalle kokusu vardı. Lehçeleri derli toplu, aksantonikli idi. İki arkadaştılar. Güneşten yanmıştıIar dirseklerinin yukarısında sıkılmış yaz kostümlerinin içinde buram buram terli aşk ve güneş fışkırtıyorlardı. Yukarıki, “Aaa, herif deli midir, nedir?” cümlesini söyleyenin yüzüne, yine gayri şuuri aşkımla gülmüş olacağım ki, kendini tutamadı. Tatlı tatlı sırıttı. Cesaret aldım; peşlerine düştüm. Hızlı yürüyorlardı. Yetişmek için güçlük çekiyordum. Arasıra dönüp bakıyorlardı. Servet-i Fünun mısraları ile dolu, kurunuvustai fedakârlıklar yapacak gibiydim.
Ne söyleyebilirdim? Birkaç defa cesaretle ve kafamda hazırlanmış bir cümle ile kızlara yanaştım. Sonunda cümlemi beğenmedim, söyleyemedim. Beceriksizliğime küfrederek yine biraz arkada kalmıştım. Bu sefer onlar durmuşlardı. Çekine çekine yürüdüm. Tam yanlarına yaklaşınca gelecek bir ilhamla elbette güzel bir şey söyleyecektim. Gençken şair değil miydim? Muhakkak ilham bu bunalmış ânımda yardımıma hızır gibi yetişecekti. Hemen hemen yanlarındaydım ilham kanadını sürmüştü. Cümlem hazırlanıyordu. Dişlerim kelimeleri çiğniyor, hazırlıyor gibiydi. Birden, bu sefer deminki cümleyi söyleyen değil de arkadaşı;
– Efendi, dedi, biraz daha peşimizden gelirseniz, sizi polise vermeye mecbur olacağız.
Çırılçıplak Rum çocukları nerde ise etrafımızı alacak, nerde ise Fransızca konuşan tatlısu Frenkeri birbirlerine yine Fransızca vaziyetimi izaha kalkacaklar, nerde ise civelek, güzel matmazeller, büyümüş gözlerini pabuçlarımdan şapkama kadar gezdireceklerdi.
Geri dönmüş, kaçmak üzereydim. Kalantor, şişman, temiz giyimli, bomba yanaklı, mebus ve ya müteahhit kravatlı bir adam;
– Efendi, dur bakalım, dedi. Kadınlara sataşmaya utanmıyor musunuz? Vaziyetinize bakan da; sizi bir efendi zanneder, terbiyesiz herif.
Kadınlardan biri;
– Aman, bırakınız beyefendi, dedi, böyle adamlarla bir olmaya gelmez.
Neşem son haddini bulmuştu. Vidalarım sıkılmış, delk ve temas* yerlerim yağlanmış gibiydi. Bir makine homurtusuyla ıslık çalarak uzaklaştım. Bir şoför, yanımdan geçerek;
– Aldırma be delikanlı, dedi. Ne olacakmış?
-Aldıran yok be anam, dedim. Ne olacak?
Ardımdan birkaç kişi, “Sarhoş,” dediler.
Sarhoştum. Hava, elektrikler, şehir beni sarhoş ediyordu. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.
Sait Faik Abasıyanık
Şehri Unutan Adam
Varlık 58, 01 Aralık 1935 – Semaver